Not: Çalgı Görselleri Alttadır
Müzik, çok çeşitli türleri ile tüm dünyadan insanların bağ kurduğu önde gelen kültürel bir değerdir. Her toplum kendi kültürel birikimini, geleneklerini müzik yoluyla yansıtabilir. Ortaya çıkan ürünler, aktarılabilir ya da iletilebilir karaktere sahiptir. Bunu yaparken dile gerek duymayabilir. Bu temelden yola çıkacak olursak Müzik için bir anlamda toplumlar arasında kolay bir iletişim aracı olabildiğini söyleyebiliriz. Bu kolaylık, kültürler arası diyaloğu sağlarken başat kültürlerin baskın gücünü de ortaya çıkarır. Bu türden bağlar ve yeni yaklaşımlar, yerel kültürden uzaklaşarak moderne yönelimi de tetikler. Sonuçta her türlü kitlesel iletişim araçları ile benimsenen yeni yaklaşımlar, geleneksel değerlerin değişip dönüşmesine neden olurken farklı ve çok çeşitli yeni kültürel oluşumların ortaya çıkmasını sağlayabiliyor. Bu durum, kültürel olguları zaman içinde birbirine daha çok yaklaştırıp benzer hale getirebilir. Giderek tek dünya, tek kültür yaklaşımına doğru hızla gitmekte olduğumuz yolculukta insanoğlunun, sahip olduğu ve her gün biraz daha kaybettiği o muhteşem zenginliği bir daha bulamayacağı çok açıktır. Bir daha geri getirmemizin olası olmadığı kültürün en önemli özelliklerinden biri de maalesef dönüşmesidir. Günümüz dünyasında giderek güçlerin sınandığı ve büyük kayıpların yaşandığı dönemde bunun farkına varılır mı bilinmez ama tarihin derinliklerindeki müziği anlamaya çalışmamızın belki de bir farkındalık yaratır umudunu taşıyarak, kaybolmuş değerleri incelemenin yararlı olabileceğini düşünebiliriz. Müziğin tarihin derinlerindeki izlerini ararken binlerce yıllık geçmişi ile bağ kurabilir ve geçmişi anlamada çok önemli yararlar sağlayabiliriz. Geçmişi bilmek bugünü doğru anlamamızı ve gelecek için güvenilir planlar yapmamızı sağlayabilir.
Günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce başlayan ve uzmanların Neolitik devrim olarak nitelediği süreç, insanlığın uygarlık yolunda attığı ilk adımlar arasında yer alıyordu. Dünyada yeni bir dönemin kapıları açılıyor ve Anadolu’da, yerleşik düzene geçilerek ilk ilkel köy sistemleri oluşuyor, avcı-toplayıcılıktan, üreten ve biriktiren bir düzene geçiliyor, tarım ve hayvancılığa dayalı bir yapı içinde gruplar halinde yaşanmaya başlanıyordu.
Belgeler ve tüm bulgular, insanlık tarihinin bu köklü dönüşüm sürecinde Anadolu’nun, dünyanın en önemli yerleri arasında olduğunu, günümüz anlayışının tam tersi yönünde insanlığın bilime ve modern dünyaya doğru giden yolculuğunun başlangıç ve gelişim sürecinin büyük bölümünün odağında yer aldığını göstermektedir.
Giderek gelişen Anadolu toplulukları, öylesine etkileyici bir yapı, bilgi birikimi ve donanıma sahip olmuşlardır ki çevrelerindeki diğer topluluklar için adeta bir çekim merkezi konumuna gelmiştir. Onlar, binlerce yıllık süreç içinde Doğu’dan ve Batı’dan gelen topluluklar ile birlikte yaşadılar, yaşadıkça ürettiler, kültürel etkileşim içinde oldular ve süreç içinde biriktirdikleri ile bugün çağdaş dünya kavramı ve günümüz kültür ve sanat alanının temelinde ya da gerekçesinde üretimleri ve düşünce sistemleri ile yer aldılar.
