Geçtiğimiz hafta içerisinde ABD’nin, Çin’den yaptığı ithalatı kısıtlayarak, kendi aleyhine olan ticaret açığını kapamaya yönelik olarak aldığı önlemler, sermayenin ve malların-hizmetlerin serbestçe dolaşımından yana neoliberalizm savunucusu piyasacı kesimler tarafından “Ticaret Savaşlarının” başlangıcı olarak nitelendirildi, çok tehlikeli bir gelişme olarak değerlendirildi. “Ticaret Savaşı” diye kastettikleri şey, Trump’ın seçim vaatleri arasında yer alan, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD), kendi üretimini/ekonomisini korumak amacıyla, Çin’den yapılan ithalata karşı almış olduğu önlemler.
Neoliberal küreselleşmeyi savunan ve ABD’nin aldığı önlemleri “savaş” olarak niteleyen kesimlerin -kendi bakış açılarına göre- birbiriyle doğrudan bağlantılı iki “önemli” gerekçesi bulunuyor. Birinci gerekçeleri; Çin’den yapılan aramalı ve tüketim malı ithalatını zorlaştırılmasının, “küresel ekonominin” yavaşlamasına, neoliberal dönemde küresel ölçekte yaşandığını iddia ettikleri “muazzam büyüme oranlarının” düşmesine neden olacağı iddiası. İkinci gerekçeleri ise, ticaret savaşlarının ithalatı zorlaştırıp pahalandıracağı, bunun da gelişmiş ülkelerde tüketici fiyatlarında artışa neden olacağı.
Öncelikle, bu iki iddianın geçerliliğinin de oldukça tartışmalı olduğunu söylemek gerekiyor. Tartışılır olmasının en önde gelen nedeni, korunmaya çalışılan bu sistemin, gerçekte bu gün yaşanan sıkıntıların, dünya çapında artan gelir adaletsizliklerinin nedenini, kaynağını oluşturuyor olması.
Sistemin kazananları -Çin, Almanya, vb.-, ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun, kendilerine kazandırdığını düşündükleri bu sistemin değişmesini istemiyorlar. Onun için de, korumacı politikaların, gümrük tarifeleriyle kendi üretim kapasitelerini korumak için önlem alan ülkelerde yaratacağı yeni istihdam olanaklarından, bu durumun reel ücretleri yukarı doğru etkileyecek olmasından hiç mi hiç bahsetmiyorlar. Bahsetmedikleri bir başka konu, para, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımının neden olduğu sermayenin aşırı merkezileşmesi sorunu ki, bunun doğal sonucu, üretim araçlarının mülkiyetinde, küresel ölçekte yaşanan tek yönlü değişime bağlı olarak, uluslararası şirketler lehine, ulus devletler aleyhine oluşan yeni bir güç dengesi.
Dolayısıyla da, eğer hemen engel olamazlarsa korumacı eğilimlerin özellikle sistemin esas kaybedeni, borç parayla yaşadığı ödünç refah karşılığında, ulusal varlıklarını uluslar arası tekellere kaptıran ülkelere hızla yayılarak esas olarak son 40 yıl içerisinde inşa edilen neoliberal küreselleşmeci dünya düzenini esastan tehdit eder hale geleceğinin farkındalar. Görmezden geldikleri, görünmesini istemedikleri şey, korumaya çalıştıkları sistemin yani neoliberal küreselleşmeciliğin, bu süreçte küresel ölçekte neden olduğu siyasi ve ekonomik yıkım. Görmezden geliyorlar ama -Davos Toplantıları gibi neoliberal küreselleşmeciliğin en gözde sahnelerinde, en etkili ağızlardan kendilerinin de itiraf ettiği gibi- savundukları sistemin yarattığı sorunlara, savundukları sistemin doğası gereği çözüm de bulamıyorlar. 2008 krizi sonrası, özellikle çalışan kesimler ve gençler nezdinde kaybettikleri itibarlarını bir türlü yeniden kazanamıyorlar.
Sonuç olarak, ABD’nin, Çin’den yaptığı ithalatı kısıtlayarak başlatmış olduğu süreci, neoliberal küreselleşme yandaşlarının yaptığı gibi “savaş” olarak nitelemek de mümkün, bunu gündeme getirenin, Trump, söz konusu ülkenin ABD olmasından bağımsız olarak, ulusların kendi çıkarlarını, çalışma hakkı başta olmak üzere yurttaşlarının çıkarlarını korumayı esas alacakları yeni bir dönemin başlangıcı olarak değerlendirmek de mümkün.