Avrupalıların Avrupa’yı Keşfi Ya Da Avrupa’nın Kıta Olarak İcadı!

Akdeniz kıyıları dışında Avrupa, Avrasya’nın, en kuzeyle birlikte, insan yerleşikliğinin en son yaşandığı bölgelerindendir.

Avrupa” bir kara parçasının adı olmakla birlikte bu özel ad geç bir dönemde kullanıma girmiştir. Çünkü ileri olmayan bir bölgenin uygarlık olarak belirleyici ve iddialı olması söz konusu olmadığı gibi, ilkel uygarlıkların ufuk ötesini adlandırmaları da beklenemez. Bu kara parçasının eski çağlarda bir adı yoktu. Fenikeli bir prensesin kaçırılması efsanesinden gelen adı (Europa), önceleri Greklerce Ege Denizinin batısındaki karalar, yani Greklerin kendi ülkeleri için, Peloponez-Mora anakarası için kullanılmaktaydı. Sonraları Akdeniz’in kuzey şeridindeki sahiller buna dahil oldu. En sonunda Akdeniz’in batısı ve ortası ile karanın bütün kuzeyini kapsayacak şekle, yani bugünkü haline geldi.

Kara sınırları son derece uzun olduğundan Avrupa’nın doğuda nereye kadar uzandığı kendiliğinden belirgin değildir ve bu yüzden orada sınırı tartışmalıdır.

Rönesans, Avrupa adını kullandı ve yaygınlaştırdı.

Bir ada kavuşmanın yanı sıra Avrupa‘yı, bir kıta saymak da istediler. Adeta çaplarını büyütüyorlardı. Bir kıta olmamaktansa kıta olmak daha iyiydi! Bu şekilde kendisini Asya gibi ne kadar büyük olduğu bilinmeyen ve ulaşılamayan muazzam Asya gibi görmek, hatta kendi kıtasını onun önüne koymak mümkün hale geliyordu. Kendi kıtalarının başka kıtalardan büyük olduğuna bile inanmak istiyorlardı! Bu, tamamen kıtasal benmerkezciliğin ve ilk Avrupamerkezciliğin bir tezahürü ve sonucudur.

Avrupa“ adını kullanmak keşfedilir keşfedilmez dünyaya merkez olduğu da anlaşılıvermişti.

Aslında Avrupa ayrı bir kıta olmayıp, Asya’nın batı ucudur, Asya’nın batısındaki bir yarımadadır. Ve bugün içinde bulunduğumuz tarihsel an, kıta olmaktan bu yana ilk kez Avrupa’nın bu gerçeği hatırlamaya ve kaderinin Asya’yla birlikte şekillendiğini anlamaya başlamış olduğu zamandır. Avrupa’nın bunu anlamasını kolaylaştıran etkenler, enerji kaynakları bakımından Asya’ya bağımlılığında, ekonomik ilişkiler bakımından Asya’nın dışında kalamayacak olmasında yatıyor.

Ve “Avrasya“ kavramı yalnız bir coğrafya kavramı olmaktan çoktandır çıkmış bulunuyor. Avrasya artık siyasal, kültürel, ideolojik ve ekonomik bir gelecek terimidir. Avrasya düşüncesi, (1) üstün, benzersiz, mucizevi Batı uygarlığına karşı bir harekettir. (2) Dünya çapında iddialı olan ve küresel hegemonya hayali sahibi ABD’ye karşı bir harekettir.

Bu anlamda Avrasyacılık 20. yüzyılda ortaya çıkmış, ama 21. yüzyılda ete kemiğe bürünmüştür.

Avrupa, haliyle Avrasya’nın içindedir ve önünde sonunda Avrasya’daki yerini alacak bilince varacaktır. Avrupa içinde bunu sağlayacak olan da, Asya’ya en fazla bağımlı olan, Asya’ya en yakın olan ve Avrupa’da en fazla Avrasyalı olan Almanya’dır.

