Bir Zamanlar Giresun

İslamcı basının Suriye Savaşı gittikçe azgınlaşıyor. Şu Akit Gazetesi’nde çıktığı günden beri ‘pompalı tüfek’ ilanları da hiç hızını kaybetmedi, bunca yıllar aynı ilan yayınlandığına göre bir ‘elli bin tane pompalı tüfek’ satılmış olmalı. Suriye’ye mehter marşıyla hücum edenlere sesleniyorum, şu pompalı tüfekleri satın alanlar, lütfen önden buyursun… Suriye Ordusu’nu İstanbul otellerinde Kızılay Çadırları’nda kurdunuz, Müslüman kardeşlerinizi yalnız bırakmayın, ‘pompalı tüfekliler’ pekala bir gönüllü alay oluşturabilir?

Şu halimize bakın bizler hukuksuzca uydurulmuş delillerle Ergenekon ve Balyoz davalarıyla uğraşırken bir de başımıza Suriye Savaşı çıktı, şimdi halkımız, Ergenekon’u dahi sinesine çekip ‘aman yeter ki bizi Suriye’yle savaştırmasın bu manyaklar’ demeye çoktan başladı.

Müslümanlara ‘vahiy’ artık istihbarat servislerinden geliyor. Davutoğlu’nun Suriye’ye karşı demeçlerini takip edin: Suriye’ye cevap VERECEĞİZ. VERMELİYİZ. VEREBİLMELİYİZ…

Fiil çekimiyle yapılan tarihlerdeki ilk savaşımızdır, kayıtlara düşsün. Bu fiil çekimi ayrıca bana Kemal Sunal’ın meşhur mizahi cümlelerini hatırlatıyor: OLABİLİR DE OLMAYABİLİR DE…

Bugünleri de gördük, Amerikan şeytanı dururken Müslüman bomba atanlar. Esad’ın diktatörlüğü Amerikan diktatörlüğüyle yarışamaz, samimi Müslüman her ikisini de karşı savaşır.

Ilımlı, radikal derken şimdi de başımıza RESMİ MÜSLÜMANLIK peydah oldu, şu Diyanet Başkanlığı niçin Müslüman Müslümanla savaşmaz kardeştir gibi bir demeç vermekten sakınır, hayırdır.

ŞEYHİN NE DERSE YAPACAKSIN!

Yıllar var ki gazetelerinde bizler Allah’a teslim oluyoruz diye propaganda yaptılar, şimdi DİNİ rehin aldılar. Yıllarca şeyhlere tarikatlara gözü kapalı biat etmeyi öğütlediler, dediler ki, bir mürid şeyhinin yanında musalla taşındaki ölü gibi olmalı, devam ettiler, bir mürid şeyhinin yanında ölü yıkayıcısının elindeki ölü gibi olmalı, hakiki Müslümanlık budur.

Yani şeyhin ne derse yapacaksın, eee Müslüman kardeşim, şeyhin şimdi Amerika’yla anlaşmış, Amerika ben savaşmam ama desteklerim diyor, gidip sen savaşacaksın, diyor. Kılını kıpırdatamaz sesini çıkartamazsın çünkü savaşmazsan ‘dinden’ çıkarsın.

FETHULLAH GÜLEN BU SORUYA CEVAP VERİR Mİ

Halkımızın aklına bir de şehitlik meselesi çok takılıyor, bilmem Fethullah Gülen hoca ekran vaazlarında bu duruma bir açıklık getirebilir mi, sorumuz şudur hocam, Suriye de Müslüman, Türkiye de Müslüman, savaştıklarında acaba hangi tarafın askerleri ‘şehidlik’ mertebesine yükselecek, dinimiz bu duruma ne der, bir zahmet açıklarsanız memleketimizi büyük bir sıkıntıdan kurtarmış olursunuz.

