Zihin felsefesindeki temel sorun Zihin–Beden Sorunu olarak adlandırılır. Bu sorun, kabaca, zihin ile beden arasındaki ilişkinin doğasıyla ilgilidir. Ancak bu üstünkörü tarifin sorunun ne olduğunu aydınlatmada yeterli olmadığı açıktır: Zihin ile beden arasındaki ilişkinin doğası neden felsefî bir sorun teşkil etsin ki? Zihin-Beden Sorununun ilginç bir özelliği, zihin felsefesinde benimsediğiniz tutuma göre sorunun ne olduğunun da değişebilmesidir. Örneğin, farz edelim ki bir materyalistsiniz ve dünyada var olan her şeyin fiziksel olduğunu düşünüyorsunuz. Bu durumda, zihnin fiziksel bir çerçevede açıklanması zor görünen özelliklerinin, örneğin bilincin, fiziksel dünyada nasıl yer edinebileceğini ve beyin tarafından nasıl üretilebileceğini açıklamanız gerekir. Nasıl olur da tamamen fiziksel bir nesne olan beyin, bilinç gibi öznel ve adeta ruhani bir fenomene yol açabilir ki? Öte yandan, eğer bir düalistseniz, yani zihnin ve maddenin bağımsız tözler olduğunu düşünüyorsanız, zihin ve beden arasındaki nedensel etkileşimin nasıl gerçekleştiğini açıklamanız gerekir. Nasıl olur da tamamen ruhani bir töz, fiziksel dünyada etkilere sahip olabilir? Gördüğümüz üzere zihin felsefesinde benimsediğiniz pozisyon, zihinle beden arasındaki ilişkiyi neden felsefî açıdan sorunlu bulduğunuzu belirler.
Zihin-Beden Sorunundan bahsedip de Descartes’ı anmamak olmaz. 17. yüzyılın Fransız filozofu “Modern Felsefenin Babası” olarak adlandırılır ve çağdaş zihin felsefesinin köklerinin Descartes’a uzandığı düşünülür. Yaşadığı yüzyılda da zihin hakkındaki baskın görüş kuşkusuz Kartezyen görüş olmuştur. Descartes bir düalist olduğu için karşılaştığı büyük sorun zihinle beden arasındaki bariz nedensel ilişkinin bir açıklamasını sunmaktır. İsteklerimizin ve amaçlarımızın, yani zihinsel dünyamıza ait bileşenlerin, bedenlerimiz üzerinde etkisi olduğu açıktır. Örneğin “canım soğuk bir şeyler çektiği için” kalkar ve buzdolabına giderim. Peki nasıl olur da fiziksel dünyadan tamamen bağımsız bir varlığa sahip olan zihnim bedenimi bu şekilde etkileyebilir?
Descartes’ın bu soruya verdiği yanıt (kendisi dahil olmak üzere) hemen hiç kimseyi tatmin etmemiştir: Descartes’a göre zihin ile beden arasındaki nedensel etkileşim epifiz bezi aracılığıyla gerçekleşiyordu. Descartes’ın neden böyle düşündüğünü anlatmaya çalışayım. Ona göre zihnin önemli bir özelliği onun bölünemez oluşuydu: Öznel deneyiminizi iki parçaya bölemezsiniz. Eğer bölseydiniz, ortada iki parçadan oluşan tek bir bilinç alanı değil, iki ayrı bilinç alanı olurdu. Öte yandan, Descartes dönemindeki anatomi çalışmalarını yakından takip ediyor ve beynin iki simetrik lobdan oluştuğunu biliyordu. Diğer lobda simetrik bir eşleniği bulunmayan tek parçanın epifiz bezi olduğu kanaatine varmıştı. Dolayısıyla, beynin kısımları arasında zihnin bölünemez doğasının hakkını verecek tek fiziksel yapının epifiz bezi olduğunu düşünüyordu. Zihin, bedenin davranışlarını epifiz bezi aracılığıyla etkiliyor olmalıydı.
Ancak bu yanıtın neden tatmin edici olmadığını görmek zor değil. Ne de olsa epifiz bezi de fiziksel dünyanın bir parçası. Zihnin fiziksel dünyadaki bedenimizi nasıl etkilediğini açıklayamıyorsak, bedenimizin bir parçası olduğu için kendisi de fiziksel bir nesne olan epifiz bezini nasıl etkilediğini de açıklayamayız.