Avrupalılar vaktiyle böyle yapmayıp ayrı bir kıta imiş gibi kendilerini ayrı tanımladılar. Gereklerini de buna göre yaptılar. Çünkü onlar bir „uygarlık“tı. Ve ayrı bir kıta olarak, zaten açığa çıkmış bulunan Doğu uygarlığından ayrı bir şekilde kendilerini kıta olarak temsil etme yoluna girmeleri gerekiyordu!

Avrupa’nın kendine biçtiği görev, kendisi bir uygarlık olmaktı!

Feodalizme kadar Avrupa da yok, Kıta da yok!

Bir Akdeniz devleti olan Roma İmparatorluğu en geniş sınırlarına ulaştığı zaman eyaletler kıta adlarına göre anılmazlardı. Ancak Asya ve Afrika olarak kıtalardan söz edilir, Avrupa’nın adı ise kullanılmazdı. Britanya, Galya, Trakya, Germanya gibi bölgelerin adı geçer, Avrupa’nın sözünü eden olmazdı.

İmparatorluğun Avrupa kısmı, yapıya en son bağlandığı gibi, imparatorluk topraklarının en önem taşımayan bölümü gibiydi. Zenginliğin esas kaynağı Asya ve Afrika’ydı. Bunun sonucu olarak Roma gerileyişindeki küçülme Avrupa’dan başladı, Avrupa parçası tarih olduktan sonra ise Asya tarafı (Bizans) bin yıl daha yaşadı.

Bütün bunların gösterdiği, Avrupa adının bir önemi olmayışı yanında, bu yoğun yarımadanın pek anlamlı da olmadığı. Ancak Akdeniz’e gelince iş değişiyor.

Avrupa’nın savunulabilir bir toprak olarak algılanabilmesi için 711 yılının beklenmesi gerekecekti. Tarihyazımı, her yönüyle doğru olmasa bile, İslamın karaya çıktıktan sonra kuzeye ilerlemesinin “yabancı”ya karşı mücadele halini aldığını yazıyor. Aslında gene gerçekle bir ilgisi yok ama tarih, Tours ve Poitiers’de (732) yenilgiye uğratılan İslam güçlerinin “durdurulması”, Avrupa’nın “istiladan kurtarılması” şeklinde bugünlere geldi. Sonradan yazılan tarihler haliyle yakıştırmalarla dolu olur.

Neyse, biz tarih bilimi açısından baktığımızda Avrupa’yı “feodalizmin inşa ettiğini” yazana hak vermeliyiz.1 Çünkü bir yerin adı kullanıma girecekse her şeyden önce bir olguya konu olmalı. Olgu, Roma sonrası Avrupa’da ortaya çıkan feodalizmdir. Avrupa tarihin gözünde ilk kez önemli olmaktadır, çünkü bu feodalizmi izleyecek bir başka üretim ve ilişkiler zinciri de yola çıkmıştır. Yüzyıllar sonra köleci sistemi feodal sistem, onu da kapitalist sistemin izlediği keşfedilmiştir ya, taşlar doğru olmasa bile “evrensel” üretim biçimleri ve gelişme yasaları olan üretim biçimi şemaları ezberlenecektir artık. Ama her toplum köleci, her toplum feodal olmak, o dönemlerden geçmek zorunda mıdır modernleşmek için? Bunun tartışılması ise bitmez. Doğu toplumlarında köleciliğin olmadığını farkedenler2 yanında, feodalizmin de kimi (Doğu) ülkelerinde hiç olmadığını, olmayabildiğini ileri sürenler çıkacaktır (Asya Tipi Üretim Tarzı).

Kölecilikle uygar olunabildiğine göre, ondan üstün olan feodalcilikle ya da “feodal” olmayan Asya ülkeleriyle neden uygar olunamasın?

