Son dönemlerde, mezar taşlarındaki eski Türkçe isimleri okuyamayan gençliğimizin vermiş olduğu derin üzüntüler içerisinde bir Osmanlı’ca tartışmasıdır gidiyor, gündemi hiç boş bırakılmayan ülkemizde. Sanki «Milliği Eğitim Şûrası” adı altında toplanan sarıksız mollaların oluşturduğu din şûralarının gayretli çalışmaları neticesinde milli eğitimimizin tüm sorunları çözülmüşçesine… Mezar taşlarındaki isimleri okuyamayan gençlerden yola çıkılarak, Harf Devrimi sonucunda bir neslin geçmişinden ve tarihinden koparıldığı, kayıp bir nesil yetiştirildiği sözde bahanesiyle tüm cumhuriyet devrimleri ve değerleri aleni bir dille aşağılanıyor.
Bu noktada öncelikle bir konunun altı kalın çizgilerle çizilmelidir… Dil yaşayan ve sürekli gelişen bir kavramdır. Türkçe de bir zamanlar Arapça ve Farsça’nın etkisindeyken günümüzde latin dillerinin etkisi altında gelişmiş ve değişmiştir. Dolayısıyla bir dönem kullanılan kelimelerin ve gramer yapılarının günümüzde kullanılmıyor olması o kelimenin Türkçe olmadığı anlamına gelmez. Buradan yola çıkılarak Osmanlıca’nın ayrı bir dil olmadığı, sadece o dönemlerde kullanılan kelimeler ve gramer yapısı itibarıyla Arap harfleriyle yazılan Türkçe olduğu iyi bilinmelidir. Bunun yanı sıra her ne kadar edebi kullanımda ve devlet bürokrasisindeki kullanımında farklılıklar gösterse de, kullanılan kelimeler göz önüne alındığında günlük kullanımdaki Osmanlı Türkçesi’nin günümüz Türkçesi’nden çok derin bir farkı yoktur.
Bugün ise orta öğretimde zorunlu hale getirilmesi gündemde olan Osmanlıca eğitimi, gençlerimize Arap alfabesini öğretmekten öteye geçemeyecektir. O dönemde kullanılan kelimelerin anlamlarını, gramer yapısını, dönemin sosyal şartlarını, kültürünü vs. öğretmeden verilecek bu tarz bir eğitim mezar taşındaki herhangi bir ismi okumaktan ibaret olacaktır. Mezar taşını süsleyen sarığın ne anlama geldiğini bilmeden; taştaki şekil ya da motiflerin kişinin hangi tarikata bağlı olduğunu, hangi sosyal statüde yaşadığının bir göstergesi olduğunu bilmeden, yalnızca bir isim okumak ne işe yarayacaktır? Tüm bunlar ise verilecek olan dil bilgisinin ötesinde farklı uzmanlıklar, farklı formasyonlar, ilgi, merak ve bu bilgilerin edinileceği yaşın uygunluğunu gerektirmektedir. Bununla birlikte Sayın Cumhurbaşkanı’nın ifade ettiği hususlar bir yere kadar doğrudur. Geçmişimizi yansıtan mezar taşlarında canlı bir tarih yatmaktadır ve mutlaka detaylı şekilde «konunun Osmanlıca bilen uzmanları tarafından” incelenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla Osmanlıca eğitimi tarihçiler, sanat tarihçileri, sosyal bilimciler, siyaset tarihçileri, uluslararası ilişkiler uzmanları ve hukukçular açısından şarttır. Ortadoğu coğrafyasında yaşarken; bu coğrafyadaki komşularımızın çoğunda resmi dil olarak Arapça konuşulurken, okullarımızda seçmeli «yabancı dil” olarak alfabesiyle, grameriyle bir bütün halinde Arapça öğretilmesi kabul edilebilir. Ancak ne olursa olsun, tarihçilerin bile Osmanlı arşivlerini inceleme izni alabilmek için bin bir zorluk yaşadığı bu ülkede orta öğretim öğrencilerine, seçmeli olsa dahi Osmanlıca adı altında sadece Arap alfabesinin öğretilecek olması açıkça abesle iştigaldir. Kaldı ki, «dahi” anlamındaki -de, -da eklerinin ayrı yazılması gerektiğini bilmeyecek kadar Türkçe dil bilgisinden yoksun yetiştirilen gençlerimize okullarda verilen yabancı dil eğitiminin hali de herkesin malumudur.
Laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olması gerekirken Türkiye Cumhuriyeti’ni hızla Araplaştırma projesi güden iktidar sahipleri, bu yolda ilk olarak Kur’an kurslarını nerdeyse okul öncesi çocuklara kadar açmış, gençlik kamplarını kız-erkek olarak ayırmış, baş örtüsünü önce üniversitelere, ardından devlet dairelerine, sonunda da anaokullarına kadar sokmuş, ilk ve orta öğretimde karma eğitimi dahi tartışır hale gelmiş ve nihayetinde de Osmanlıca eğitim meselesi bu Araplaştırma projesinin son ayağı olarak ülkenin gündemine oturtulmuştur.
Başlı başına birer tarihi değer oldukları halde, ülkemizde Topkapı ve Dolmabahçe Sarayları’ndan başka gurur duyulacak bir eser olmadığından yakınan Sayın Cumhurbaşkanı, hilafet ve sultanlık hayallerini taçlandırmak üzere, ülkeyi Araplaştırma projesi kapsamında; demokratik, laik, sosyal, hukuk devletlerine değil de, sultanlıklara, şeyhliklere, emirliklere, kabile devletlerine ve diktatörlüklere yaraşan, bin liralık kadehlerde ayranını (!) yudumlayabileceği ihtişamda, bin küsur odalı bir sarayı da millete (!) armağan etmiş ve ilk iş olarak da Papa’yı çağırarak sarayını kutsatmıştır. Sarayı kutsamak üzere ülkemize gelen Papa ise gitmeden önce yüzlerce yıldır kanlı bıçaklı oldukları, karşılıklı olarak birbirlerini aforoz ettikleri Patrikhane’yi ziyaret ederek Katolik ve Ortodoks dünyaları arasındaki barışın ve büyük ihtimalle Müslüman ve Türk dünyasına karşı yeni bir Haçlı oluşumunun ilk sinyallerini vermiştir. Siyasi, dini ve sosyal açıdan böylesine büyük bir önemi haiz bu Katolik-Ortodoks barışının; Türk kelimesinin ağıza bile alınmaktan imtina edildiği, «her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alıyoruz” derken, öte yandan Polonya’da «Büyük Polonya Milliyetçileri”ne hitaben konuşmalar yapan bir iktidarın yönettiği, başta Ortadoğu olmak üzere neredeyse tüm Arap dünyasıyla kavgalıyken inatla Araplaştırılmaya çalışılan bir ülkede yeşermesi sizce de yeteri kadar manidar değil midir?
Sözün özü şu… 30’lu yaşlarını yarılamış olanlar gayet iyi hatırlayacaktır. Almanya’nın birleştiği, Doğu Bloku’nun yeni yeni dağılmaya başladığı, Yugoslavya’nın henüz parçalanmadığı, Çek Cumhuriyeti ile Slovakya’nın Çekoslavakya olarak tek sınırı paylaştığı dönemlerde çocukların bir tekerlemesi vardı… «Çekoslavakyalılaştırdıklarımızdan mısınız, Çekoslavakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız? Herkes söyleyemezdi bu tekerlemeyi. Ama emin olun ki bugünün çocukları yakın zamanda Araplaştırdıklarımızdan mısınız, Araplaştıramadıklarımızdan mısınız sorusunu gayet kolay şekilde soracaklar. Ne de olsa devlet politikamız…