Descartes’ın ünlü takipçilerinden Nicolas Malebranche, zihin ve beden arasındaki nedensel etkileşimin nasıl gerçekleştiği sorusuna daha ilginç bir yanıt vermiştir. Bu yanıta göre, yalnız zihin ve beden arasındaki nedensellikle değil, herhangi iki şey arasındaki nedensellikle ilgili kavrayışımızı kökünden değiştirmemiz gerekir. Malebranche’a göre ne zihinsel durumlar fiziksel olaylara ne de fiziksel olaylar başka fiziksel olaylara neden olur; çünkü tek hakiki neden Tanrı’dır. Sinemada film izlerken tabancadan çıkan kurşunun hedefini vurarak öldürdüğünü görürüz. Ama bir yandan kurşunun isabet etmesi ile hedefin ölümü arasındaki nedensel ilişkinin tamamen bir illüzyon olduğunu biliriz. Ne de olsa, film aslında birbirini takip eden durağan görüntülerden ibarettir. Durumun doğru tarifinde kurşunun isabeti ölüme neden olmamıştır, bundan ziyade ikisine de neden olan şey filmi yansıtan projektördür. Benzer şekilde, Malebranche’a göre, bizim dünyamızda da kurşunlar ölümlere neden olmaz. Daha ziyade, Tanrı her bir anı öyle bir şekilde yaratır ki, birbirini takip eden olaylar arasında nedensel ilişkiler varmış gibi görünür.
Bu yanıtın bir sorunu – tamamen inanılamaz oluşunu bir kenara bırakırsak – açıklamayı çalıştığı fenomeni bir anlamda reddetmesidir: Zihin ve beden arasındaki nedensel etkileşimi açıklamaya çalışırken kendimizi böyle bir etkileşimin, hatta hiçbir nedensel etkileşimin olmadığını savunur halde buluruz.
En az bu kadar ilginç (ve bir açıdan bu kadar dâhiyane) bir yanıt da Descartes’ın başka bir takipçisi olan Gottfried Leibniz tarafından ortaya konmuştur. Leibniz’e göre de ayrı tözler arasında alıştığımız anlamda nedensel bir etkileşim yoktur. Bundan ziyade, dünyamız Tanrı tarafından önceden öyle bir şekilde ayarlanmıştır ki, dışarıdan bakıldığında tözler arasında nedensel etkileşimler varmış gibi görünür. Tam da su içtiğiniz anda susuzluk hissiniz kaybolur; ama bunun sebebi iki olay arasında nedensel bir ilişki olması değil, evrenin önceden bedeninizin gerçekleştirdiği su içme davranışıyla, zihninizdeki susuzluk hissinizin kayboluşunun birbirini takip edecek şekilde ayarlanmış olmasındandır. Malebranche’ın dünyası bir sinema filmiyse, Leibniz’inki de bir senfoni orkestrasıdır. Kalabalık bir orkestranın her bir üyesi yalnızca kendi partisyonunu çalar, ama hepsi birlikte dinlendiğinde bir bütün oluşturur.
Yalnız şunu da eklemem gerekir ki, tarihteki filozofların bu şekilde yorumlanması başlı başına bir akademik disiplindir. Hem ben bu disiplinde yetkin olmadığım için, hem de filozofların görüşlerini detaylıca tartışmak böyle bir yazıdan çok daha geniş bir alan gerektirdiği için Descartes, Malebranche ve Leibniz’in Zihin-Beden Sorunu konusundaki görüşlerinin yalnızca yüzeysel bir halini aktarabildim. Belki etkileşimle ilgili soruna getirilen bu “çözümler” bugün inanması güç, hatta yer yer komik duyuluyor olabilir ama bence felsefe tarihi boyunca ortaya çıkan sorunlara getirilen yaratıcı çözümleri incelemenin aydınlatıcı bir yönü olduğu açıktır. Kim bilir, belki gelecek yüzyılın filozofları, yaşadığımız dönemdeki baskın fizikselci yaklaşımının da son derece abes olduğunu düşünecekler.
Zihin-Beden Sorunundan bahsedip de Descartes’ı anmamak olmaz. 17. yüzyılın Fransız filozofu “Modern Felsefenin Babası” olarak adlandırılır ve çağdaş zihin felsefesinin köklerinin Descartes’a uzandığı düşünülür. Yaşadığı yüzyılda da zihin hakkındaki baskın görüş kuşkusuz Kartezyen görüş olmuştur. Descartes bir düalist olduğu için karşılaştığı büyük sorun zihinle beden arasındaki bariz nedensel ilişkinin bir açıklamasını sunmaktır. İsteklerimizin ve amaçlarımızın, yani zihinsel dünyamıza ait bileşenlerin, bedenlerimiz üzerinde etkisi olduğu açıktır. Örneğin “canım soğuk bir şeyler çektiği için” kalkar ve buzdolabına giderim. Peki nasıl olur da fiziksel dünyadan tamamen bağımsız bir varlığa sahip olan zihnim bedenimi bu şekilde etkileyebilir?
Descartes’ın bu soruya verdiği yanıt (kendisi dahil olmak üzere) hemen hiç kimseyi tatmin etmemiştir: Descartes’a göre zihin ile beden arasındaki nedensel etkileşim epifiz bezi aracılığıyla gerçekleşiyordu. Descartes’ın neden böyle düşündüğünü anlatmaya çalışayım. Ona göre zihnin önemli bir özelliği onun bölünemez oluşuydu: Öznel deneyiminizi iki parçaya bölemezsiniz. Eğer bölseydiniz, ortada iki parçadan oluşan tek bir bilinç alanı değil, iki ayrı bilinç alanı olurdu. Öte yandan, Descartes dönemindeki anatomi çalışmalarını yakından takip ediyor ve beynin iki simetrik lobdan oluştuğunu biliyordu. Diğer lobda simetrik bir eşleniği bulunmayan tek parçanın epifiz bezi olduğu kanaatine varmıştı. Dolayısıyla, beynin kısımları arasında zihnin bölünemez doğasının hakkını verecek tek fiziksel yapının epifiz bezi olduğunu düşünüyordu. Zihin, bedenin davranışlarını epifiz bezi aracılığıyla etkiliyor olmalıydı.