Neyse, biz kıtayı feodal devletler oluşması sürecine sokarak Avrupa adını hak etmesine yol açan “Europa, vel regni Caroli”nin, yani Karolenj imparatorluğunun damgasına bakalım. Artık bir Avrupa vardır. Ve o büyük feodal imparatorluk (ilk “Avrupa imparatorluğu”dur) sayesindedir. Onun fazla yaşamamasına takılmamak lazım, bütün Avrupa’nın onun eseri olduğunu görmek önemli! Cermenlerin de bu Avrupa’da tek tip tuğla olarak esas inşaat malzemesi olduğu da gözlerden kaçmasın.

Madem Artık Avrupa Var, Birleşmeli!

Evet, 15. ve 16. yüzyıllara geldik. Çok-kutuplu, çok-merkezli bir Avrupa. Büyük devletler, büyük güçler ortaya çıkmış bulunuyor. Ayrıca siyasal güç, Kilise (Papalık) ile devletler (hükümdarlar) arasında paylaşılmış. Paylaşılmış ama anlaşmayla değil, bölünmüş yani. Çekişerek, birbirinin kuyusunu kazarak tek otorite olmak istiyorlar. Tekçilik herkesin hevesi. Bunun yanı sıra 17. yüzyılda Avrupalılar dünyaya Kıtalarıyla hakim olmak istiyor. Avrupa kendisiyle övünmek pşinde, birlik olarak atılım ihtiyacında. 11. yüzyıldaki toplaşma ve birleşmeyle kıtalararası seferlere çıkılmıştı. Sonu hüsrandı ama olabilmesi büyük başarıydı.3 Bu başarının hüsran olmayanının yaşanması lazımdı.

Üstelik Avrupa tamamen Hıristiyandır. Tek-din programı gerçekleştirilmiştir. Ve Hıristiyanlığın birleştiriciliğine bel bağlanmıştır. Ama buna karşın Avrupa’daki en önemli ayrışma, en köklü bölünme, en kıtasal parçalanma ve en büyük düşmanlaşma, dinsel alanda olacaktır.4

16. yüzyıl Avrupa’nın denizler yoluyla dünyaya açıldığı Keşifler yüzyılıydı.

Roma dönemi sonrasında büyük tarihsel gelişmeler bundan sonrasıdır.

Okyanuslardan varılan yerlerde güç bakımından zorluk yaşanmaması, silahsız ve savaş bilmeyen toplumlarla karşılaşmaları, Avrupalılara dünyanın hakimi olacaklarını düşündürdü ve üstün olduklarını sandılar. O günler için teknik olarak üstündüler, ama bunu “türlerinin” farklı ve sonra da ırklarının üstün olduğuyla5 açıklanır sandılar.

Avrupa dünyanın merkezi yapıldı. Bu aynı zamanda Avrupa’nın kıta olmasını da gerektirdi.

Avrupa çok kavimli bir kıta. Bu çok kavimliliğe bağlı olarak çok devletli. Bunların bir kısmı devletçikmiş, prenslikmiş, düklükmüş, ne gam! Onlar zamanı gelince kendiliğinden bir araya gelir, önce eşitler arasında, eşit gibiler arasında birlik olur (aralarından biri daha fazla eşittir, o birinci yapılır6), çok birimli feodal devlet ortaya çıkar. Sonra da sıra büyük birimlere gelir.

İşte orada bir zorluk var.

Avrupa’nın Babası” Şarlman’ın7 Avrupa’yı birleştirmesi başarısız olmuştu, çünkü Frank devleti kısa ömürlüydü. Doğu’da olsa kısa ömürlü olmazdı, orada olmuyordu. Devletin tarihi orada yazılıyordu. Zaten milletler çağına da daha çok vardı.

Tarih bekledi.

Milletler çağında kıtasal birliği ilk deneyen Napoleon olacaktı. Kendi büyük devrimini çiğneyince o da başarısızlığa uğradı. (Çiğnemese de başarılı olamazdı; devrimler çağı, “belirli sınırlar içinde milli devrimler çağı” idi.)

