İktidar olmayı hedefliyoruz ancak kültürel hegemonyayı yeniden tesis edecek adımları atıyor muyuz? Hayır. Bu topluma bir program sunuyor muyuz yoksa yalnızca iktidarı eleştirmekle mi yetiniyoruz? İkincisi. İktidar değişikliği mi talep ediyoruz yoksa düzen değişikliği mi? Hala belli değil…
Kemalist cenah 1980 sonrası süreçte kültürel hegemonyasını büyük bir hızla kaybetti. Önce üniversitelerdeki kadro boşlukları ile başladı ve ardından yayıncılık sektöründe de hızla dibe vurmaya başladı. 1990’lardaki aydın katliamlarıyla en güçlü neferlerini yitiren Kemalizm yerine yenilerini koymakta büyük ölçüde başarısız oldu. Önce bunu kabul ederek başlamak gerekecek.
Kemalizme ya da Cumhuriyet tarihine dair entelektüel birikimin hızla ilerlemesine paralel olarak İkinci Cumhuriyetçi olarak resmedilen post-Kemalist entelejansiya büyük bir ivme kazandı. Sayılarının görece azlığına rağmen liberal, sol-liberal ve muhafazakar kanadın politik söylemleri ülke gündemini belirler bir hale gelmeye başladı. Küresel dönüşüme paralel olarak yükselen -kökleri 1980 öncesinde olmasına rağmen- yeni entelektüel gruplar Türkiye üzerine analizlerde söz sahibi olarak yeni tip bir anaakım siyasetin sözcüleri haline geldiler. Ulus-devletin karşısında olan her şeyi bünyesinde barındıran bu yeni kültürel hegemonya, yeni dünya düzeni tartışmalarındaki ağırlığı ile beraber kitleler üzerinde etki yaratarak genç nesilleri yeni bir gerçeklik üzerinde mutabık kılmaya çalıştılar. Bu çabalarında önemli ölçüde başarılı da oldular.
Kemalizme yüklenen “modası geçmiş” ve arkaik niteliklere karşılık olarak siyasal hayatın de-Kemalizasyon sürecinin taşlarını da örmüş oldular. Kemalizmin elde kalan temsilcilerinin farklı politik geçmişten gelen kanaat önderleri ile genişletilmesi ise yeni tip bir “ulusalcı” bloğun kurulmasına öncülük etti. Ancak yeni “ulusalcı” blok Türkiye üzerine entelektüel tartışma yürütmek yerine savunmacı bir refleks ile “eski Türkiye”den kalan her şeyi koruma ve Atatürk ile ilgili olumlu düşünce belirten herkesi “önder” pozisyonuna yükseltmekten geri durmadı. Güncel politik krizler bahane edilerek entelektüel tartışma biçimleri -kadro yokluğuna da bağlı olarak- geri plana atıldı ve Kemalist yayıncılık iktidar eleştirisine ve Atatürk üzerine kurulan duygu yüklü retoriklerin arasına sıkıştırıldı. Aşırı güvenlik eksenli politik gündem ülkenin yeniden hangi ilkeler doğrultusunda nasıl inşa edilmesi gerektiğine dair soruları yanıtsız bırakarak yalnızca “milli varlığa zararlı cemiyetlerin” ifşasına indirgendi ve 2000’li yılların güncel dinamiklerine uygun yeni bir yön tayini girişimleri tamamen sonuçsuz bırakıldı. Bu durum Kemalizmin akademik ve entelektüel temsilinin büyük bir hızla gerilemesine yol açtı.
Akademik ve entelektüel alandaki gerilemenin aynı zamanda bir itibar kaybı olduğu gerçeği görmezden gelinerek toplum nezdinde sözü dikkate alınan bir grup olmaktan hızla uzaklaşıldı. ADD’nin 1990’ların başındaki güçlü ekonomi-politik analizlerini yapan kadrolardan bugün yalnızca “Yeniden Atatürk Cumhuriyetini kuracağız!” sloganına geçen dönüşüm bu durumun güzel bir özetini oluşturmaktadır.
Bugün ulus-devlet ve ulus kimliği karşısında alternatif politikalar üreten ve Kemalist devrimin tarihsel ve siyasal mirasını bütünüyle reddeden görüşlere karşı Kemalistlerin tepkisi “bunlar hain” demekle sınırlı kalmıştır. Sürekli bir güvenlik tehdidi algısı içinde her görüşü kısa yoldan başından savan ve üzerine tartışma gereği hissetmeyen bir tavır kitleler üzerinde artık işlevsizdir. Söz sahibine hakaret etmek yerine talep ettikleri politikaların neden uygulanamayacağını soğukkanlı ve akademik bir dilde anlatmaya çalışmak karşı-hegemonyanın inşasında anahtar hamlelerden biri olacaktır.