Sayın Fethullah Gülen Hocaefendi, hangisinin ‘şehit’ olacağını dinimize göre açıklayana kadar yani sizin açıklama anınıza kadar geçerli olmak üzere, ben de fikirlerimi söyleyeyim, sakın ‘NİYAZİ’ olmasınlar hocam. Ancak sadece ‘niyazi’ kelimesi eksik kalır, buna ‘John niyazi’ diyebilir miyiz, böylelikle dinler arası hoşgörüyü de sağlamış oluruz.

Ey ahali, sadece benzinde değil, dünyanın en masraflı hac yolculuğu rekoru da biz de. Bugün Almanlar söyledi, dünyada yurt dışında en çok para harcayan turistler bizde diye övünüyorlar, yalan, Almanlar’a sesleniyorum, bizim ‘hac’a ödediklerimizi de incelediniz mi?

Müslüman Müslümanla savaşa girmiş, ancak ikisi arasındaki savaş uzarsa ne olacak, sorunu kim çözecek, araya kimler ‘uzlaşmacı’ girecek, söyleyeyim, ya Papa girecek devreye ya Hahambaşı. Ya da hemen Kofi Annan’ı Müslüman yapmalıyız, bir Kofi Hoca bulabilmeliyiz.

Bir de şu Suriye’yle savaşa giren köşe yazarlarının suratlarına bakın: Suratlarında Maymunlar Zina Yapıyor.

Suriye savaşı üstelik bizim Müslümanlara göre savaş değil ‘sevap fırtınası’.

Bizim Müslümanlara göre Suriye savaşı, bin geceden hayırlı, KADİR GECESİ…

Be terbiyesizler, hacca gittiğinizce aldığınız takkeler, tesbihler bile ÇİN MALI. Arafat’ta kestiğiniz kurbanlar dahi Uzakdoğu’dan getirilmiş hormonlu kuzular.

Ah kardeşlerim, yine yine yine yine yine ‘beleşten cennetin kapısı yine savaş’ oluyor.

Geçenlerde ikaz olsun diye ben de bir twit attım, şöyle yazdım: On yıllık iktidarınızda yaptığınız tek şey, PİLAVIN ÜSTÜNDEKİ TAVUĞUN BACAKLARINI KIBLEYE ÇEVİRMEK oldu.

Bir de şöyle dedim, Uhud Savaşı’nda ‘ganimet toplamaya giden okçular’ı, bugün geriye kim çağıracak?

«KARADENİZDE NEREDEYSE ‘VATAN HAİNİ’ İLAN EDİLDİM”

İç çekip Allah büyük, neyse, deyip yazımıza girelim.

Kardeşlerim yedi cihanın bildiği gibi doğup büyüdüğüm toprakların adı Karadeniz’dir. Sinop’tan başlayıp Artvin Sarp’a kadar olan sahil şeridi rüyalarım masallarım ve memleketimin adıdır. On beş yıl önceden başlayarak Karadeniz coğrafyasına tarihlerde bir eşine rastlanmayan bir yok edici savaş açıldı, bunun adı Karadeniz Sahil Yolu Projesi’di. Tüm medya işbirliği etmişçesine on yıl boyunca yani sahi yolu yapılıp bitene kadar sesini çıkarmadı. Canımız yandı kahrolduk. Halkımıza bir coğrafya imha ediliyor ve geri dönüşü yok diye bağırmaya çalıştık, nafile, ulaşamadık. Yazdığım dergi Leman’dı trajı yüzbindi, yine de sesimiz cılız kaldı.

Olan yine bize oldu, Sahil Yolu’na karşı yazdığımız yazılardan dolayı, memleketim Karadeniz’de nerdeyse vatan haini ilan edildim. Tarihlerde yine eşine rastlanmayan cahil hemşehrilerim ‘yahu ne güzel yol yapılıyor’ diyor başka da bir şey demiyordu.

