Anayasa değişikliğine ilişkin taleplerin tarihi ekseriyetle “demokratikleşme” ihtiyacı ile ilişkilendirilir. Öte yandan anayasa ile ilgili tartışmalarda gözden kaçırdığımız en önemli husus bana göre “güvence altına alma” fikri ile daha yakından ilgilidir. Zira anayasa tartışmalarının siyasi pratiğe yansıması iktidarın bir hukuk devletinden daha çok kendisini güvence altına ihtiyacını daha fazla yansıtmaktadır.
Entelektüel camiadaki normatif tartışmalar ise somut siyasi krizi perdeleyen soyut bir düzlemdeki fikir alışverişinden daha ileride değildir. Bu cümle özellikle de 12 Eylül sonrası süreci tanımlayabilmek için çok daha uygundur. Bunun nedeni yeni bir anayasa yapım sürecinin toplumcu bir nitelik taşımasından ziyade yönetici erkin kendi iktidarına daha meşru bir alan açabilmek için hayata geçirdiği tasarruflardan ibarettir. 82 Anayasası ile “komünizm tehdidi” temelli korkunun üstesinden gelinmiş ve Kemalist devletçiliğin bakiyesi olan “kalkınmacı” düzenin yerine neoliberal bir yeni düzen tesis edilmiştir. Özal dönemi de hepimizin malumu anayasanın “bir kere delmekle bir şey olmaz” denilerek itibarsızlaştırıldığı bir dönemdir. “Başkanlık sistemi” tartışmalarının ise Soğuk Savaş dönemindeki cılız sesi yeniden yükselmiştir. Irak Savaşı ile paralel güçlenen “federalleşme” ve “demokratik özerklik” tartışmaları da siyasi taleplerin sınırını çizebilmek için fikir verici olmuştur.
İçinde bulunduğumuz dönemin anayasa tartışmaları da “vesayet” üzerinden geliştirilen “eski Türkiye” tartışması ile başlamıştı. 61 Anayasası’nın bir sonucu olarak ortaya çıkan Anayasa Mahkemesi ve 28 Şubat’a dayanarak silahlı kuvvetlerin siyaset üzerindeki denetiminin tamamen ortadan kaldırılması talep edilmiş, gizli gündemi her zaman ilk dört madde olan, ulus-devlet ve vatandaşlık olarak sahip olunan Türk kimliğinin değiştirilmesini hedefleyen bir sorgulama süreci başlamıştır.
Mevcut iktidarın kuruluş yıllarının “sivilleşme” kavramı ile açıklanması ise “vesayet” olarak tanımladıkları ve kendi iktidarlarının ayağına pranga olan kurumlarla mücadele edilmesine indirgenmiştir. Post-Kemalist camianın canhıraş bir şekilde “demokrasinin gereği” olarak ilgili dönemde atılan her adımı koşulsuz ve şartsız destekleyerek meşrulaştırması ise kamuoyunda bu meselenin farklı bir biçimde algılanmasını da sağlamıştır. Ergenekon-Balyoz sürecinin son sürat devam ettiği ve “darbeciler” ve “demokratlar” olarak oldukça amorf bir biçimde dayatılan bir bölünme sürecinde 12 Eylül Referandumu’nun yapılması tesadüf değildir.
Kemalizmin tüm siyasal ve tarihsel bakiyesinin darbeciliğe ve derin devlete indirgenerek kriminalize edildiği bu süreçte bir rejim değişikliğinin sağlanabilmesi için ihtiyaç duyulan meşruiyetin zemini oluşturulmaya çalışılmıştır. “Cehape Zihniyeti”nin İttihat ve Terakki’den 28 Şubat’a kadar ülkenin başına gelen her felaketi temsil etmesi, sözde soykırımdan darbeye kadar her siyasal kötülüğün vücut bulmuş hale gelmesi kamuoyunda Kemalizme duyulan öfkeyi güçlendirecek ve bu sayede referandum aracılığı ile talep edilen sivilleşmenin önü açılacaktır. Ergenekon-Balyoz süreci, böylesi geniş bir “suç” skalasına sahip olan “Cehape zihniyetini” de mahkum ederek farklı bir seçeneğin dizayn edilmesi için araçsallaşmıştır.
