İktisatla ilişkimiz 12 Eylül öncesinde kaldı…
Eskiler ve bizim gibi meraklı okurlar, devletçilik dönemini iktisatçıların elinden okurken; şu an hakim eğilim hiçbir iktisat bilgisi olmadan Cumhuriyet ekonomisini yüzeysel bir övgü anlatısıyla geçiştiren tarihçilerin kitaplarından okumak oldu.
27 Mayıs sonrasında Kemalizmin hala ayakta durabilmesi, aydınlar eliyle devletin elinden alınıp yeniden toplumsal alanda can bulabilmesi Kemalizmin ilgili dönemde ekonomiyi temel mesele olarak görmesiyle yakından ilgilidir. Ekonominin her taşından altından çıkması, bağımsız ve kalkınmacı bir iktisadi model kurulmadığı müddetçe ikincil siyasal sorunların hallolmasının zorluğu net bir biçimde tespit edilmiş ve öncelik ekonomi konularına verilmiştir.
Tıpkı 1930’larda olduğu gibi 1960’larda da esas gündem “kalkınma” gündemi idi. Kalkınma kavramına yalnızca siyasal bir anlam yüklemek elbette bu kavramla aramızdaki uzaklığa işarettir. Kalkınma kavramının kökeni ekonomiye dayanmaktadır. Bu sebeple de “kalkınmamız lazım” diye işe başlıyorsak ya da hala böyle bir gündemimiz varsa bunun yalnızca basit bir iktidar değişikliği ile olmayacağını da bilmemiz gerekmektedir.
1930’larda Cumhuriyetin temel politikalarından biri “iktisat devleti” haline gelebilmektir. Bunun da kökenleri İttihat ve Terakki dönemine kadar dayanmaktadır. Devletin 19. yüzyılın ikinci yarısından beri halletmek zorunda olduğu en önemli iki konu devletin toprak kaybının önlenmesi ve bağımsız bir ekonomik modelin inşa edilmesidir. Lozan Antlaşması ile ilk sorunu halleden devlet ikinci başlığı kendisine en temel problem olarak almıştır. Hatta Lozan Antlaşması’nın kesintiye uğradığı bir dönemde henüz hukuksal olarak devlet ortada yokken İzmir’de bir iktisat kongresi toplanmıştır. Mustafa Kemal’in kongrenin açılış konuşmasında ekonomi politikalarının merkezi önemine dair yaptığı vurguyu da gözden kaçırmamak gereklidir. Devletin her şeyden önce ekonomiye dair sorunların çözülmesi için gösterdiği çabanın bugün ne denli önemli olduğunu söylemeye gerek yoktur sanıyorum.
Kurucu iradenin devletin resmi olarak kurulmasından önce iktisat kongresi toplaması temel sorunun bağımsız bir ekonomik model olduğunu işaret etmektedir. 1929’a kadar ayak bağı olan koşulların ortadan kalkması ve ekonomik bunalım ile birlikte ekonominin “devletçi” yönünün çok daha açık bir biçimde ortaya çıktığı da görülmektedir. Cumhuriyete dair en somut övünç anlatımızın ulusal sanayi hikayesi üzerine olması da düşünülmesi gereken bir başka husustur.
Benzer bir biçimde 27 Mayıs sonrası aydınlarının ekonomiyi fazlasıyla merkeze alan görüşlerinin benzer problemlerden kaynaklı olduğunu da ifade etmek gerekir. Zira 50’lerin “Küçük Amerika” projesinin 27 Mayıs’la yalnızca geçici olarak rafa kaldırıldığını unutmamak gerekir. Toprak reformundan kalkınmacılığa, ulusal savunma sanayinin geliştirilmesinden emekçi sınıfın güncel duruma kadar pek çok gündem meselesi yine Kemalistlerin iktisadi meselelere bakışını değiştiren ve geliştiren bir niteliğe sahiptir. Göç meselesi ve buna bağlı olarak gecekondulaşma, kapitalizmin derinleşmesine bağlı olarak sınıfsal çatışmanın yükselişi ve yoksullaşma gibi pek sorun yine dönemin ana gündem maddelerini oluşturmaktadır.
