Dağarcık Türkiye için yazdığım ilk yazılardan birinde Doğalcılık (ya da Natüralizm) görüşüne olan bağlılığımdan söz etmiştim.i Kısaca hatırlatayım. Doğalcılık, bir yandan var olan her şeyin “doğal” olarak nitelendirilebileceğine dair ontolojik bir görüş, diğer yandan da bilimsel yöntemin var olanı incelemede ayrıcalıklı bir yeri olduğuna ve felsefenin bilimlerle yakın bir ittifak halinde etkinlik göstermesi gerektiğine dair yöntembilimsel bir görüştü. Bu görüşü desteklemek için bilimin dünyamızı açıklamadaki eşsiz başarısına atıfta bulunan bir argüman öne sürmüştüm: Eğer yalnızca bilimsel (yani doğal) olan varlıklara başvurarak her şeyi açıklayabiliyorsak bir de doğaüstü bir varlık alanını kabul etmemiz, Ockham’ın usturası gereğince, akıldışı bir hamle olurdu. Bu yazımda doğalcılık lehine başka bir argüman öne süreceğim. Özellikle zihin felsefesine odaklanıp, bu konuda günümüzdeki baskın görüşün oluşmasında rol oynamış tarihsel süreçten bahsedeceğim. Sonra bu sürecin hem ontolojik hem de yöntembilimsel doğalcılık lehine bir argüman teşkil ettiğini savunacağım.
Zihin felsefesindeki en temel sorun zihnin beyinle, bedenle ve fiziksel dünyanın geri kalanı ile ilişkisinin açıklanmasıdır. Düalistlere göre zihin, bedenden bağımsız şekilde var olabilecek ayrı bir tözdür. Zihnin maddî olmayan bir ruh olduğunu düşünürler. Fizikselcilere göre ise zihin fiziksel dünyanın doğal bir parçasıdır. Günümüzde filozoflar arasında baskın görüş fizikselciliktir.ii Bunun sebebini anlamak için fizikselcilik lehine sunulmuş en etkili argümana kısaca göz atalım. “Zihinsel Nedensellik Argümanı” olarak adlandırabileceğimiz bu argümanı kabaca şöyle ifade edebiliriz: Bazı zihinsel durumlarımızın fiziksel etkileri vardır (örneğin acı hissetmem elimi sıcak bardaktan çekmeme neden olur). Ancak fiziksel dünya nedensel olarak kapalıdır; başka bir deyişle, tüm fiziksel olaylara, yalnızca onları önceleyen başka fiziksel olaylar neden olur. Fiziksel alemin dışındaki bir şey gelip de fiziksel dünyayı etkileyemez. Öyleyse, zihinsel durumların da aslında fiziksel oldukları sonucuna ulaşırız.
Bu argüman birçok filozofu zihin konusunda fizikselciliği benimsemeye ikna etmiştir. Ancak, fiziksel dünyanın nedensel olarak kapalılığı argümanda önemli bir rol oynadığına göre ona neden inanmamız gerektiği sorgulanabilir. Bu sorunun kısa yanıtı ona inanmak için güçlü bilimsel sebeplerimiz olduğudur. Şimdi fiziksel dünyanın nedensel olarak kapalı olduğu fikrinin nasıl ortaya çıktığından ve benimsendiğinden bahsetmeye, böylece daha ayrıntılı bir yanıt vermeye çalışacağım.iii
Aslında fiziksel dünyanın nedensel olarak kapalı olduğu fikri 17. yüzyıla kadar ulaşır. Örneğin Leibniz kinetik enerjinin ve lineer momentumun korunduğuna inanıyordu. Dolayısıyla, iki fiziksel parçacık çarpıştıktan sonraki süratleri ve yönleri, çarpışmadan önceki süratleri ve yönleri tarafından tamamen belirleniyordu. Fiziksel olmayan bir faktörün fiziksel nesnelerin hareketini etkileyebilmesi söz konusu değildi. (Öyleyse Leibniz neden fizikselciliğe inanmıyordu? Leibniz Zihinsel Nedensellik Argümanının birinci öncülünü reddetmeyi tercih etmişti, ona göre zihinsel durumlar asla fiziksel olaylara neden olmuyordu. Tanrı Dünya’yı öyle bir şekilde ayarlamıştı ki fiziksel ve zihinsel olaylar her zaman birbirleriyle uyumlu şekilde gerçekleşiyorlardı. Oysa, aslında aralarında nedensel bir etkileşim yoktu.)