Yazarlığımı takip eden her insan evladı şimdi söyleyeceklerimi çok iyi dinlesin. Kardeşlerim, bu yolun bir çok alternatifi vardı, bunlar da duyarlı kurumlar ve bizler tarafından defalarca söylendi, bunu da geçelim.

Geçen haftalarda bir konuşma için Giresun’a gittim ve arabayla Sahil Yolu’nda bir o yana bir bu yana yüzlerce kilometrelik yolu yeniden kahrolarak ağlayarak inceledim.

Sinop’tan Sarp’a kadar olan Karadeniz Sahili dünyada eşine rastlanmayan doğa güzellikleriyle ünlüydü, çünkü, ormanlar denize dallarını sarkıtıyordu. En önemlisi, Sahil Yolu, ilkokula henüz başladığımda Alfabaden önce yazmayı öğrenmek için çizgili defterimize çizdiğimiz ters ‘s’ harfleri gibiydi. Yani girintili çıkıntılı virajlı eğimli dolambaçlı bir yoldu ve güzelliğini buradan alırdı.

İşte bu sahilde binlerce minik ‘koy’ vardı. Ege Sahilleri’nin diyelim Göcek gibi koy’lar değildi bu koy’lar, dahi şirin daha küçük ve Karadeniz sahilini güzelleştiren küçük sahil odaları gibiydi.

Bu binlerce koy’dan sadece bir tanesi dünyanın bütün mimarlarını toplasanız bir daha inşa etmeleri mümkün değil. İşte bu koy’ların hepsi kazınarak tarihten coğrafyadan silindi.

Şimdi ortada Libya sahili Cezayir sahili gibi dümdüz bir yol kaldı. Üstelik bu koy’ların bir daha oluşması için, hani naylonu doğanın yüz yılda emmesi gibi diyelim, bir milyon yıl bile değil, bir milyar yıl gerekiyor…

Bu coğrafya katliamı karşısında bizler gerçek bir travma içindeyiz. Yazarlığı bırakmak, ülkeyi terk etmek, aklınıza bin türlü kötücül karamsarlıklar geliyor.

Düşünün, memleketiniz su altında kalmış olsa, ki, doğuda barajların kapattığı bir çok bölge var, dersiniz ki, nihayetinde kayboldu, suyun altında, bu bile bir teselli.

Coğrafyanızın üstüne binlerce çirkin bina yapılmış olsa, dersiniz ki, bu binalar elli yüz yıl sonra yıkılır, yenisi yapılır, bu bile bir umuttur bir insan için.

Oysa şimdi yapılan tam bir imha. Memleketinize gittiğinizde o koy’lardan hiç biri yok. Ki, unutmayın denizlerle çevrili ülkemizin başka hiçbir sahilinde bu denli eşsiz güzelikte koy’lar yoktu, şimdi hiç yok.

Koy’ları imha edince Karadeniz denilen memleket artık Karadeniz değil, çift şerit altmış metre uzunluğunda cetvel gibi bir sahil, her taraf düz, her taraf bina yol araba.

Kardeşlerim tarifsiz ölümcül duygular içindeyiz, ve hem kendime hem sizlere yaşadığımız travmayı bir türlü anlatamıyoruz. Şöyle düşünün memleketinize gidiyorsunuz ve memleketiniz yok. Yok işte. Ne sahili ne koy’u ne ağaçları ne milyonlarca küçük yuvarlak kayalıkları, hiç biri yok.

Tarihler boyunca gören herkesi sevinçten kudurtmuş Karadeniz Sahilinin ormanları sahilleri kayalıkları koyları yok, gördüğünüz yer Umman Yemen Sahili mi, Karadeniz mi hiç fark etmiyor.

Üstelik bir edebiyatçı olarak tarif edemediğim bu, memleketiniz yok. Bir insan memleketini göremeyince ne yapar? Nasıl bir duyguya garkolur. Hani bir savaş sonrası gitsek, belki insanları bulamayız, ama coğrafya ordadır. Büyük bir sürgüne muhacirliğe mecbur kalıp yüzyıllar sonra dönsek, deriz ki, uzak kaldık ama ‘coğrafyamız burda’.