12 Eylül’ün “sol” düşmanlığını Kemalizm üzerinde yarattığı tahribat iktisadi meselelerle sınıf meselesini iç içe geçiren, sınıf meselesinin sosyalizmde pekişmesinin devlet tarafından “tehdit” olarak görülmesi ile birlikte sınıftan korkan ve uzaklaşan, “terör” şemsiyesi altında her türlü devrimci fikir ve kurumla yollarını ayıran, yeni rejimle barışık uysal bir Atatürkçülüğün ekonomiye dair gündeminin de zayıfladığını görmemiz gerekir. Etnik ve dinsel bölücülüğün yükselişiyle yalnızca laiklik ve milliyetçilik okları çalışan yeni Atatürkçülük, “milli birlik” bayrağı altında burjuvazinin ülke ekonomisini yağmalamasına ses çıkarmamış, kimliğine edilen hakarete öfkeyle karşılık verirken bu ülkenin temelini oluşturan iktisadi bağımsızlık bizzat aynı burjuvazi eliyle “özelleştirme” adı altında parsel parsel yok edilirken suskunluğunu korumayı tercih etmiştir.
Ekonomiye dair görüşlerimiz geçmiş dönemin sözlerinin basit bir tekrarı ya da altı hiçbir şekilde doldurulmamış sloganvari başlıklardan öteye gitmediği için bir çözüm üretmiyor, nostaljik bir anlatı ile yalnızca geçmişe duyulan özlemi ifade ediyor. “Biz bir zamanlar…” diye başlayan hikayelerin kahramanını arıyor gibiyiz. Halbuki pek çoğumuz içinde bulunduğumuz ekonomik koşullardan muzdarip, toplumun geniş emekçi kesimleri içinde yaşamaya çalışan, ekonominin ana gündem maddesi olduğu bir ülkenin yurttaşlarıyız. Hatta ekonomi bu kadar fazla konuşulduğu ve temel yaşamsal ihtiyaçların bile karşılanmasında çok çeşitli zorluklar yaşandığı için entelektüel faaliyetlere, sanata ve bilime fazla bir zaman da kalmıyor.
Ekonomik sıkıntılara dair yükselen sesler şikayetten öte değil. Hatta bu şikayetler de kimi zaman fazlasıyla gündelik. İçinde bulunduğumuz pandemi koşullarında yalnızca bedeni değil aklı da evde kalan bizler için toplumun kolektif gündemlerinden bir parça daha uzaklaşmak hiç zor olmadı. Sorunun kökenine dair derinlemesine düşünmeye üşendiğimizi biliyorum. Ancak sorunların basit reformlarla giderilecek kadar yüzeysel olduğunu düşünüyorsak da bu fikirden tam aksi yönde kaçarak uzaklaşalım.
Ekonomiye dair köşeyazılarında ve toplantılarda “kalkınmacı bir ekonomi lazım”, “üretim ekonomisine geçmemiz lazım”, “kamucu olmamız lazım” vs. çok çeşitli reçeteler ile karşı karşıyayız. Bizler de bu sloganları bir ekonomi programı olarak görüp ekonomiye dair söz söyleme ihtiyacı hissediyoruz. Sorun da zaten tam bu noktada başlıyor: Zira temel bazı okumalarla dahi bu cümlelerin hiçbirinin doğrudan bir ekonomi modeli önermesi mümkün değildir.
İktisattan kopuşumuzun esas göstergelerinden birisi de ne yapılması gerektiğine dair olgunlaşmış bir fikre sahip olmamamız. Ekonomi politikalarındaki sıkıntıların analizini yapıyor olabiliriz, magazine kadar varan haberler üzerinden kimin ne kadar aldığı sattığına dair genel geçer rakamlarla bir soruna yaklaşıyor olabiliriz, asgari ücretin temel yaşam standartlarını karşılamadığını haykırarak anlatıyor da olabiliriz. Ancak bu sürecin ötesinde “Türkiye için hayal ettiğimiz iktisadi modelin kapsamı nedir?” sorusuna verecek sağlam temellere oturmuş bir cevabımız da maalesef yok. “Kalkınmamız lazım”, “30’ların devletçiliği ile çözülür” bu iş gibi bugüne doğrudan müdahale etmeyen bir yaklaşımla bu sorunların çözülmesi de mümkün değil.
Doğan Avcıoğlu, kalkınma meselesini “Türkiye’nin Düzeni”nde yeterince açık seçik anlattı. Okumayanlar okuduklarında, okuyanlar da tekrar baktıklarında hatırlayacaklardır. “Kalkınma” kavramının kendisi bir ekonomik model değildir. Küreselleşme sürecinin “kalkınmacı” ekonomiler üzerindeki olumsuz etkisi ve “ulusal kalkınmacı” fikrinin iflas ettiğinin pek çok yazar tarafından ilan edilmiş olması bu fikrin bir ekonomik model olduğunu yine göstermemektedir. Bizler “kalkınma” fikrinden 30’ların devletçiliğini anlıyor olabiliriz. Ancak devlet merkezli kalkınma modeli, himayeci ekonomi, devlet eliyle sermaye birikimi vs. kavramlar tamamlanmış modeller değil geçici ara formlar oluşturmaktadır.