Ancak Leibniz’i takip eden yıllarda baskın hale gelen Newton fiziği fiziksel olmayan etkilerin fiziksel dünyayı etkilemesine olanak veriyordu. Newton ile Leibniz (ve “mekanistik felsefeyi” benimseyen diğer bilim insanları) arasındaki en önemli fark, mekanistik felsefeyi benimseyenlerin tüm fiziksel etkinliğin temas ile gerçekleştiğine inanmalarıydı. Enerji fiziksel parçacıklar arasında “çarpışma” ile aktarılıyordu, dolayısıyla fiziksel bir nesnenin hareketinde bir değişimin gerçekleşmesi yalnızca nesnenin başka bir şeye çarpmasıyla mümkündü. Oysa, Newton cismani olmayan “kuvvetlerin” fiziksel nesnelerin hareketlerini etkilemesine olanak tanımıştı. Ona göre nesnelerin hareketini belirleyen şey çarpışmalar değil de nesnelere uygulanan kuvvet ya da vis impressa idi. Örneğin, büyük kütleye sahip cisimlerin onlara temas etmeyen başka cisimleri kütleçekim kuvveti aracılığıyla etkileyebileceğini öne sürmüştü. Hatta, bu şekilde uzaktan etkinin [action at a distance] varlığını kabul ettiği için gizemcilikle suçlanmıştı. Newton, kütleçekimin sebebinin ne olduğu, böyle bir kuvvetin temas etmeyen nesneler arasında nasıl oluşabildiği sorularına yanıt vermeyi reddediyordu – “hypotheses non fingo”. Yaptığının kütleçekimin tabi olduğu yasaları matematiksel olarak tasvir etmekten ibaret olduğu konusunda diretiyordu.
Leibniz’in fiziksel dünya tasarımında zihinsel faktörlerin fiziksel nesnelerin hareketini etkilemesi olanaksız olabilir ama aynı durum Newton’un dünyası için doğru değildir. Bunun sebebi, bir defa kütleçekim gibi cismani olmayan kuvvetlerin fiziksel nesnelerin hareketini etkileyebildiğini kabul ettiğinizde, ruhsal kuvvetlerin de var olabileceğini kabul etmenizi önleyen hiçbir şeyin kalmamasıdır. 18. yüzyılda yaşamış birçok fizyoloğun, insanların ve hayvanların davranışlarını açıklarken Newton’un kütleçekimine benzeyen ruhsal kuvvetlerin varlığını kabul ettiğini görebiliriz. Örneğin İskoç hekim Robert Whytt, maddenin kendi başına duyumsayan ve eylemlerde bulunan bir şey olamayacağını iddia ediyordu ve ekliyordu: “Yaşama dair eylemlerin ruhtan kaynaklı olduğunu bilebilmek için ruhun doğasını anlamamıza gerek yoktur. Kendi deneyimimizden ruhun hissettiğini, duyumsadığını ve bedeni hareket ettirme gücü olduğunu bilmemiz yeterlidir.”iv Ruh ile kütleçekim kuvveti arasında bir benzetim kuruyor, ruhun doğasını açıklamadaki eksiğini de Newtonvari bir tutumla savuşturuyordu.
Ancak takip eden yüzyılda bu tutum değişmeye başladı. Özellikle, enerjinin korunumu evrensel bir ilke olarak benimsenmeye başladı. Bu gelişmede etkili olan önemli bir çalışma Hermann von Helmholtz’un Kuvvetin Korunumu Üzerine [Über die Erhaltung der Kraft] adlı eseridir. Helmholtz aslen bir hekim olmasına rağmen fizik ve felsefe konularında da son derece bilgiliydi. Berlin’de Johannes Müller’in fizyoloji laboratuvarında çalışan genç Helmholtz, laboratuvardaki diğer öğrencilerle birlikte fizyolojide indirgemeci bir araştırma yürütüyordu. Göstermeye çalıştıkları şey, solunum ve kas kasılması gibi biyolojik fenomenlerin de biyolojik olmayan dünyayı yöneten yasalarla aynı yasalara tabi olduklarıydı. Helmholtz da kas hareketinde enerjinin kaybolmadığını, dolayısıyla kasları hareket ettirmek için ayrı ruhsal kuvvetlerin gerekmediğini savunuyordu. Helmholtz’un yaşadığı dönemde Lagrange ve Hamilton gibi matematikçiler mekanik enerjinin (potansiyel ve kinetik enerjinin toplamının) korunduğunu, Joule gibi fizikçiler de mekanik enerjinin ısıya dönüştürülebildiğini göstermişti. Dolayısıyla fiziksel enerjinin korunduğuna inanılıyordu. Helmholtz, fizyoloji alanındaki kaygılarından hareketle enerjinin korunumunu tüm doğal fenomenleri kapsayan bir ilke olacak şekilde genişletmişti.