Sonuçta Anadolu’da yaşanan binlerce yıllık süreç içinde birikip oluşarak gelen farklı ve çok zengin kültürel yapı, Türk müziğinin temelinde önemli bir noktada yer alırken, dünya müziği için de çok değerli bir kaynak oldu.
Buna karşın bugün yazılı “Dünya Müzik Tarihi”nde hiçbir yeri olmayan Türkiye’nin müzik kültürüne ait değerlerini, binlerce yıl öncesinden başlayarak çok kısa olarak özetlemeye çalışalım.
Türkiye müzik kültürünü, tarihsel gelişim ve ayrışmayı temel alarak iki ana başlık altında inceleyebiliriz.
-
Arkeolojik Çağlar Müzik Kültürü
1. 1 Neolitik-Kalkolitik Çağlar
(M. Ö. 10.000 – 3.000)
M. Ö. 10 000 – 3 000 yılları arasında Anadolu’da yaşanan Neolitik ve Kalkolitik çağlar, müzik açısından bizlere önemli ipuçları verir. Çatalhöyük’teki bazı duvar resimleri üzerine yapılan yorumlarda, av sahnelerinde çeşitli vurmalı çalgıların kullanıldığı ve böylece av hayvanının yönlendirildiği vurgulanmaktadır. Bu dönemde Anadolu insanı kemikten ve pişmiş topraktan çeşitli müzik aletleri üretmiştir. Giderek artan çeşitli kanıtlar, bu dönemde toplu dansların yapıldığını, çıngırak, davul, zil, raspa, düdük, boğa kükreten gibi çalgıların kullanıldığını, müziğin ve dansın, bolluk ve bereket törenleri ile tapınma için kullanıldığını göstermektedir. Elimize geçen çeşitli belgeler ve orijinal çalgılar, günümüzdeki benzerleriyle yaptığımız karşılaştırmaya dayalı ilişkiler, bu dönemin müziği üzerine çeşitli çıkarımlar yapabilmemizi ve öngörülerde bulunmamızı sağlamaktadır. Neolitik ve Kalkolitik çağlarda en somut çalgı örnekleri arasında koyunun omuz kemiği üzerine açılan çentiklere, sert bir parça ile sürtülerek ses elde edilebilen ve günümüzde modern biçimleri de olan bu çalgıya, “raspa”, “balıksırtı” gibi isimler verebiliriz.
Anadolu’da üretilmiş olan ve müze depolarında 40 civarında olduğunu belirlediğim bu çalgıların, doğaüstü güçlere ya da tanrılarına bir tür dua ya da onlar için yaşamsal önemi olan avlarının verimli olması gibi istekler için yaptıkları törenlerde kullandıkları yönünde öngörülerde bulunabiliriz.
Diğer çalgılar ise kemikten yapılmış “kaval” ile bir ip aracılığıyla döndürülerek ses elde edilen ve ince, oval biçimli “Boğa Kükreten” olup bu çalgıya “Fırfırı” da denilmektedir. Ayrıca sesi tiz ve uzaklardan duyulabilen, bir tur alarm gibi kullanıldığını düşündüğümüz “Kemik Düdük” ile bazı vurmalı çalgılar da bu dönemin çalgıları arasındadır.
1.2 Eski Tunç Çağı (M.Ö. 3.000–2.000)
Anadolu’da metalin işlenilerek kullanılmaya başlanması, Neolitik çağa kadar uzanmaktadır. Anadolu insanı, giderek taşın yerine metal objeler de kullanmaya başlamış ve zaman içinde farklı metalleri karıştırarak yeni alaşımlar üretmiştir. Metal objeleri birbirine vurmak suretiyle ses çıkarmak isteği, (özellikle ses yüksekliği açısından) Eski Tunç Çağı’nda, yeni alaşımları ortaya çıkarmış ve böylece daha iyi tını özelliklerine sahip olan metaller yapılabilmiş ve dünyanın en eski zilleri günümüzden yaklaşık 4200 yıl önce Anadolu’da üretilmeye başlanmıştır. Binlerce yıl öncesinde Anadolu insanı, metali usta bir heykeltıraş edasıyla biçimlemiş, kuş, geyik, keçi ve aslan gibi hayvan figürlerini kendilerince yorumlayarak çalgının çerçevesine işlemiş ve yalnızca sesiyle etki yaratan bir nesne olmaktan öte görünümüyle de bir sanat eseri yaratmıştır.
