Yüzüncü kuruluş yılını kutluyor ya da anıyor olduğumuz Cumhuriyeti, 100 yıldır yaşattığımızı düşündüğümüzden, bu durumdan gurur duyduğumuzdan mı, yoksa cumhuriyete ait birçok değeri, niteliği çoktan kaybettiğimizin geç de olsa farkına vardığımız için mi bilinmez, sosyal medya ve benzeri sohbet gurupları cumhuriyetle, Atatürk’le ilişkili mesajlarla dolup taşıyor. Bir kısmında coşku, bir kısmında kızgınlıkla karışık hüzünlü bir iman tazeleme gayreti hakim.
Belediyeler, valilikler de boş durmadı. Herkes kendi anlayışına, kendi fıtratına, dünya görüşüne uygun bir programla kutladı/andı Cumhuriyetin 100. Kuruluş yılını. Bu bayramda, Atatürk sevgisi, cumhuriyet coşkusu kabaranlar arasında en öne çıkan, en çok dikkat çeken kesimlerden biri de, çoğu tamamen ve kısmen yabancı sermayeli, yabancıdan aldığı borç parayla yatırım yapıp, onun bedelini finansman maliyeti diyerek vatandaşın sırtına, hem de misliyle yükleyen şirketler ve piyasacılar oldu. Her fırsatta, dışarıdan borç olarak gelecek paralarla yaşanacak ekonomik büyümeyi ekonominin kurtuluşu gibi anlatan, alınan paranın borç olduğunu ve bunun siyasi bir bedeli de olacağını görmezden gelen, bu bedeli ödemeye yani egemenlikten vazgeçmeye hazır piyasacılar, ekonomik bağımsızlık olmadan, siyasi bağımsızlık olamaz diyen Atatürk’ü büyük bir yüzsüzlükle andılar.
Sermayesi yabancı, ismi yabancı şirketler, tüm dünyanın kişisel verilerini hunharca derleyip, metalaştıran internet arama motorları bile, Cumhuriyetin ilan olunduğu Meclis Binasının resmini koyarak “Cumhuriyetin yüzüncü yılını” kutlamaktan geri kalmadı. Cumhuriyetin kuruluşunun 100. Yılını andığımız dün, 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan süreçte, her fırsatta bağımsız ekonominin yok edilmesi operasyonunun, kurtarıcı kılığına sokulmuş ABD’den devşirme piyonlarına övgüler düzen, elleri devletin kasasından çıkmayan serbest piyasacı şirket patronları, en sıkı Atatürkçü, en sıkı Cumhuriyetçi maskesiyle sahne almakta bir mahsur görmediler. En üst düzey sermaye kesimi sözcüleri yaptıkları konuşmalarda Atatürk adını ağızlarından eksik etmedi, Cumhuriyeti öve öve bitiremediler.
Öve öve bitiremediler ama diğer yandan da, Cumhuriyetin ilanının 100. yılı nedeniyle hazırlatıp, yayınlattıkları reklamlarda, Cumhuriyetin ulusal bağımsızlıkçı, antiemperyalist özünü, 1924-1937 yılları arasında gerçekleştirilip Anayasa Hükmü haline getirilen devrimleri, devrimlerle şekillenen kurucu ideolojinin/devletin niteliklerinin göz ardı ettiler. Tam tersi olarak, 29 Ekim 1923’de kurulan Cumhuriyetin, İkinci Meşruiyetle başlayan batı taklitçisi siyasi çizginin devamı olduğu yalanını öne çıkarmaya çalıştılar.
Sonuç olarak, emperyalizme karşı bir savaş sonrası kurulmuş olan Cumhuriyetin ilanının 100. Yılı, ekonomik ve siyasi bağımsızlığın, özgür düşünebilen yurttaşlardan meydana gelecek yeni toplumun tutkalı olan/olacak siyasi ve idari tekilliğin (üniterliğin) ve laikliğin geçen 70 küsur yılda nasıl adım adım yıpratıldığını, büyük ölçüde görmezden gelen bir illüzyon içerisinde “coşkuyla” kutlanmış oldu.