20. yüzyıla geldiğimizde enzimlerin, hücrelerin, sinirlerin ve kasların işlev görmesini sağlayan kimyasal mekanizmaları keşfettik. Bu mekanizmaların tamamının atomlar ve moleküller arasındaki fiziksel etkileşimler aracılığıyla açıklanabileceğini gördük. Yalnızca zihne sahip canlı sistemler için geçerli olan sıra dışı kuvvetlerin var olduğuna inanmak için hiçbir sebebimiz kalmadı. Helmholtz’un enerjinin korunumunun canlı sistemleri de kapsadığı konusundaki iddiası desteklenmiş oldu. Eğer enerjinin canlı sistemler dahil olmak üzere tüm fiziksel sistemlerde korunduğu doğruysa, fiziksel olmayan bir şey fiziksel bir sistemi etkileyerek onda bir değişime neden olamaz. Bu iddia tam da yazının başında bahsettiğim fiziksel dünyanın nedensel olarak kapalı olduğu iddiasıdır.
Dolayısıyla, bugün fiziksel dünyanın nedensel olarak kapalı olduğuna inanmak için ampirik gözlemler tarafından desteklenen sebeplerimiz var. Peki, bu bize ne gösteriyor? Şimdi fiziksel dünyanın nedensel olarak kapalı oluşunun hem ontolojik hem de yöntembilimsel doğalcılık lehine birer argüman oluşturduğunu savunacağım.
İlk önce ontolojik doğalcılığa odaklanalım. Yazının başında belirttiğim gibi, fizikselcilik lehine en ikna edici argüman Zihinsel Nedensellik Argümanıdır ve bu argüman fiziksel dünyanın nedensel olarak kapalı olmasını gerektiriyor. Zihinsel Nedensellik Argümanı fizikselciliği, yani zihnin fiziksel dünyanın doğal bir parçası olduğu görüşünü, düalizme, yani zihnin maddî olmayan bir ruh olduğu görüşüne karşı savunur. Ruh gibi doğaüstü bir varlık türünü reddetmemize ve zihin gibi kafa karıştırıcı bir fenomeni doğanın içinde konumlandırmamıza olanak verdiği için ontolojik doğalcılığı destekler.
Zihinsel Nedensellik Argümanının yöntembilimsel doğalcılığı da desteklediği kanaatindeyim. Felsefede fikir birliği oluşturmak neredeyse imkansızdır. Oysa, fizikselcilik herkesi ikna edememiş olsa da gerçek bir çoğunluk yakalamayı başarmıştır. Bu çoğunluğu yakalamada Zihinsel Nedensellik Argümanının rolünü göz ardı edemeyiz. Ancak, gördüğümüz üzere, bu argüman temelde ampirik bir öncüle, fiziksel dünyanın nedensel olarak kapalı oluşuna dayanır. Öyleyse, bilimsel ya da ampirik temellere sahip argümanların felsefî çevrelerde daha başarılı olacağına dair tümevarımsal bir argüman geliştirebiliriz. Bilimin ortaya koydukları ile bu şekilde yakın bir ilişki içinde olması, Zihinsel Nedensellik Argümanının fizikselciliği felsefî çevrelerde tercih edilen görüş haline getirmesini sağlamıştır. Dolayısıyla, argümanın başarısı, felsefî etkinliğin bilimlerle yakın bir ittifak halinde gerçekleştirilmesi gerektiği konusunda delil oluşturur, yani yöntembilimsel doğalcılığı da destekler.
i http://dagarcikturkiye.com/2020/07/01/dogalcilik-ve-ockhamin-usturasi/
ii Günümüzde akademik filozofların %52’si fizikselciliği benimsiyor: https://survey2020.philpeople.org/survey/results/4874
iii Daha detaylı bir tarih isteyen okura bu yazıyı hazırlarken benim de bolca yararlandığım şu iki eseri tavsiye ederim: Elkana, Y., The Discovery of the Conservation of Energy [Enerjinin Korunumunun Keşfi], 1974; Papineau, D., Thinking about Consciousness [Bilinç hakkında Düşünmek], 2002 (özellikle Ek bölümü).
iv Whytt, R., An essay on the vital and other involuntary motions of animals [Hayvanların yaşamsal ve diğer istemsiz hareketleri üzerine bir deneme], 1751, sf. 276. Yazar tarafından çevrilmiştir.