O zamanın ilkel koşullarında Anadolu insanının, bir idiofonun üretimi için büyük emek ve zaman harcaması, o çalgının o insanlar için ne denli önemli olduğunun en büyük göstergesidir. Tüm bu çabalar, günler ve belki de haftalarca zaman harcayarak ürettikleri bu çalgıların, büyük olasılıkla onların yaşamının önemli bir alanında, bir tapınma sırasında ya da yaşam kaynakları olan avlarının verimli ve başarılı geçmesi amacıyla yakarıda bulunduklarında kullanıldığını göstermektedir. İşte bu noktada, istediklerini gerçekleştirebilmek ve başarılı bir yaşamı yakalayabilmek için Anadolu insanının müziği kullandığını ve bunun için de çalgılar ürettiğini söyleyebiliriz. Eski Tunç Çağı’nda ilk kez görülen bu idiofon, Sistrum olarak adlandırılmıştır. Sistrum, madenden yapılmış bir çerçeve içine birbirine paralel olarak yerleştirilen çubuklara geçirilen halkaların, çeşitli doğrultuda hareket ettirilmesiyle ses vermektedir. Bu çağın diğer idiofonları ise yine farklı biçimlerde ve süslemelerle üretilmiş olan “Çalpara”lar ve “Çıngırak”lardır.
Anadolu’da üretilen ziller, değişip gelişerek geleneksel bir anlayış içinde günümüze kadar ulaşmıştır. Elimize geçen örneklere göre Metal idiofonların (arsen-bakır, bronz, gümüş), kemik, pişmiş toprak gibi diğer malzemelerden yapılmış çalgılara oranla çok daha fazla yapıldığını görmekteyiz. Türkiye’deki müzelerde yaptığım araştırmalar sonunda yüze yakın metal idiofon, bir başka deyişle zil, belirlenmiş ve belgelenmiştir. Binlerce yıl öncesinde Anadolu’da üretilmiş bu ziller, günümüz Türkiye’sinde ve dünyanın tüm ülkelerinde kullanılan idiofonların kökeninde yer almaktadırlar. Bugün Anadolu hala, dünyanın en iyi zillerinin üretildiği yer olarak bilinmektedir. Yaptığımız tüm değerlendirmeler ve belgelerin ışığında bu saptamanın, bir tesadüf değil binlerce yıllık geçmişinin olduğunu görmekte ve anlamaktayız.
1.3 Asur Ticaret Kolonileri – Hitit Çağları
(M.Ö. 2.000 – 1.190)
Asur Ticaret Kolonileri Çağı’nda da metal ve pişmiş topraktan idiofonların kullanımının, birtakım farklılıklar görülmekle birlikte devam ettiği yapılan kazılar sonucunda ortaya çıkarılan eserlerden anlaşılmaktadır. Hititler, Hatti, Hurri, Luwi, Kaşka gibi diğer Anadolu kültürleri ve Mezopotamya ile dil, din, sanat gibi alanlarda yoğun etkileşim içinde kendilerine özgü ve yüksek düzeyde bir uygarlık yaratmışlardır. Hitit çağında kralın yönetiminde, kraliçenin, prenslerin, prenseslerin ve devletin birçok yüksek rütbeli görevlilerinin katılımı ile gerçekleşen kült törenlerinde müzik ve dansın önemli bir işlevi vardı.
