20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında, sol veya sosyalist çevrelerde bilim ve teknoloji üzerinde kapitalizmin ve emperyalizmin mutlak hakimiyet kurduğu inancı yavaş yavaş da olsa benimsendi. Bu inancı pekiştirenler, modernizmle ilerleme, ilerlemeyle kapitalizm, akılla iman arasındaki ayrımları aşındırdılar ve nihayetinde hurafeyle bilim, mantıkla safsata arasındaki ayrımlar silikleşti. Bilim, bilimsellik ve teknoloji iç içe geçirilmiş ve tümü birden teknolojiye indirgenmiş olmakla kalmadı, hepten sermayenin eline bırakıldı.
Bu süreçle atbaşı giden diğer bir esinti daha vardı: Postmodern rüzgar. Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserinden Lyotard’a ve diğer postyapısalcı-postmodern kırmalarına dek uzanan yelpaze aracılığıyla devrimciliğin, bilimselliğin ve bilimin “bunaltıcı” ve “ağır” havası dağıtılmaya çalışıldı. Bilim, bilimsellik ve sosyalizm sıkıcıydı, bir o kadar da çocuksuydu, saftı. Olmayacak işler peşinde koşan “çılgın” biliminsanı figürüyle (bunun gerçek Einstein’ın bükülerek haşarı bir çocuğa dönüştürüldüğü Einstein imgesinden Geleceğe Dönüş serisinin çılgın biliminsanı Dr. Brown, hatta Akıl Oyunları’ndaki John Nash’e kadar yarı kurgu, yarı abartı pek çok imgeyle) biliminsanı olmanın “akıl kârı” olmadığı işlendi. Dahası, sosyalizmin naifliğiyle sertliği birlikte anılarak, sosyalizm hem bir gençlik hevesi hem de şeytani bir plan olarak sunuldu. Postmodern rüzgarın etkisi gerçeklikle kurguyu tümüyle anlatılar düzeyine hapsederek kurguyu gerçek kıldı, gerçeği silikleştirdi.
Bilim, sosyalizm ve genel olarak devrimcilik çoğu zaman aynı komplonun parçaları olarak sunuldu: Bu komplonun seküler versiyonları insanın duygusallığını ve bedenselliğini “ezen” akılcı ve bilimci aydınlanmayı hedef alırken, daha mitsel versiyonları Yahudilik’e, İlluminati’ye, Masonluk’a odaklanarak gizli şeytani bir planın ürünleri olarak sundu bilimi, sosyalizmi ve devrimciliği. İşin ilginci, daha seküler görünen birinci versiyon, aydınlanmanın “mitsel” karakterine odaklanırken, sekülerlikten nasibini almamış görünen ikinci versiyon aydınlanmanın “düşünsel” görünümünün ardında gayet reel bir güçler savaşı olduğunu vurguladı. Kuşkusuz, her iki versiyon için de elverişli malzeme olarak değerlendirilebilecek olguları tarihten seçmek mümkün. Ne var ki, bilimi, teknolojiyi, sosyalizmi, devrimciliği ve özellikle Türkiye özelinde vatanı ve vatandaşlığı küresel bir komplonun yahut kadim bir hastalığın eseri olarak göstermek yukarıdaki versiyonlardan çok da farklı bir işleve sahip değildir.
Tüm bu yeni çağ rüzgarlarının hedefi ve sonucu, ilerici, eğitimli kesimleri yeryüzünden, gerçeklerden kopartmak ve onları müdahale edemeyecekleri kuvvetler karşısında oyalamaktır. Bu rüzgarların kulağımıza fısıldadıkları şunlardır: Kapitalizm zorunlu bir gerçekliktir, o halde değiştirilme şansı yoktur; Sosyalizm bir hayaldir ve bu hayali gerçekleştirme çabaları tiranlıkla son bulur, dolayısıyla sosyalizm bir alternatif değildir; Kalkınmacılık kapitalizmin yeniden üretilmesidir dolayısıyla kapitalizmin en kötü hali gelişmekte olan ülkelerin kalkınmacılığıdır; Bilim ideolojiktir ve sermayeye hizmet eder; Bilim egemen sınıfların nitelikli bir anlatısı ve kitleleri yönlendirmek için başvurdukları modern büyücülüktür; Vatan ulusal kapitalistlerin rant alanıdır; Millet, sınıf çatışmasını örtmek için kullanılan bir toplumsal inşadan ibarettir, … Tüm bu dogmalar beyinlere kazındı. Bu konulara dair ciltlerce ürün verildi, konferanslar yapıldı, tezler yönetildi. Bilimin, devrimciliğin başarılı olma ihtimali öylesine korkutucuydu ki onların kötü olduğunu söylemek yetmiyordu, aynı zamanda beyhude bir çaba olarak sunulması gerekiyordu. Şu veya bu bilimsel ürünün, şu veya bu kalkınma hamlesinin kötü olduğunu söylemek de yetmiyordu, maazallah insanlar bunların alternatifinin mümkün olduğunu düşünebilirdi. Bu yüzden, tüm bu çabaların zorunlu olarak kötü olduğu ortaya konmalıydı. Tam da bu nedenle birer çılgın, ihtiraslı birer radikal olarak sunulması gerekiyordu, bilimcilerin, devrimcilerin ve fedakar insanların.
Solcuların, ilerici insanların bilimden ve bilimsel pratikten kopartılması sonucu, hem sol hem de vatan ve millet gibi kavramlar, neoliberallerin elinde birer karikatüre dönüştürüldü. Sol, “istemezük”, “kahrolsun…”, “bu böyle gitmez” türünden nidaları tekrarlayan geriatrik bir vakaya; vatan ve millet de şövalyeler çağının alaya alınası nişanlarına, kostümlerine indirgendi. Bunda solun ve vatanseverlerin payı nedir? Elbette çok büyüktür. Acelecilik ve şablonculuk bu kesimleri hasta eden mikroplarmışcasına etki etti bu sürece. Öyle çok aceleleri vardı ki bilime, insanı kazanmaya, anlatmaya, üretmeye vakit yoktu. Öyle şabloncuydular ki tarihimize, geleceğe, gerçekliğe dair herhangi bir farklılığa tahammül yoktu. Bu tahammül azaldıkça, açıkça tartışılamayan, açıkça konuşulamayan inançlar, kendilerine yaşam verecek dar ve kapalı grupların bünyesine yerleşti ve orada filizlendi. İşte bu tarlalarda yeşerdi tartışılmış olsa rahatlıkla çürütülecek fikirler, erkenden görülmüş olsa rahatlıkla teslim alınacak düşmanlar.
Bilimciler, devrimciler ve ilericiler gerçeklerden korkmamayı ve tüm başarıları kendi ömürlerine sığdırma sabırsızlığına düşmemeyi öğrenmeliler. Bunlardan vazgeçilmedikçe ne başarı elde ederiz ne de başarısızlığımızın farkına varırız. Bilimi salt bir araç olarak gördüğü için eleştirdiğimiz kapitalizme karşı yapılacak şey bilimi ona karşı kullanılacak elverişli bir aracın ötesinde ele almaktır. Bilimin ilerici işlevi bir yan üründür, bilimsel çalışma yarına belirli bir cephane sunacağı düşüncesiyle motive olmanın ötesinde başka motivasyonlara da ihtiyaç duyar: Samimi bir meraka ve çalışmasının sonucunu göremeyebileceğine hazırlıklı olan bir kafaya.