Spordaki ticarileşme, rekorları yukarı çekse, sporcuları eskiyle kıyaslandığında oldukça zengin etse de, esas kazanan, esas olarak görevi sporun adil ve eşitlikçi şartlarda ve etik bir temelde yapılması olan uluslar arası federasyonları ve büyük ticari organizasyon şirketleri.
Ticarileşmenin ana besleyici kaynağı ise spor medyasının güçlenmesi, uluslararasılaşması. Eskiden ana akım medyanın içerisinde bir bölüm olarak yer alan spor yayıncılığı, günümüzde sporun her dalını kapsayacak bir boyuta, 24 saat yalnızca spor yayını yapan, elinden tuttuğu sporu popüler kılacak bir etkinliğe ulaşmış durumda. Eurosport gibi, an itibarıyla 3 farklı kanaldan, küresel ölçekte ve hemen hemen her dilde 24 saat kesintisiz yayın yapan yayın kuruluşları, yayınlarını yine kendilerine bağlı olarak oluşturdukları internet bazlı platformlarla da destekliyorlar. İlk başta olumlu olarak algılansa da, bu gelişmenin en önemli sonucu sporun ticarileşmesine, popüler söylemle endüstrileşmesine olan katkısı.
Söz konusu medya kuruluşları, an itibarıyla sporun ticarileşmesinin temel itici gücü haline gelmiş durumda. Sadece yayıncılık yapmıyor, uluslar arası federasyonlara aktardıkları yayın hakkı paraları, devasa boyuta ulaştırdıkları reklam pastası ve sponsorluklar yolu ile doğrudan sporu yönetenleri, dolayısıyla sporu yönetenleri yönetiyorlar.
An itibarıyla spor medyasını karşısına alan bir kişinin uluslar arası federasyonların başına gelmesi, bırakın gerçekleşmesini, hayal dahi edilemeyecek bir şey. Sporun kuralları, yayın saatleri, uluslar arası federasyonların yıllık müsabaka yoğunluğu/takvimi dahi, bu kuruluşların güç ve etkinliğini artıracak şekilde onlar tarafından belirleniyor. Sırf yayıncılar ve sponsorlar talep ediyor diye, neredeyse her hafta uluslar arası bir yarışma düzenlenmek zorunda kalınıyor.
An itibarıyla müthiş bir saadet zinciri oluşturulmuş durumunda. Spor ettiği, sporun amatör niteliğiyle temsil edilen değerler kaybederken, küresel düzlemde öne çıkan sporcular, artık şirketleşmiş, bir patronun malı haline gelmiş kulüpler, spor malzemesi üreten küresel şirketler, reklam verenler, küresel ölçekte yayın yapan medya kuruluşları/platformları ve dahi mevcut spor sistemini, toplumun siyasi manipülasyonu için etkin bir araç olarak kullanan neoliberal küreselleşmeci dünya düzeni savunucusu siyaset kurumunun kazandığı bir saadet zinciri söz konusu.
Durum bu olunca, söz konusu saadet zincirine halel getirecek, algısını bozacak hiçbir şeye de izin verilmiyor. Yarışmalara katılacak sporcuların, ulusal federasyonların, kulüplerin bırakın sistem dışına çıkmalarını, sisteme en ufak bir eleştiri getirmeleri, işin başında imzalamaya mecbur bırakıldıkları, birçok açıdan spor etiğine hatta temel insan haklarına aykırı sözleşmelerle en başta kesiliyor, engelleniyor. Yapılan yasa dışılık, “sözleşme hürriyeti” gibi süslü laflarla savunuluyor.
İş öylesine çirkinleşti ki, gelinen noktada, Rusya Ukrayna’ya müdahale etti diye Rus ve Belarus’lu sporcuları uluslar arası müsabakalardan men eden, tenis gibi bazı sporlarda, kendi tabiiyetlerini reddederek yarışmalara katılmalarına izin veren, ismi yolsuzluklarla anılan, uluslar arası kuruluşlar/federasyonlar, Uluslararası Adalet Divanı kararıyla, soykırımcı olduğu tespit edilmiş İsrailli sporcuların, takımların uluslar arası müsabakalardan men edilmesine ilişkin herhangi bir karar alamıyor. İşin kötüsü, spor endüstrisinden hiç kimse, hatta endüstrinin beslediği basından hiç kimse bu gidişi eleştirmeye dahi cesaret edemiyor.
Bütün bunlar çok önemli ama en önemli olan, sporcular açısından neden olduğu sonuçlar.
Sporcular açısından en önemli sonuç, ucunda büyük paralar olan “başarının” ahlaki ve insani bedelinin çok çok ağır hale gelmiş olması. Çok genç yaşta başlayıp, çok büyük ahlaki- problemlerle, sıklıkla basına da yansıyan tacizlerle muhatap olmayı, çok zorlayıcı, birçok açıdan insanlık dışı haline gelmiş antrenman süreçlerine katlanmayı zorunlu kılan, ailelerin çocuklarını yatırım, aileyi zenginliğe götüren araç olarak gördükleri bir süreç söz konusu.
Diğer sonuç, sporcuların, spor alanlarındaki ve günlük yaşamınızdaki davranışlarıyla ilgili. Geçmişin isyankar, bazen abartılı olsa da, kendini olduğu gibi ortaya koyan, gerektiğinde kızıp, bağırıp, gerektiğinde haksızlıklara baş kaldıran, 1968 Meksika Olimpiyatları 200 metre madalya töreni protestosunda olduğu gibi, siyasi tavrını net olarak ortaya koyan sporcuları artık görmek mümkün değil. Herkes tek bir tornadan çıkmış gibi. Arkada fırtınalar kopsa da, kamuoyu önünde “uslu, sevimli, kibar”, duygusal ama ölçülü olmak, asıl patronun sponsorlar ve yayıncılar tarafından satın alınmış federasyonlar, NBA, ASO gibi süper profesyonel organizasyonlar olduğunu unutmamak gerekiyor.
Sporcuların, takımların giyecekleri kıyafetlerden, yapacakları konuşmalara kadar her noktada çok sıkı bir denetim söz konusu. Sponsor firmalar, bırakın saha da, özel hayatınızda ne giyeceğinize dahi karışır hale gelmiş durumda. Maçı kazanan tenisçi, daha teri kurumadan, yarışmanın ya da kendisinin sponsoru olan firmanın saatini takıp poz veriyor. Sözüm ona asiliğin, aykırılığın senbolü olarak görülen/gösterilen ekstrem sporlar da durum farklı değil. Sponsor markaların dünya görüşüne, algılatmak istediğine aykırı bir şey giymeniz, söylemeniz, yapmanız, şu ya da bu gerekçeyle röportaj taleplerini geri çevirme inisiyatifiniz dahi yok.
Sonuç olarak, günümüzde spor adı altında yapılan şeyi spor değil, ekonomik bir sektör (show business) olarak ifade etmek, sanırım çok daha mantıklı. Küresel çapta büyük bir ticari nitelik kazanan, ahlaki açıdan ise aynı oranda eksilere düşen, paranın ve siyasetin esir aldığı bir spor dünyası, spor yönetimi, spor sektörü ile karşı karşıya bırakılmış durumdayız.