Ancak bu yanıtın neden tatmin edici olmadığını görmek zor değil. Ne de olsa epifiz bezi de fiziksel dünyanın bir parçası. Zihnin fiziksel dünyadaki bedenimizi nasıl etkilediğini açıklayamıyorsak, bedenimizin bir parçası olduğu için kendisi de fiziksel bir nesne olan epifiz bezini nasıl etkilediğini de açıklayamayız.
Descartes’ın ünlü takipçilerinden Nicolas Malebranche, zihin ve beden arasındaki nedensel etkileşimin nasıl gerçekleştiği sorusuna daha ilginç bir yanıt vermiştir. Bu yanıta göre, yalnız zihin ve beden arasındaki nedensellikle değil, herhangi iki şey arasındaki nedensellikle ilgili kavrayışımızı kökünden değiştirmemiz gerekir. Malebranche’a göre ne zihinsel durumlar fiziksel olaylara ne de fiziksel olaylar başka fiziksel olaylara neden olur; çünkü tek hakiki neden Tanrı’dır. Sinemada film izlerken tabancadan çıkan kurşunun hedefini vurarak öldürdüğünü görürüz. Ama bir yandan kurşunun isabet etmesi ile hedefin ölümü arasındaki nedensel ilişkinin tamamen bir illüzyon olduğunu biliriz. Ne de olsa, film aslında birbirini takip eden durağan görüntülerden ibarettir. Durumun doğru tarifinde kurşunun isabeti ölüme neden olmamıştır, bundan ziyade ikisine de neden olan şey filmi yansıtan projektördür. Benzer şekilde, Malebranche’a göre, bizim dünyamızda da kurşunlar ölümlere neden olmaz. Daha ziyade, Tanrı her bir anı öyle bir şekilde yaratır ki, birbirini takip eden olaylar arasında nedensel ilişkiler varmış gibi görünür.
Bu yanıtın bir sorunu – tamamen inanılamaz oluşunu bir kenara bırakırsak – açıklamayı çalıştığı fenomeni bir anlamda reddetmesidir: Zihin ve beden arasındaki nedensel etkileşimi açıklamaya çalışırken kendimizi böyle bir etkileşimin, hatta hiçbir nedensel etkileşimin olmadığını savunur halde buluruz.
En az bu kadar ilginç (ve bir açıdan bu kadar dâhiyane) bir yanıt da Descartes’ın başka bir takipçisi olan Gottfried Leibniz tarafından ortaya konmuştur. Leibniz’e göre de ayrı tözler arasında alıştığımız anlamda nedensel bir etkileşim yoktur. Bundan ziyade, dünyamız Tanrı tarafından önceden öyle bir şekilde ayarlanmıştır ki, dışarıdan bakıldığında tözler arasında nedensel etkileşimler varmış gibi görünür. Tam da su içtiğiniz anda susuzluk hissiniz kaybolur; ama bunun sebebi iki olay arasında nedensel bir ilişki olması değil, evrenin önceden bedeninizin gerçekleştirdiği su içme davranışıyla, zihninizdeki susuzluk hissinizin kayboluşunun birbirini takip edecek şekilde ayarlanmış olmasındandır. Malebranche’ın dünyası bir sinema filmiyse, Leibniz’inki de bir senfoni orkestrasıdır. Kalabalık bir orkestranın her bir üyesi yalnızca kendi partisyonunu çalar, ama hepsi birlikte dinlendiğinde bir bütün oluşturur.
Yalnız şunu da eklemem gerekir ki, tarihteki filozofların bu şekilde yorumlanması başlı başına bir akademik disiplindir. Hem ben bu disiplinde yetkin olmadığım için, hem de filozofların görüşlerini detaylıca tartışmak böyle bir yazıdan çok daha geniş bir alan gerektirdiği için Descartes, Malebranche ve Leibniz’in Zihin-Beden Sorunu konusundaki görüşlerinin yalnızca yüzeysel bir halini aktarabildim. Belki etkileşimle ilgili soruna getirilen bu “çözümler” bugün inanması güç, hatta yer yer komik duyuluyor olabilir ama bence felsefe tarihi boyunca ortaya çıkan sorunlara getirilen yaratıcı çözümleri incelemenin aydınlatıcı bir yönü olduğu açıktır. Kim bilir, belki gelecek yüzyılın filozofları, yaşadığımız dönemdeki baskın fizikselci yaklaşımının da son derece abes olduğunu düşünecekler.