Hitit çalgıları, kısaca şöyle özetlenebilir:
Hitit çalparalarının çapı eskiye göre biraz daha büyümüş, incelmiş ve günümüz çalparalarının büyüklüğüne yaklaşmıştır. Ayrıca Hitit çalparalarında metal sap yerine diskin ortasında bulunan deliklerden geçen ip, deri gibi malzemelerden şeritler kullanılmıştır.
İlk örneklerine M.O. 2400 de Mezopotamya’da rastlanan Lirleri, Anadolu’da ilk olarak M.O. 2300–2000 yılları arasında Eski Tunç Çağı’nda ve M.O. 1800 lu yıllarda Asur Ticaret Kolonileri döneminde mühürler üzerinde ve bir taş kalıpta görmekteyiz. Lirler, Hitit cağında da Anadolu’da yaygın olarak kullanılmışlardır. İnandık ve Hüseyindede vazoları ile çeşitli kabartmalı vazo parçalarında görülen ve Hititler tarafından GIŠ. İNANNA olarak adlandırılan Lirler, taşınabilir ve sabit olmaları yanı sıra simetrik ve asimetrik olarak yapılmışlardır. Antik cağda çok az görülen sabit ve iki kişi tarafından çalınabilen büyük Lir, oldukça ilgi çekicidir. Lirlerin Anadolu’da görülen ilk örneklerinde tel sayısı 3–5 civarında iken Hitit cağında önceleri 7–8 sayısına ve daha sonraları 11 sayına kadar çıkmıştır. Daha sonraki dönemlerde de Lirlerde tel sayısı genellikle 7–8 iken bazen daha fazla sayılara da ulaşmaktadır. Lirler, Hitit döneminde giderek gelişmiş ve farklılaşmışlardır. Geç Hitit’te Karatepe ve Zincirli ortostatlarında görülen lirler, artık daha farklıdır. Ses kutuları, İnandık ve Hüseyindede de görüldüğü gibi düz değil artık yarım U şeklindedir. Teller ise bu yarım kavisin dip noktasına bağlanmaktadırlar.
Belki de dönemin müzik adamları böylece daha iyi ses elde ettiler ve daha iyi çalabilme olanağı buldular. Elimizdeki belgeler, Hitit döneminde Arplerin de kullanıldığını göstermektedir. Lirler, zaman içinde daha da gelişip çeşitlenerek Anadolu müzik yaşamı içinde yer aldılar.
Bugün elimizde bulunan belgelere göre bağlama ailesinin dünyadaki en iyi örneklerine ise Anadolu’da rastlanmaktadır. Anadolu’daki ilk örneklere ise Samsat’ta bulunan boyalı bir vazo parçasında ve çağdaşı M.Ö.
1600 lü yıllara tarihlenen İnandık vazosunun frizlerinde rastlamaktayız.
Yine yaklaşık aynı döneme gelen Hüseyindede vazoları ile çeşitli kabartmalı vazo parçaları da bize Anadolu bağlamaları hakkında önemli bilgiler verirler. Hitit bağlamaları, Anadolu’da daha önce görülen Lirlerden sonra ortaya çıkmalarına karşın giderek çok daha fazla ilgi görmüştür.
Hitit bağlamasına ait belgelerde iki farklı yapı belirlenmektedir. Bunlardan ilki hemen bütün materyallerde görülen küçük yuvarlak bir gövde ve ince-uzun bir saptan oluşmuş olanıdır. Hitit bağlamalarının uç kısmında gördüğümüz püskül, günümüz Türk ozanlarının bağlamalarının saplarında da bulunmaktadır. Bu da bize binlerce yıllık bir Anadolu geleneğini göstermektedir. Bağlama ailesinin bir diğer üyesi ise Alacahöyük kabartmasında görülen gövdesi ortadan boğumlu biçimde ve diğerlerine göre daha kısa saplı olandır. Ayrıca bu bağlamanın gövdesinde tellerin alt ve üstünde beşer delik (ses delikleri) ya da süs yer almaktadır. Sapında görülen dikey çizgiler ise büyük olasılıkla süs olmalı diye düşünmekteyim. Bu çizgileri ses perdesi olarak yorumlamak ve böylesine önemli bir konuda karar verebilmek için elimizde yeterli bilgi ve belge bu görüntü dışında bulunmamaktadır. Gövdesinin kabaktan olduğunu öngördüğüm bağlama ailesinin bu türü, bu yapısıyla Anadolu geleneksel çalgılarından “tar”a benzemektedir Bağlamalar, Hitit çağı ve sonrasında Anadolu’da yaygın olarak kullanılmıştır. Hitit dini metinlerinde bağlama eşliğinde şarkılar söylenmekte, dans edilmekte ve törenlerdeki kült uygulamaları yerine getirilmektedir.
