Varlık ve Doğruluk II: Olgular Dünyası

 

Önceki yazımda Doğru-yapıcı İlkesinden [ing. Truthmaker Principle] bahsetmiştim. Bu ilkeye göre her doğru önerme için bu önermeyi “doğru yapan” bir şeyin var olması gerekiyordu. Bu ilkenin çeşitli metafizik teorileri değerlendirmekte nasıl kullanıldığını incelemiştik. Ancak önceki yazımda da belirttiğim gibi Doğru-yapıcı İlkesinin kendisi de metafizik bir iddiadır çünkü dünyanın işleyişi ve doğası hakkında soyut ve genel düzlemde doğru olan bir şey söylemeye çalışır: doğru önermelerin varlıklar tarafından doğru yapıldığını.

Doğru-yapıcı İlkesini destekleyenlere yöneltilebilecek birçok soru mevcuttur: Hangi türden önermeler doğru olmak için bir doğru-yapıcıya ihtiyaç duyar? Doğru-yapıcılar ile doğru önermeler arasındaki ilişkinin biçimsel özellikleri nelerdir (birebir bir ilişki midir; dönüşlü, simetrik, geçişli midir)? Olumsuz önermelerin (örneğin “Noel Baba yoktur” gibi önermelerin) doğru-yapıcıları nelerdir?

Bunlar kuşkusuz ilginç sorulardır ve Doğru-yapıcı İlkesinin farklı destekçileri tarafından farklı şekillerde yanıtlanabilirler. Ancak Doğru-yapıcı İlkesini destekleyen birçoğunun hemfikir olduğu bir nokta şudur: Doğru-yapıcılar, doğru yaptıkları önermelerin doğruluğunu zorunlu kılar. Başka bir deyişle, ilgili doğru-yapıcı var olup da önerme yine de yanlış olamaz. Aralarında bir gerektirme [ing. necessitation] ilişkisi vardır.

Bazı filozoflar bu masum görünen noktadan hareketle son derece özgün ontolojik sistemlere yönelmişlerdir. Bu yazıda Doğru-yapıcı İlkesinin en önemli çağdaş savunucusu olan D.M. Armstrong’un ontolojik sisteminden bahsedeceğim. Armstrong’un dünyası bir “olgular dünyası”dır.i Ona göre dünyanın temel bileşenleri olgulardır [facts, ya da Armstrong’un deyimiyle states-of-affairs]. Bunun ne anlama geldiğini açıklamaya çalışacağım.

Böylesine bir ontolojik sistem ilk defa Armstrong tarafından savunulmamıştır. “Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil”ii diyen Wittgenstein da benzer bir şeyi ifade etmektedir. Russell da “Bir olgudan bahsederken […] bir önermeyi doğru ya da yanlış yapan şeyi kastediyorum”iii diyerek olguları içeren bir ontolojiyi benimsemektedir. Yani fikrin kökenleri analitik felsefenin kurucularına kadar uzanmaktadır.

Olguları ontolojilerine kabul etmekle bu filozoflar sıradan nesnelerden farklı bir varlık kategorisini kabul etmiş olurlar. Kedim Sofi, elimdeki bardak ve Ay birer nesnedir. Atomlar ve galaksiler de öyle. Olguların en basit örneklerini ise bir özelliğin belirli bir nesne tarafından örneklendirildiği durumlar oluşturur. Örneğin, Sofi’nin bir kedi oluşu, bardağın mavi oluşu ya da Ay’ın kraterli oluşu birer olgudur. Birden fazla nesnenin bir araya gelerek bir ilişkiyi örneklendirdiği durumlar da olgu olarak adlandırılır: örneğin Romeo’nun Juliet’i seviyor oluşu.