Avcıoğlu meşhur kitabında ilgili dönemde 3 tip kalkınmacılık olduğundan bahseder: Amerikan tipi, Sovyet tipi ve Milli devrimci kalkınma. Avcıoğlu’nun “milli devrimci kalkınma” adını verdiği model de “kaptalist olmayan yol”dan çıkıp “Türk sosyalizmi”ne varan bir düzlemde tanımlanmıştır. Yani sosyalizm içinden geliştirilen bir alternatif olarak karşımızdadır. Demek ki kalkınma ekonomisi kurmalıyız derken içini bir miktar daha doldurmakta fayda var. Zira 1945 sonrası savaşın yaralarını sarmak için kabaca kapitalist ve sosyalist devletlerin tamamına yakını kalkınmacı refleksler göstermiştir. Ancak son tahlilde Batı kapitalizme, Doğu Bloku ise sosyalizme yönelmiştir. Yani kalkınmacılık ya da üretim ekonomisi bir son değil bir başlangıçtır. Ekonomiye dair fikir beyan ederken devletin sermaye birikimi ve yatırımlardaki rolünün ne olması gerektiğini, kamu sektörünün özel sektör karşısındaki hacmini, özel sektörün sınırlarını, yeniden “milli burjuvazi”ye ihtiyaç olup olmadığını, neoliberalizm çağının dünyayı nereye sürüklediğini, “büyüme” kavramının kapitalizm ölçeğinde yarattığı tahribata karşılık hangi içerikle tanımlanması gerektiğini belirlemek mecburiyetindeyiz. Ben bir iktisatçı değilim, Ancak okuduğum araştırabildiğim kadarıyla bu konuda daha fazla söz söylemek, gerçek çözümler üretebilmek ve onların peşinden gitmek mecburiyetindeyiz.
Alternatif yol olduğumuza ve sanki üzerinde konuşulmasına gerek yokmuş, uygulasak yeterli olurmuş gibi davranmamıza karşılık dünyada kapitalizm ve sosyalizm dışında zaten alternatif modellerin daha uzun dönemlerde uygulandığını da ifade etmek gerekir. Bunların başında 90’ların “üçüncü yol” stratejisi gelmektedir. Tony Blair ile özdeşleşen ve Anthony Giddens’ın zihninde hayat bulduğunu söyleyebileceğimiz bu model son tahlilde neoliberalizm çemberinin dışına çıkamasa da her iki ana modelden aykırı bir alternatif yol olduğunu iddia etmektedir. SSCB dönemi NEP’i ve faşizmin ekonomisi yine ana eksenlerden farklı olma iddialarını sürdürmektedir. Hemen hemen tamamında kamu ve özel sektörün işbirliğini gördüğümüz bu modellerden (faşizm hariç) hangisinin daha uygulanabilir olduğunu, nereden hareket etmemiz gerektiğini de tahlil etmek zorundayız.
“Karma ekonomi” olarak ifade ettiğimiz Cumhuriyet ekonomisinin diğer karma ekonomilerden farklarını anlatabilmeli, 1-2 cümle ile tıkandığımız her yerin Avrupa tipi bir sosyal demokrasi modeline ne kadar yakın olduğunu görebilmeliyiz. Hatta çoğu zaman da “bize özgü” diye heyecanla anlattığımız ve model olarak tanıttığımız şeyin esasında bir “ulusal kapitalizm” olduğu gerçeğiyle de karşı karşıya kalıyoruz. “Bizde ulus bütünlüğü var, onlarda sınıf çatışması” argümanı kimseyi kurtaracak kadar kuvvetli bir argüman değildir. Ülkenin kıymetli ekonomistlerini takip etmiyor olmak da bizim bu konudaki görüşlerimizin oldukça sınırlı kalmasına neden oluyor. Ekonomi, siyasetçilerden ve tarihçilerden öğrenilemeyecek kadar özel bir birikim ve emek gerektiren bir konu olması sebebiyle her türlü kolay yollu akıl yürütmeye kapalı bir alandır. Büyük iddia sahiplerinden aynı hacim ve içerikte ekonomi planları ve model önerileri bekliyoruz.