Kutlamaların şekli ve içeriği/içeriksizliği bu olunca, kutlamalar ardından benim aklıma takılan soru da, Cumhuriyetin ilanının100. Yılında kurucu çizgiden, kurucu değerlerden, ilkelerden, ideolojiden elimizde ne kaldı ki, neyi kutladık, çağa uymak, çok partili rejime geçmek cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak adına bu geçen yüzyılda Cumhuriyetin hangi niteliklerden vazgeçtik oldu. Yerel yönetimleri güçlendirmek adı altında üniter devletten, demokrasiyi güçlendirmek adına laiklikten, eğitimde birlik yasasından, ekonomiyi güçlendirmek adına bağımsız ekonomiden vazgeçerek nereye ulaştık?
Aynı soruları, Cumhuriyetin kuruluşundan ama özellikle Atatürk’ün 10 Kasım 1938’deki vefatından bu yana Cumhuriyetin siyasi çizgisinde, niteliklerinde yaşanan değişiklikler nelerdir şeklinde ifade etmek de mümkün.
Şüphesiz ki bu soru ilk kez benim tarafımdan sorulmuyor? Benim yapmaya çalıştığım, Atatürk’ün ölümünün hemen sonrası, bizatihi CHP ve devlet yönetimi içerisinde başlayan “demokrasi” maskeli karşı devrim girişimleri ve bu girişimlerin Cumhuriyetin kurucu ilkeleri ve Atatürkçü ideolojiye ihanet olduğunu ifade eden, bu yüzden başlarına gelmedik şey kalmayan sanatçıların, aydınların, devlet adamlarının uzun yıllar öncesinden sorduğu, yanıtını aradığı, bunun karşılığında hapislere, sürgünlere gönderilerek, bir kenara itilerek susturulmaya çalışıldıkları, bedelini ödedikleri soruların bir tekrarı aslında.
Farklı bir şekilde ifade edersem, Atatürkçü İdeoloji ile Altı Ok’un eş anlamlı olarak kullanılmasının doğru olmadığını, Atatürkçülüğün daha kapsamlı bir ideoloji, “Altı Ok”un ise onun yirminci yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da uygulanışı olduğunu yani kısıtlı bir tarihsel döneme ait olduğunu dolayısıyla çağının geçtiğini söyleyen, yine kendi yazılarında, Günümüz Atatürkçülerinin savunması gereken ilkeleri; Laiklik, Laiklik üzerinde yükselen Temel Hak ve Özgürlükler, Laikliğe, Temel Hak ve Özgürlüklere dayalı olan Demokratik Rejim ile bu üç ilkeyi koruyacak olan bağımsız yargı ve evrensel hukuk mekanizması olarak dörde indiren Emre Kongar gibilerin, tarihi, tarihi gerçekleri saptırarak ve kendi kafalarına göre bir çağ ve çağdaşlık tanımı yaparak yani çağdaşlığı batı taklitçiliği olarak sunarak topluma kabul ettirme misyonunu üstlendikleri, günümüz CHP’sinde iktidar savaşı içerisindeki her iki kesimin de içerisinde yer aldığı bir deformasyon sürecinin deşifre edilmesinden bahsediyorum aslında.
Bu önemli olduğunu düşündüğüm sorunun yanıtı için bakılması gereken yer ise, daha önce bu soruyu soranların yaptığını, Cumhuriyetin kuruluşundan ama özellikle Atatürk’ün 10 Kasım 1938’deki vefatından bu yana Cumhuriyetin siyasi çizgisinde, niteliklerinde gerçekleştirilen değişikliklerin neler olduğunu hatırlamak, hangi “ulvi” gerekçelerin ardına saklanılarak yapıldığını sorgulamak. Bu sorgulama yapılmaksızın, bu sorgulamadan dersler çıkarmaksızın, şirket reklamlarıyla ideolojik sınırları çizilen kutlamaların/anmaların kendimizi tatmin ya da kandırma dışında bir anlam taşımadığı açıktır.
Bizatihi hazırlayanlar/kabul edenler tarafından “İkinci Cumhuriyet’in Anayasası” olarak takdim edilen 1961 Anayasasıyla, Anayasa hükmü olmaktan çıkarılan “devrimcilik ilkesine” yeniden sahip çıkıp, devrimciliğin gereğini yapmaksızın, dostlar alış verişte görsünler babından “Yaşasın Cumhuriyet” denilerek atılan mesajlarla Cumhuriyetin yeniden kazanılmasını, gerçekten ilelebet yaşamasını sağlamanın mümkün olmadığını da söyleyip bitireyim.