Sonraki deneyen Hitler’di. Savaşın kaybedenlerinin birleştireceği bir arazi tarihte hiç bir zaman olmamıştır.

Geldik, Avrupa Birliği’ne.8

Uygarlık”ın geniş bir kavram olmasına karşılık, “kültür”ün daha dar bir algısal alanı ifade ettiğinden yola çıkılarak, Avrupalı olmayanlara daha uygun bulunan “kültür”, “uygarlık” sözcüğünün karşıtı ve seçeneği yapılmak istenmiş, bunun tartışmaları kavramlar üzerinde duranlarca önemli görülmüştür.9

Milletler birlikler olduğu için milli devletlerin de birleşmesi teorik olarak mümkündür. Ancak Avrupa Birliği’nde milli devletler birleşmedi, emperyalist devletler birleşti, birleştirdi.10 Birleşme milli temelde değildir, emperyalist bir program temelindeydi. Ama “birleşme” ve “birleştirme”nin yanında hiç gerekmediği halde parçaladı da. Avrupa Birliği sürecinde merkez birleşirken kenarlar dağılıyordu, büyükler birleşirken küçükler parçalanıyordu. Zamanın ruhu, “merkez dışında” birleşmeye uymuyor, ona imkan tanımıyordu. Gene de büyükler dışında “birleşenler” ya da “birleştirilenler” oluyorsa da onlar bu işten hep zararlı çıkıyorlardı. Avrupa Birliği’ne girdikten sonra iflas eden ülkeler örnektir.

Beklenip görülecek bir başka şey, emperyalist devletlerin “birleşme” yeteneğinin olup olmadığıydı. Çünkü Avrupa Birliği’nin esas yapıtaşları onlar (esas olarak Almanya ve Fransa). Ve ufuk ötesine bakanlar bu birliğin “ilelebet payidar” olmayacağını görüyor.

Avrupa nelerden meydana gelmiş?

Her şeyden önce insanlar olarak yerlileri var. Cermenler, Slavlar, Keltler, Nordikler, Latinler, Hellenler, Bulgarlar, Macarlar, Finler vb. Bunlar arasında tarihte Avrupa’yı en fazla belirleme olanağı olanlar Cermenler, Slavlar ve Latinlerdir.

Devlet olarak tarihten silindikten sonra bile Roma İmparatorluğu bir Akdeniz devleti olarak Avrupa’ya en çok katkısı olan etkendir.

Din olarak Hıristiyanlık Avrupa’yı birçok bakımdan biçimlendiren roller oynamıştır.

Antik çağda karaların hakimiyetindeki bölgelerde fazla gelişme olmazken, kıyı toplumlar ve devletler-yapılar etkin oldular. Akdeniz’deki gelişme, sonraları Atlantik’te kıyısı olanlarla Kuzey denizi insanlarının etkinliğiyle devam etti.

NOTLAR

1 Braudel, s. 329.

2 Örneğin, Samir Amin, Çevre Kapitalizminin Toplumsal Biçimleri Üzerine Deneme / Eşitsiz Gelişme, Arba Yayınları, İstanbul 1991, s. 22 ve 23.

3 Milyonların seferber edildiği Haçlı Seferleri, insanlık tarihinin ilk büyük planlı, örgütlü, kapsamlı fetih hareketidir. Geniş bilgi için Doğu’dan Batı’ya Uygarlık Kapıları başlıklı çalışmamızdaki ilgili bölüme bkz. s. 245-354.

4 16. yüzyıldaki Reformasyon tek-dinli ve tek-merkezli Avrupa’nın merkeziyetçiliğine karşı olarak başarılı oldu. “Siyasal Hıristiyanlık” büyük darbe aldı, merkezin (Roma’nın, Papalığın) tekçiliği sona erdi. Bu konuda bilgi için Reformasyon, FETÖ, Bağımsızlık ve Endüljans” başlıklı yazımıza bkz. Dağarcık Türkiye, Haziran 2017, http://dagarcikturkiye.com/2017/06/01/reformasyon-feto-bagimsizlik-ve-enduljans/.