COĞRAFYAMIZI BULDOZERLE ORTADAN KALDIRDILAR

Şimdi yok. Yok, kardeşim. Coğrafyamızı buldozerlerle grayderlerle ortadan kaldırdılar.

İşte bu duyguyu anlatamıyorum.

Yok be, memleketin yok. Tarihlerde bir çok yazar, bir çok imha hareketi bir çok katliam bir çok büyük savaş bir çok soykırım bir çok tarifsiz gaddarlıklar zulümler yaşadı, ama bu edebiyatçılar karşılaştıkları tüm bu durumları bir şekilde ‘ifade edebilmeyi’ başardılar.

Ama tarihlerde hiçbir yazar, şimdi bizim karşı karşıya kaldığımız bu akıl almaz ‘imhayla’ karşılaşmadı. Bir gün İstanbul’a dönüyorsunuz ki ‘Haliç’ denen yer hiç yok, üstelik Haliç’i anımsatacak bir hatıra, ondan kalma bir ‘parça’ dahi yok.

İşte bu durum, benim yazarlık hayatım için bir travma yarattı. Yazmak çizmek ona buna anlatmak nafile, bağırsan ne küfretsen ne, ortada coğrafya kalmamış, ve dünyada hiçbir güç hiçbir teknoloji bir daha o coğrafyayı geri getiremeyecek.

Ben artık Karadenizli değilim, o insanlardan değilim, o kültürden değilim, diye isyan üstüne isyan etsem, neye yarar? Bir daha o memlekete uğramam gitmem, milyon kez ‘yazık’ desem, neye yarar?

Gitti uçtu kayboldu bir coğrafya. İşte bu manzara elimi kolumu bağladı, işkencelerin en büyüğünü yemiş gibi yıkıldım. Konuşacak takatım kalmadı.

Ordu, Giresun, Trabzon, Rize ve Artvin, eşsiz sahilleriyle dünyada eşine rastlanmayan bir cennetti, yok oldu.

BUNLARI HANGİ GADDAR GÜÇ YAPTI

Bunları düşünürken, dedim ki içimden, bunları hangi gaddar güç yaptı? Halkın oyunu aldık diyenler yaptı. Peki halkın oyunu alanlar coğrafyayı imha etmek hakkına sahip mi?

Sahiptir diyorsanız, benim halk oyuyla demokrasiyle artık işim olmaz.

Ben Ürdün Umman’ı gördüm, o beğenmediğiniz çöl memleketinde insanlar evlerinin biçim ve renklerine kendileri asla karar veremiyor, çölün bedevisine dahi hayran oluyorsunuz. Tüm komşularımızı gezdim, böyle bir mimari delilik gaddarlık hiç görmedim. Suriye’nin çölünde bile adam iki kattan fazlasına izin vermemiş.

Giresun, ki, şimdi size öyle muhteşemdi böyle şahaneydi desem neye yarar, şimdi Giresun, demirlerin betonun ve mendireklerin içine gömülmüş bir ‘canavar şehir’ haline gelmiş.

Otelde İstanbul’dan yaşları oniki ondört yaşında su topu oyuncularını gördüm, su gibi incecik kızlar aralarında konuşuyor, ben yan masadan dinliyorum, ‘hayatımda bu kadar çirkin şehir görmedim’ diyor. Bu sözleri duyunca oturdum ağladım, otel odasına çıktım ağladım.

Oniki yaşındaki kızlar doğru söylüyordu ama çok ağrıma gitti.

O kadar çirkin ki ne içine girebiliyor ne yanından geçilebiliyor.

