İtalyan sanatçı Rafael’in Atina Okulu adlı şaheseri Rönesans sanatının en mükemmel örnekleri arasındadır. Eserde Batı Düşünce Tarihinin önemli figürlerinin birçoğu temsil edilmektedir: Resmin sağ alt kısmında geometri ve astronomi çalışan Öklid ile Batlamyus’u, sol alt kısmında Heraklitos, Parmenides ve İbn Rüşd gibi önemli filozofları görebiliriz. Kinik Diyojen her zamanki umursamaz tavrıyla basamaklara serilmiş, “Atina’nın At Sineği” Sokrates de karakteristik bir şekilde insanlarla konuşmaktadır. Ancak resmin merkezinde Batı Düşünce Tarihi’nin iki devi, Hoca Platon ve öğrencisi Aristoteles yan yana durmaktadırlar.
Dikkatimizi çeken bir nokta iki düşünürün jestleri olacaktır. Platon parmağıyla yukarıyı, göğü gösterirken Aristoteles aşağıyı, “burayı” göstermektedir. Bu yazıda, bu jestlerin neyi sembolize ettiğini açıklamayı ve böylece ontolojideki en temel ve kadim tartışmalardan birini anlatabilmeyi umuyorum.
“Ontoloji”, “Metafizik”, hatta “İlk Felsefe” sözleri bazılarınca birbirleriyle eş anlamlı olarak düşünülür. Bense özellikle “Metafizik” ve “Ontoloji” arasında bir ayrım yapmayı faydalı buluyorum. Ontoloji, neyin (ya da ne türden şeylerin) var olduğunu ve var olanın en temel özelliklerini inceleyen disiplin. Metafizik ise, merkezinde Ontolojiyi barındırmakla birlikte, başka sorunlarla da ilgileniyor: Özgür İrade Sorunu, Kişisel Özdeşlik Sorunu, Uzay ve Zamanın Doğası, Zihin-Beden Sorunu, vb. Geçtiğimiz iki yıl boyunca bu sorunların birçoğuyla ilgili yazılar ürettim. Ancak şimdi, tüm disiplinlerin en temeli ve en soyutu olan, aynı zamanda bana göre tüm disiplinlerin en ilginci olan Ontoloji ile ilgili yazmak istiyorum. Ontoloji, temel ve soyut doğası nedeniyle birçoğuna sıkıcı veya anlamsız gelebilir ancak okurdan dileğim ona bir şans verip, bu alandaki tartışmaların zamanla kazanılan bir zevk [acquired taste] olabileceğini göz önünde bulundurmaları.
Ontolojinin işlev gösterdiği soyutluk düzeyini anlamak için şu cümleleri inceleyelim.
-
Kedim Sofi tekirdir.
-
Elektronlar negatif elektrik yüke sahiptir.
-
Spinosaurus Kuzey Afrika’da yaşamıştır.
-
Bu kalem mavidir.
Bu dört cümle birbirlerinden epeyce farklı görünmektedirler. 2. ve 3. cümleleri özelleşmiş bilimsel alanlardan (fizik ve paleontoloji) öğrenirken 1. ve 4. cümleler gündelik hayatta karşılaşabileceğimiz türden cümlelerdir. Ancak bu farklılıkların ardında temel bir benzerlik yatmaktadır: Her iki türden cümlede bir (ya da bir takım) nesneye bir özellik atfedilmektedir (ilk cümlede özellik atfedilen nesne kedim Sofi’den başkası değilken, sonraki cümlede bu nesne elektronlardır). Bu basit gözlemden hareketle gerçekle ilgili temel bir olguyu fark edebiliriz: Nesnelerin bazı özellikleri vardır.
Nedir bu özellikler? Özelliklerle ilgili önemli bir gözlem şu olacaktır: Aynı özelliğe birden fazla nesne sahip olabilir. Hem de bu sahip olma, aynı arabaya birden fazla kişinin sırayla sahip olması gibi değildir. Tek bir anda hem bu kalem, hem üzerinizdeki kazak, hem de bir kuş (örneğin bir mavi alakarga) aynı renkte olabilir. Başka bir deyişle, farklı nesneler aynı özelliği örnekleyebilir. Eğer bu cümledeki “aynı” sözcüğünü katı özdeşlik [strict identity] olarak anlarsak, belirli bir özelliğin tek bir anda birçok yerde örneklenebileceğini kabul etmiş oluruz (kalemimde, kazağınızda ve kuşun tüylerinde).
Bu sonucu kabul eden filozoflar, özellikleri tümel [universal] olarak düşünürler. Tümeller, günlük hayatta sık sık etkileşime girdiğimiz somut nesnelerden (yani tikellerden [particulars]) farklı olarak, belirli bir anda birçok şey tarafından örneklenebilme özelliğine sahiplerdir. Böylesi şeyler, eğer varlarsa, hiç kuşku yok ki son derece acayip varlıklardır. Bundan dolayı bazı filozoflar nesneler arası özellik ortaklığını açıklamak için tümellerin varlığını kabul etmeyi reddetmiş, bu olguyu açıklamanın başka bir yolunu bulmaya çalışmış veyahut bu olgunun açıklamaya ihtiyaç duymadığını savunmuşlardır. Tümelleri kabul eden filozoflara “realist” ya da “gerçekçi”, tümelleri reddeden filozoflara “nominalist” ya da “adcı” denir. Her iki pozisyonun da daha radikal ve daha ılımlı çeşitleri mevcuttur. Bu yazıda yalnızca gerçekçilerle ilgileneceğim.