Bu çalgının kullanımı daha sonraki süreçlerde bir süre azalsa da giderek geleneksel değerler arasındaki yerini alarak Anadolu’da her döneminde sevilerek kullanılmış ve süreç içinde en temel çalgısı haline dönüşmüş, günümüzde de bu özelliğini korumaya devam etmiştir. Bağlama ailesinin çeşitli türleri değişik adlarla Yunan ve Roma uygarlıklarında ve daha sonra Avrupa’da özellikle Rönesans’a kadar geçen süreçte de kullanılmıştır.
Geç Hitit Çağı’na ait bir Karkamış Ortostatının üzerinde yer alan sahnede görülen davul, büyüklüğü ile oldukça ilginçtir. Bugün elimize geçen belgelere göre Anadolu’da daha önceki süreçte bu büyüklükte bir davula, betimlemeli eserler üzerinde rastlanmamaktadır. Bu Davul için, bugün Anadolu’da kullanılan ve geleneksel Türk müziği içinde yer alan davulun atası olabilir yorumunu yapabiliriz. Daha önceki süreçte elde çalınabilen küçük derili vurmalıların bu kadar büyümesine gerekçe olarak sesin uzaklara ulaştırılması ya da kalabalıklar içinde duyurulması çabaları olduğu yönünde öngörüde bulunabiliriz. Büyük olasılıkla Hitit müzisyenleri seslerini daha iyi duyurmak istediler ve bu istek onları yeni çalgılar tasarlama ve yapma yönünde geliştirdi. Bu Ortostatın en büyük özelliği Davul ve Borunun aynı karede yer almasıdır. Boruyu da günümüzdeki zurnaya benzetirsek bu Ortostat için adeta Hitit döneminin davul zurnasını anlatıyor yorumunu yapabiliriz. Doğal olarak boru ile zurna gibi ezgiler elde etme olanağı olamasa da sesin uzaklara duyurulması açısından bir benzerlikten söz edebiliriz.
Bu noktadan hareketle, Ortostatta yer alan müzisyenler için Anadolu’nun ilk Davul-Zurnacıları yorumunu yapıp, bir saptamada bulunabiliriz.
1.4 Demir ve Roma Çağları (M.Ö. 1.190 – M.S. 395)
Hitit İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, M.Ö. 1. binde, Anadolu’da birçok küçük devlet kurulmuştur. Bu süreçteki çalgılar arasında lirler, bağlamalar, çifte kavallar, davullar, ziller, pan-flütler ve borular sıralanabilir. Rölyeflerde, genellikle tapınma, saray törenleri ve bayramlarda müzik yapan solistler ya da topluluklar ve dans eşliğinde çalgılı gösteriler betimlenmiştir.
Demir ve Roma Çağı’nda metal ve pişmiş toprak çıngıraklar karışık olarak kullanılmıştır. Ayrıca Lidyalılar Batı Anadolu ‘da altın çıngıraklar kullanmışlardır. Lirler ve Arpler, milattan sonraki süreçte de Anadolu’da yaşamaya devam etmiştir. Arpler, Osmanlı döneminde ise Çeng olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Çeng birkaç yüzyıl öncesine kadar Türk müzik sistemi içinde yer alırken, özellikle çalması ve yapımı daha kolay olan santur ve kanun çalgılarının yaygın olarak kullanılmaya başlanmasından sonra gözden düşmüştür.