Oysa bundan yirmi yıl önce, hergün orada, içinde yaşadığımız halde, memleketimizin koylarını küçücük kayalarını denizde ıslanan ağaçlarını gördükçe, sevinçten haykırır, memleketimizin güzelliğinden çılgına dönerdik.Karadenizli olmak demek, işte bu eşsiz manzaranın içinde doğmuş içinde büyümüş demekti…

Şimdi yok.Öyle bir yok oluş ki, işte bu yazarın tüm siyasi düşüncelerinde kökünden rüzgarlar estiriyor. Ne halk oyuna ne demokrasisine inanmıyorum diyeceğim, belki başka bir şey, şimdilik tarif edemiyorum. (Her biri deresini borulara sokan HES’leri ve en güzel yamaçlarına yapılmış TOKİ evlerini hiç söylemeyeyim.)

CHP’Lİ BELEDİYENİN «HELA” KRİZİ

Giresun Belediyesi CHP’nin. Yöneticileriyle oturduk konuştuk. Dertleştik, ağlaştık. Nedir bu, buna ne diyeceğiz, tarihlerde böyle bir cehalet görülmüş mü?. Coğrafya kökünden kazınıp yok olmuş ve bir daha geri gelmesi milyar çağlarda mümkün değil.

Ne yapabiliriz, hiçbir şey, artık ağlamanın da faydası yok.

Laf lafı açtı… CHP belediyesi, ucundan köşesinden küçük küçük bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, dedi…

Belediyenin önünde bir ‘park’ düzenlemesi yapıyorlarmış, parkın da içinde bir umumi hela yapıyorlar…

Hela yapılmış bitmiş. Ancak Giresun’da alttan alta bir dedikodu almış başını yürüyor. Öyle bir dedikodu da nerdeyse halk ayaklanacak… İslamcılar, AKP’li muhalifler başı çekiyor bir ‘yalan’ haber yayıyor ortalığa.

Halka, bu CHP’lilerin derdi ‘hela’ yapmak değil, bizleri ‘kıbleye karşı işetmek’ istiyorlar, çünkü, umumi tuvaletin helası kıbleye karşı yapılmış, diye bir kara propaganda.

Belediye görevlileri hemen mimarları çağırmış, bu işin aslı astarı var mı diye, mimarların şüphesiz böyle bir niyeti asla yok, ama kıbleye karşı yapıldığı da doğru değil. Ölçmüş biçmişler, hayır, kıbleye karşı değil, yirmi derecelik sapma var.

Belediye görevlileri yirmi derecelik açıyla başka yöne bilgisini alıp hemen bu dedikodu merkezlerine gidiyorlar, mesela bölgenin en meşhur camisinin hocasına, çünkü, bu hoca da defalarca halka bunlar bizi kıbleye karşı işetiyor diye konuşmuş.

Hocanın yanına gidilmiş, hocaya henüz yirmi derecelik açı bilgisi verilmeden, hoca, kendi adamlarıyla daha önce ölçtürmüş biliyor, sırıtarak ‘hadi yirmi derecelik açıyla yırttınız’ demiş, CHP’li belediyeye. Yani yirmi derecelik açı çıkmasaymış yeri göğü sallayacaklar, CHP’yi hem kafirlikle hem de DİNE KARŞI tezgah kurmakla suçlayacaklar.

Durum budur kardeşlerim, Çin’i Hint’i Latin Amerika’yı Avrupa’yı gezin eşine başka bir yerde rastlanmayacak bir COĞRAFYAYI KÖKÜNDEN KAZIDILAR, tek bir kişi sesini çıkartmadı, ama umumi helanın pisuvarları kıbleye karşıymış diye, halkı galeyana getir.

Bu ülkede artık neyin yazarı olacaksın. Yazarlığımın artık bir tek anlamı var, o da arkadaşlarım çıkıncaya kadar bu sütunda mücadele etmek, gerisi, kafam çok karışık, beynim, bedenim, duygularım, bu kadar feci bir felaketi kaldıracak gibi hiç değil.

Yazı uzamasın, Giresun üzerine devam edeceğim.

Bunları da sevebilirsiniz