Tümellerin varlığını kabul edersek şu soruyla karşı karşıya kalırız: Örneklenmeyen tümeller var mıdır? Eğer bu soruyu olumlu şekilde yanıtlarsanız, tümellerin onları örnekleyen nesnelerden bağımsız bir varlığa sahip olduğunu söylemiş olursunuz. Orta Çağ filozofları bu türden görüşlerde tümellerin sahip olduğu bağımsızlığı ve ontolojik önceliği ifade etmek için şu sloganı kullanmıştır: “universalia ante res”, şeylerden önce gelen tümeller.
Ancak örneklenmeyen tümelleri kabul ediyorsanız, tümelleri uzay-zamandaki nesnelerin somut dünyasında barındıramazsınız. Onlar için tamamen soyut nesnelerin bulunduğu yeni bir varlık alanı, bir “Platonik cennet” [Platonic heaven] oluşturmanız gerekir. Bu adlandırmanın nereden geldiği açıktır sanırım: Böylesine bir görüşü ifade eden filozofların başında Platon gelir. Platon’un ünlü İdealar ya da Formlar Teorisi tam da bu şekilde aşkın [transcendent] tümelleri kabul eden ve onlara somut nesnelerden bağımsız bir gerçeklik atfeden bir teoridir. (Platon’un bu görüşü “benimsediğini” değil de “ifade ettiğini” söylüyorum, çünkü Devlet ve Phaedo gibi eserlerinde Formlar Teorisi’ni benimser gibi görünürken, Parmenides gibi eserlerinde bu teoriye karşı yıkıcı argümanlar dile getirmiştir.)
Ancak Platonik bir cennetin varlığını kabul etmek bazılarımıza pek çekici gelmeyebilir. Uzay-zamandan oluşan bu evrene ek olarak tamamen farklı bir varlık alanı daha kabul etmekten kaçınabiliyorsak, Ockham’ın Usturası gereğince böyle bir varlık alanını reddetmemiz daha iyi olacaktır. Hem somut dünyanın tikel ahalisi ile soyut ve tümel özellikler arasında “dünyalar arası” bir bağ nasıl kurulabilir ki? Bu türden düşünceler tümellerin var olduğunu kabul eden ama Platoncu metafiziğe karşı çıkan filozofları tümellerle ilgili farklı bir kavrayışa yöneltmiştir.
Bu kavrayışa göre tümeller ayrı bir varlık alanında değil, karakterize ettikleri somut nesnelerin içinde bulunurlar. Onlar aşkın değil de içkin [immanent] bir halde var olurlar. Aristoteles’e göre, bu içkin tümeller, içinde bulundukları somut nesnelerden bağımsız olarak var olamazlar (dolayısıyla örneklenmemiş tümel diye bir şey de yoktur). Bu görüşü ifade eden slogan ise “universalia in rebus”tur, yani “şeylerde bulunan tümeller”.
Ancak bu görüş de sorunsuz değildir. Örneğin mavilik mavi nesnelerde bulunuyorsa, iki mavi araba birbirine yaklaşırken ve iki mavi bisiklet birbirinden uzaklaşırken mavilik kendine yaklaşıyor, kendinden uzaklaşıyor, hatta bunları aynı anda yapıyor olacaktır. Böyle sonuçlara yol açan bir görüşü gerçekten de kabul edebilir miyiz? Başka bir sorun da bu görüşün tümellerin somut nesnelerde bulunduğunu ifade etmesiyle ilgilidir. Bu bulunma ilişkisi ne olabilir ki? Bazı filozoflar bu bulunma ilişkisini parça-bütün ilişkisine benzer bir ilişki olarak anlamaya çalışmışlardır. Ancak somut bir nesnenin parçaları, kuşkusuz, daha küçük somut nesnelerdir!
Bu noktada Platon ve Aristoteles’in Rafael’in ünlü eserindeki jestlerini daha iyi anlayabiliriz. Platon eliyle gökleri, somut nesnelerin “üzerinde ve ötesinde” [over and above] var olup somut nesnelerden bağımsız şekilde varlığını sürdüren aşkın tümelleri, Formları göstermektedir. Aristoteles ise tümelleri yeryüzüne indirmiş, onlara bu şekilde bağımsız bir varlık atfetmeyi reddetmiş ve ontolojisinin temeline tikel somut nesneleri koymuştur; dolayısıyla eliyle “burayı” göstermektedir.
Bana kalırsa ontoloji kendi içinde son derece zevkli ve öğretici bir alandır. Ancak ontolojiye birazcık bile ilgi duymayanlarımızın bile bu yazıdan bir şey öğrenebileceğini düşünüyorum. Aristoteles, Platon gibi dev bir düşünürün öğrencisi olmasına rağmen Platon’un görüşlerini sorgulamadan kabul etmemiş, hatta birçok noktada onunla açıkça ters düşmüştür. Aristoteles’e atfedilen şu ünlü söz bu durumu çok iyi açıklar: Amicus Plato, sed magis amica veritas. Platon’u severim, ama doğruyu daha çok severim! Bizim de bu yaklaşımı benimsememizin doğru olacağı kanaatindeyim. Ancak bu yaklaşımı Aristoteles benimsediği için değil, benimsenecek bir şey olup olmadığına kafa yorarak benimsememiz gerekir. Bir kere bu konuda kafa yormaya başladık mı da bu yaklaşım zaten düşüncemize nüfuz etmiş olacaktır.