-
Yakın Çağlar Müzik Kültürü
Yakın çağlarda Türkiye coğrafyasında oluşmuş geleneksel müzik türlerini dört başlık altında inceleyebiliriz:
2. 1 Halk Müziği / Yerel Müzik
Bir yörenin yerleşik insanları tarafından üretilen, severek söylenen ve çalınan, o yöre insanının ortak yapıtı haline gelen ve kulaktan kulağa aktarılarak yaşatılıp günümüze kadar ulaşan müziklerdir. Bu müzikler yerel kültürlerin izlerini taşır ve yaratıcılarının adları çoğunlukla belirsizdir.
Türk halk müziği, tarihin eski zamanlarından bugüne değin Anadolu ve Rumeli’de yaşamış bütün uygarlıkların, kendilerine özgü kültürel değerlerini biriktirerek ve yörelere göre kültürel farklılıkları içinde barındırarak oluşan ve sonuçta zenginlik ve çeşitliliği ile tüm dünyada ender görülen bir yapıdadır.
Halk Müziği türleri:
Başlıca sözlü müzikler, türleri bakımından: Türkü, Koşma, Semâî, Varsağı, Mâni, Destan, Deyiş, Uzun Hava, Bozlak, Ağıt, Hoyrat, Maya, Boğaz (Gırtlak) Havası, Teke Zortlatması, Ninni, Tekerleme v.b. başlıklar altında incelenebilir.
Bu türler arasında belli bir usule bağlı kalmaksızın serbestçe ve doğaçlama biçiminde söylenenler “Uzun Hava”, belirli bir usule bağlı olanlar ise “Kırık Hava” olarak adlandırılır. Her iki türün bir arada kullanıldığı “melez” örnekler de mevcuttur.
Halk müziği içinde, belirli yörelere mahsus danslara eşlik eden müzikler de ayrı bir tür kategorisi oluştururlar: Halay, Bengi, Karşılama, Zeybek, Horon, Bar v.b isimlerle anılır. Bunlar da, sözlü veya çalgısal nitelikte olabilirler…
Halk Müziği’nde Makamlar ve Dizisel Yapılar:
Türk halk müziği ezgileri, klasik Türk müziği ile aynı ses sistemine sahip ise de, “Makam” adı verilen ezgi tipleri, halk müziğinde belirli yörelerde, Beşiri, Garip, Kerem, Misket, Müstezat v.b. gibi değişik isimler ile anılırlar.
Halk müziğinin makamsal yapısı konusunda, henüz kapsamlı bir çalışma yapılmamıştır. Ancak derlenen ezgilerin büyük bölümü, günümüzde bilinen çeşitli makam yapılarıyla büyük benzerlikler taşımaktadır. Çeşitli halk ezgilerinde, belirli bir makamı tanımada en önemli ölçütlerden biri olarak ortaya çıkan “seyir” kavramına tümüyle uyan örneklere rastlanıldığı gibi, bilinen seyir özelliklerinin dışına çıkan örneklerle de karşılaşılmaktadır. Yine makam kültürü içinde günümüzde unutulmuş kimi eski cins, makam, avaze ve terkiplere, halk türkü ve ezgileri arasında rastlamak mümkündür.
Halk Müziği’nde Usul:
Halk müziğinde başlıca: Sofyan, Düyek, Nim Sofyan, Türk Aksağı, Yürük Semai, Ağır Semai, Devr-i Turan, Devr-i Hindi, Katakofti, Aksak, Evfer, Raks Aksağı, Oynak, Curcuna ve Aksak Semai usulleri kullanılmaktadır. Ayrıca bilinen usul kalıplarına uymayan, daha karmaşık yapıda usul kalıplarıyla da karşılaşılmaktadır. Bu usuller, çoğunlukla “ikişerli” ve “üçerli” zamanların çeşitli kombinasyonları şeklinde gelişme göstermektedir. Metrik yönden halk müziğinde kullanılan usuller ölçü sayılarıyla ifade edilmek istenirse:
2/4, 3/4, 4/4 gibi basit; 6/8, 12/8 gibi bileşik ve 5/8, 7/8, 9/8, 8/8, 10/8 gibi karma yapıdaki ölçülerle karşılaşılmaktadır.