Peki Armstrong, Wittgenstein ve Russell gibi düşünürler neden ontolojilerinde böyle sıra dışı varlıklara yer verirler? Armstrong’u Doğru-yapıcı İlkesinden hareketle olguların kabulüne ulaştıran akıl yürütme aşağı yukarı şu şekildedir:

Armstrong Doğru-yapıcı İlkesini kabul ederek başlar, yani ona göre her doğru önerme için o önermeyi doğru yapan bir şey vardır. Buna ek olarak, bu doğru-yapıcı öyle bir şey olmalıdır ki, onun varlığı bahsi geçen önermenin doğruluğunu zorunlu kılmalıdır.

Bu bardak mavidir” önermesini düşünelim. Bu önermenin doğru-yapıcısı nedir? İlk bakışta önermenin doğru yapıcısını bu bardak olarak düşünmek cazip görünebilir. Oysa bu bardak başka bir renk de olabilirdi. Öyleyse, bu bardak tek başına “Bu bardak mavidir” önermesinin doğruluğunu zorunlu kılmaz, çünkü bardağın var olup önermenin yanlış olması mümkündür. Başka bir doğru-yapıcı bulmalıyız.

Bardak nesnesinin mavilik özelliğiyle birlikte alındığında “Bu bardak mavidir” önermesini doğru kıldığını düşünebiliriz. Ancak bu da yeterli olmayacaktır çünkü az önceki akıl yürütme bu öneride de geçerli olacaktır. Hem bardağın var olduğu hem de mavi olma özelliğine sahip birçok nesnenin var olduğu bir dünyada yine de bardağın mavi olmaması mümkün olacaktır. Yani bardağın ve mavilik özelliğinin kendi başlarına var olmaları bu önermeyi zorunlu olarak doğru kılmada yeterli olmayacaktır.

Armstrong gibi düşünürlere göre, ancak bardağın mavi oluşu gibi bir olgunun varlığı “Bu bardak mavidir” önermesini doğru yapabilir, çünkü bardağın mavi oluşu olgusunun var olup da bardağın mavi olmaması mümkün değildir. Dolayısıyla Armstrong gibi düşünürler, sağduyuya dayanan “halk” ontolojisinde yeri olmayan yeni bir varlık kategorisini kabul ederler: olgular. Olgular öyle şeylerdir ki, bir (ya da birkaç) nesne ile bir özelliğin (ya da bir ilişkinin) mereolojik olmayan bir biçimde bir araya gelmesinden oluşurlar. Burada “mereolojik” sözcüğü parça-bütün ilişkilerini ifade eder. Örneğin beni oluşturan atomlar ya da bu yazıyı yazarken kullandığım bilgisayarı oluşturan mekanik parçalar mereolojik biçimde bir araya gelerek beni ya da bu bilgisayarı oluştururlar. Oysa, bir olguyu oluşturan nesne ve özellik, olguyu, bu örneklerdeki gibi birkaç parçanın mereolojik şekilde bir araya gelmesiyle oluşturmaz. Olguları oluşturan bileşenlere has bir biçimde “bir araya” gelirler. Bu bir araya gelmenin doğası da olguların varlığını reddeden filozoflar tarafından gizemli ve anlaşılmaz olmakla suçlanmıştır.

Armstrong’un argümanı, yani doğru-yapıcıların kabulüyle başlayarak olgular içeren bir dünyanın kabulüne varan argüman ikna edici bir argüman mıdır? Ben bu argümanı “olgular” gibi yeni bir ontolojik kategorinin kabulü için yeterli bulmuyorum, ancak kuşkusuz bu argümanın değerlendirilmesi için ayrı bir yazı gerekir. Bu noktada, felsefî etkinliğin en önemli adımıyla sizleri baş başa bırakmak durumundayım: Sizce?

i bkz. Armstrong, D.M., A World of States of Affairs [Bir Olgular Dünyası], 1997, Cambridge University Press

ii Wittgenstein, L., Tractatus Logico-Philosophicus (sf.15), 2006, çev. Oruç Auroba, Metis Yayınları

iii Russell, B., Mantıksal Atomculuk Felsefesi (sf. 46), 2013, çev. Dilek Arlı Çil, Kurtul Gülenç, Önder Kulak, Cenk Özdağ, ALFA

Bunları da sevebilirsiniz