5 Her şart altında karşısında oldukları insanlardan “üstün” olmaları, onların insan olmadıklarını düşünmelerine yol açmıştı. Hıristiyanlaştırılmaları için Papalığın onların insan sayılmaları gerektiğini belirtmesi yüzünden (hayvanlar Hıristiyanlaştırılamazdı!) bu sefer “tür” ayrımından vazgeçmek zorunda kaldılar, onların da insan ancak kendilerinin aynı insan “türünün” üstün ırkı oldukları varsayıldı.

6 Batı Franklarda “eşitler”in ortaya çıkması, kralın “eşitler arasında birinci” (prima inter pares) olmasına yol açmıştı.

7 Türkçemizdeki Şarlman, Büyük Charles ya da Büyük Karl (Charlemagne / Karl der Grosse / Carolus Magnus) adıyla bilinen Cermen kralı I. Charles’dır (768-814).

8 Avrupa Birliği düşüncesinin 20. yüzyılda Fransa’daki öncülerinden olan Jean Monnet (1888-1979), aslen iktisatçıydı. Diplomat ve siyasetçi olarak bu konuda etkili bir mücadele verdiği için “Avrupa’nın Babası” olarak adlandırılmıştır.

9 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Elias, s. 73-110.

10 Her zaman tartışmalı olan Avrupa kavramı içinde Doğu Avrupa’nın ve Rusya’nın olmaması gerektiği yaygın bir düşünceydi. Ayrıca Avrupa Birliği, 1950’lerde ilk tomurcuklandığı ve şekillenmeye başladığı dönemde yalnızca gelişmiş kapitalist (emperyalist) Avrupa ülkelerini, yani çekirdeği kapsayacaktı. Bu yüzden “Altılar”dı.

KAYNAKLAR

Samir Amin, Avrupamerkezcilik / Bir İdeolojinin Eleştirisi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1993; Goody, 2012; Bernal.

Martin Bernal, Kara Atena / Eski Yunanistan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi? (1785-1985), Kaynak Yayınları, İstanbul 1998.

Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, İmge Kitabevi, Ankara 1996.

Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu, Alan Yayıncılık, İstanbul 1982.

Aslı Çırakman, “Avrupa Fikrinden Avrupa Merkezciliğe”, Doğu Batı, sayı 14, Şubat, Mart, Nisan 2001, s. 28-46.

Norman Davies, Avrupa Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara 2006

Norbert Elias, Uygarlık Süreci, Cilt 1, İletişim Yayınları, İstanbul 2000.

Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Ankara 1976.

Jack Goody, Batıdaki Doğu, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2002.

Jack Goody, Tarih Hırsızlığı, T. İş Bankası Yayınları, İstanbul 2012.

Alp Hamuroğlu, Hıristiyanlık, İslamlık ve Avrupa / Doğu’dan Batı’ya Uygarlık Kapıları (Endülüs, Sicilya, Haçlı Seferleri), Bilim ve Gelecek Yayınları, İstanbul 2016.

Erdmute Heller, Arabeskler ve Tılsımlar / Batı Kültüründe Doğu’nun Tarihi ve Öyküleri, İmge Kitabevi, Ankara 2000.

John M. Hobson, Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, YKY, İstanbul 2007.

Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 1999.

Attilâ İlhan, Hangi Batı, Bilgi Yayınevi, Ankara 2001.

Henri Pirenne, Hz. Muhammed ve Charlemagne, İmge Kitabevi, Ankara 2006.

James Reston, Jr., ‚Allah’ ve ‚Tanrı’ İçin Savaşanlar, Aykırı Yayıncılık, İstanbul 2004.

Bunları da sevebilirsiniz