2.2 Osmanlı Döneminde Musiki
Günümüzde “Klasik Türk Müziği” adı verilen Osmanlı Dönemi Türk Musikisi, tarihsel süreç içinde birçok farklı kültürle karşılıklı etkileşim içinde oluşmuştur. Bu etkileşim unsurlarının başlıcaları; Antik dönem ve sonrasındaki Anadolu uygarlıları, orta ve batı Asya kültürleri ile Orta Çağ İslam medeniyetine özgü müzik değerleridir. Bu müziğin asıl gelişimi ise Osmanlılar döneminde, özellikle de 17. yüzyıl itibariyle gerçekleştiği söylenebilir. Osmanlı Devleti’nin kurulması, büyümesi ve güçlenmesine paralel olarak zenginleşip, olgunlaşıp, biçim / estetiğini geliştirip bir sanat müziği kimliği kazanan bu müzik, din, aşk, kahramanlık gibi birçok konuda ürünler vermiş ve her biri kendi türlerini, biçimlerini, topluluklarını oluşturmuştur.
Çalgı, makam, usul ve ezgi alanlarında yeni katkılarla zenginleşen Osmanlı dönemi musikisi, zamanla başka hiçbir İslam ülkesinde rastlanmayan bir ihtişam kazanmıştır. Sürekli değişim içinde olan Osmanlı dönemi musikinde, yeni çalgılar önem kazanmış, yeni makamların ve usullerin ortaya çıkarılmasına her zaman büyük önem verilmiş, sözlü veya sözsüz yeni beste türleri ortaya çıkmış, eski türlerde bazı biçimsel değişiklikler görülmüştür. Osmanlı dönemi musikisi gelişimini, repertuarın yeni büyük eserlerle zenginleşmesi ve bestecilikte yeni imkânların bulunması ile sürdürmüştür.
Osmanlı dönemi musikisi, imparatorluğa katılan yeni ülkelerin değişik müzik kültürlerinden etkilenmiş, öğeler almış öğeler vermiştir. Ancak imparatorluğun gerileme ve çöküş sürecine girdiği 19. yy. başlarından itibaren bu sanat müziğinde de giderek bir sığlaşma ve gevşeme olmuştur. Önceleri zengin makamlar ve usuller kullanırken, giderek bu anlayıştan uzaklaşılmış ve kentin eğlence müziğine dönüşmüştür. Günü-müze kadar süren bu gelişmede “şarkı” türü, adeta bütün türlerin yerini almış ve yaygınlaştıkça popülerleşmiştir.
Osmanlı dönemi Türk musikisinde Ali Ufkî, Kantemiroğlu, Mustafa Kevserî, Hamparsum Limoncuyan gibi musikişinaslar kendilerine özgü yazı notaları geliştirmişler ve bu notalar ile yazdıkları eserler, çok önemli kaynak olmuşlardır. Osmanlı dönemi musikisinde eğitimin “meşk” adı verilen yönteme, yani “ustadan dinleyerek ezberlemeye” dayanması, müzikçilerin “dinleyerek algılama” yeteneklerini çok geliştirmiş; birikimin sonraki kuşaklara aktarılması için nota kullanılmaması, birçok eserin unutulmasına, unutulma-yanların da değişmesine yol açmıştır.
Ezgisel üretimin temeli sayılan ve perdeler arasında belirli bir “ünsiyet” geliştiren bir kavram olan Makam, usulün zaman konusunda gerçekleştirdiği işlevin benzerini, perdeler üzerinde gerçekleştirir. Edvar geleneğinde makamlar, cins, şube, avaze ve terkib gibi kategoriler içinde ele alınır ve anlatılır.