2010’da yapılan referandumun hemen ardından ortaya çıkan süreç ise ülkedeki tüm sivilleşme beklentilerini tamamen rafa kaldıran yeni bir sürecin başlangıcıdır. Uzun uzun açıklamaya gerek olmayan bu dönemde “Kürt Açılımı” ile alan genişleten bir iktidarın “Atatürk’e karşı” olan her özne üzerinde denetim kurmak istediği görülmüştür. Geniş bir anti-Kemalist şemsiyenin her bir öznesinin bu süreçte çekirdek yapı ile kurduğu işbirliği 2013 sonrasında sert bir çıkar çatışması ile yol ayrımına doğru evrilmiştir. Çok renkli geniş bir koalisyondan homojen bir dar alana sıkışan iktidarın siyasal meşruiyetinin daha fazla sorgulanmaya başlanmasına rağmen “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”ne geçilmesi ve meclisin fillen işlevsizleşmesi ile birlikte gücün pekiştiği görülmüş ve anayasa tartışmaları yeniden rafa kaldırılmıştır.
Bugün yeniden bu tartışmaların gündeme geldiğini görüyoruz. Tıpkı geçmiş dönemdeki gibi “demokratikleşme” kavramının ana slogan olduğu yeni süreçte bu sefer tam olarak hedefin ne olduğunu anlamak pek mümkün olmadı. Yalnızca 1921 Anayasası’na yapılan vurgunun güçlendiğini görebildik. 1921 Anayasası’nın siyasal anlamının ne ifade ettiğini hepimiz biliyoruz. “Yerel yönetimlerin güçlenmesinden” hareketle yine “özerklik” kokularını almaya başladık. “Acaba ikinci bir Kürt Açılımı mı geliyor?” sorularının yeniden gündeme gelmesine hiç şaşırmayacağımız bir süreçteyiz. Şaşıracağımız tek husus ikinci versiyona kimlerin ne kadar dahil olacağı ya da olmak isteyeceğidir. Zira bu ikinci versiyonun yine iktidar tarafından gündeme getirilmesine rağmen daha geniş bir alanda kabul görmesi ihtimalini dikkate almak gerekir. Bu da politik rekabetin yine Kürt meselesinin arkasına saklanmasını sağlayacaktır.
Üzerinde çok sayıda spekülatif yorum elbette yapılabilir. Ancak geçmiş dönemde gücünü pekiştirmek için kendin emin adımlar atan ve gerek iç gerekse dış politikada aradığı desteği rahatlıkla bulan bir iktidarın bugün aynı şekilde davrandığını söylemek zordur. Bugünkü tartışmalar neyi hedefliyor olursa olsun yalnızca ülkenin ana krizini hafifletmek için gündemi çeşitlendirmekten başka bir işleve sahip olamayacaktır.
Görüldüğü gibi anayasa tartışmaları siyasi iktidarın kendi politik gündeminin bir çeşit imdat çekici görevini yürütmektedir. Bu nedenle de her kriz ortamında yeniden ortaya çıkışı tesadüfi değildir. Anayasanın tartışılması normatif olarak elbette demokrasinin gereği olarak görülebilir. Üzerine toplumsal bir mutakabat olmayan ve ülkenin gelişmesinin önünde engel teşkil eden her şey elbette sorgulanabilir. Buradaki sorun “anayasayı tartışmak” başlığı altında hem mevcut esas krizin bulandırılması hem de geçmiş dönemde yaşadığımız travmaların ucuz siyasi hesaplarla yeniden gündeme getirilmesidir.