Mustafa Kemal, kendi döneminin en güncel kavramlarını ve tartışmalarını yakından takip eden, bir ülkenin savaş sonrası inşa sürecinin tüm stresine rağmen entelektüel çabasını hiçbir zaman ikinci plana atmayan biri olarak yalnızca ülkenin kurtuluşunu değil kurtulduktan sonra nasıl bir ülke olması gerektiğine dair çok sayıda teori ile içiçe geçen bir birikimin sonucunda Kemalizmin kuruluşuna kaynaklık etmiştir. Nedense gökten zembille indiğini düşündüğümüz fikirlerinin arkasında Avrupa’daki siyasi ve iktisadi tartışmaların pek çok izlerini bulmak mümkündür. Dönüp kendimize soralım: 2024 yılı itibariyle dünyadaki siyasi ve iktisadi tartışmalara ne kadar hakimiz?
Mustafa Kemal oyunbozan ve yerine yeni bir hegemonya inşa eden gerçek anlamda devrimci bir önder iken bizlerin bugün dünyada tam olarak neyden rahatsız olduğumuzu ve yerine ne koymamız gerektiğini ifade ettiğimiz metinlerimiz var mı? Hayır.
Güncel krizleri gerekçe göstererek terörle mücadeleye indirgediğimiz vatan savunmasının diğer tarafında nasıl bir ülke görmek istediğimize dair bir plan ve programa sahip miyiz? Hayır.
Cephede Rousseau’nun “Genel İrade” ve “Millet hakimiyeti” kavramlarıyla tanışan Mustafa Kemal’in bir yanda savaşarak bir yanda kuracağı cumhuriyeti hayal etmesi ne kadar anlamlı ise bizlerin bu ülkenin geleceğine dair bir planın peşinde olmamızı önemsiz gören ve güncel krizlerin içine sıkıştıran her türlü dar alan siyaseti o derece anlamsızdır.
Kemalizmin ve Cumhuriyetçi birikimin en güçlü ve hegemonik olduğu dönem 1960-1980 dönemidir. Üniversitelerdeki kürsülerden günlük ve haftalık dergilere kadar gerek sosyalist gerekse sosyal demokrat kanatta yoğun şekilde faaliyet gösteren bu hegemonya Doğan Avcıoğlu’ndan Mümtaz Soysal’a, Uğur Mumcu’dan Ahmet Taner Kışlalı’ya, Bülent Ecevit’ten Bahri Savcı’ya kadar sayısız entelektüelin gelişimini sağlamıştır. Tarık Zafer’lerden ve Hıfzı Veldet’lerden o günlere ulaşan bir mirasın yanında Kadro, Yön, Özgür İnsan ve Arayış gibi çok sayıda dergi külliyatı Kemalizmin entelektüel mirasını güçlendiren bir niteliğe sahiptir. Yalnızca dönemin iktidarlarını eleştiren değil ülkeye yeni bir doğrultu çizmeye çalışan bu miras bir plana hatta bir ütopyaya sahiptir.
Güncel krizlere sıkışan ve kısa vadeli dar alan siyasetinin çözüm üretme yeteneği sınırlıdır. Öte yandan bugünün Kemalistlerinin gelecekte nasıl bir ulus, nasıl bir vatandaş, nasıl bir ekonomi-politik düzen, nasıl bir çevre, nasıl bir teknoloji vb. pek çok soruya geçici değil kalıcı ve uzun vadeleri yanıtlar vermesi gerekmektedir.
Sade suya tirit aktarımcı tarihçilik enflasyonundan geçmişten günümüze kuramsal altyapısı da olan kapsamlı analiz metinleri sürecine geçmekte çok geç kalmış bulunmaktayız. Dünyanın ekonomi-politik düzeninin detaylarını inceleyen iktisatçı sayımız çok az ve varolanı da değerlendirme konusunda büyük sıkıntı çekiyoruz. İktisadi küçülme, post-hümanizm, yapay zeka ve ekolojik kriz gibi güncel ve acil meselelerin üzerinde de düşünmek zorundayız. Türkiye’yi de içine alan pek çok küresel tartışmayı mercek altına almak zorundayız. “Küresel” sözcüğünü kirleten neo-liberal düzenin çizdiği alana hapsolmadan insanlık onuruna yakışır alternatif bir küreselleşmeyi ulusal düzeyle denk hale getirerek revize etmek zorundayız. Bizlerle aynı tahakküm altında bulunan dünya halkları ile küresel baskıcı rejime karşı ortaklığın yollarını aramak zorundayız. Ülke sınırlarına sıkışan ve Türkiye’yi doğrudan etkilemediği düşünülen küresel krizlere gözümüzü kulağımızı tıkayarak gideceğimiz herhangi bir yer bulunmamaktadır. Zira Türkiye’nin geleceği yalnızca Türkiye’ye özel sorunların çözümünde saklı değildir.
Cumhuriyetçi karşı-hegemonya, bu ülkede yeniden Cumhuriyetçi görüşlerin güçlü hale gelmesini sağlayacak bir programla beraber ittifak alanını doğru yere genişletecek ve başkasının kuralları ile oynamaya çalışan ve kendi programının gücüne karşı tarafı ikna edemeyen edilgen seçim ittifaklarına karşı kalıcı bir çözüm platformu oluşmasını sağlayacak güce sahip olacaktır. Sırf kötü kullanılıyor diye başkalarına terk edilen demokratik değerlerin ve kavramların sömürülmesine de son verecek, gerçek anlamda demokratik ve çağdaş bir toplum temelinde güçlü bir zihin ortaklığının temellerini atacaktır.