Eserlerin temelini oluşturup zaman organizasyonu sağlayan, süreleri ve şiddetleri farklı çeşitli vuruşların birbirini izlemesiyle oluşan ritim kalıbına Usul denilmektedir. 15 zamanlıya kadar olan usullere “Küçük usûller”, 15 zamanlıdan büyük olanlara “Büyük usuller” denilmektedir. Iki büyük usulün bir arada kullanılmasına “Darbeyn” adı verilmektedir. Bazı büyük usullerden iki tanesi birer ya da ikişer kez arka arkaya gelerek; 48, 56, 88, 116, 118, 120 zamanlı olarak zincir oluşturarak kullanılabilmektedirler.
Bu musikide fasıl, peşrev, kâr, murabba, nakş, ağırsemâî, yürük-semâî, taksim, gazel, şarkı, saz-semâîsi gibi formlar kullanılmıştır.
2.3 Mehter
Mehter musikisi, Yakındoğu geleneklerinden filizlenmiş, yüzyılların süzgecinden gelmiş, Osmanlı’dan önce ve Osmanlı döneminde aslında bir savaş müziği olarak ya da yönetenin gücünü gösterebilmek amacıyla doğmuş ve bu amaçla kullanılmış olup, barışta da devletin ya da hakanın, padişahın gücünün devamlılığını sağlayabilmek, halka moral vermek, gerekli zamanlarda uyarılarda bulunmak gibi önemli işlevleri olmuş ve Avrupa’nın sanat müziğini de etkileyebilmiş bir müzik türüdür.
Kelime olarak Mehter, Farsçada en ulu, en büyük anlamına gelen “Mihter” ya da “Mihtar” kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin Osmanlılar tarafından ne zaman kullanılmaya başladığı bilinmemektedir. Türk dünyasında büyüklüğün ve gücün ifadesi olan Mehter, Türklerin Orta Asya steplerinden başlayarak geliştirdiği, diğer dünya uluslarında görülmeyen yapısı, müzikal değerleri ve işleyişiyle kendine özgün bir müzik topluluğudur.
Mehter Türk geleneklerinde, bir şenlik aracı değil, sancak gibi kutsal bir varlık, azametin, ihtişamın ve görkemli olmanın bir işareti, devletin egemenlik, hükümranlık sembolüdür. Bu anlayış, İslamiyet’ten önceki Türk devletlerinde de, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde de, küçük değişiklerle yer almıştır. Türk devlet anlayışında, hakanın, başkomutanın bulunduğu yer olan Otağ, Sancak ve hakanın otağının önünde duran (askerleri ve halkı yüreklendirmek için çalan) büyük davul/Hakan Kösü ile birlikte üç önemli sembol vardır.
Sancak ve mehter, birbirinden ayrı düşünülemeyen çok önemli olgulardı. Hakan otağının önünde duran tuğ ve davul, devletin bağımsızlık ve özgürlüğünün sembolüydü. Hakanlık kösü, otağın önünde ve Hakanlık forsu olan tuğun (sancağın) altında yer alırdı. Türk geleneklerinde davul, kutsal bir değerdi. Savaş sırasında bu davulların çalmaya başlaması, savaşın da başladığı anlamına geliyor ve en zorlu çatışmalar, sancak altında ve davulun yanında geçiyordu. Davul ve sancağın kaybedilmesi, devletin en önemli simgelerinin ya da onu var eden değerlerin yitirilmesi ve bu da savaşın kaybedilmesi anlamına geliyordu.
Türklerin Orta Asya geleneklerinde, devletin başı olan Hakan’ın otağı önünde kurulan büyük Davulun veya Kösün (kazanlı davul) günün belli zamanlarında çalınarak gücünü göstermesine Nevbet (Nevbe) dövme ya da vurma denilirdi. Nevbet dövmek, devletin başı olan Hakanın gücünü dosta düşmana göstermesi, özellikle düşmanın yüreğine korku salması ve kendi halkına güven vermesi şeklinde yorumlanırdı. Özetle bir Türk için Osmanlıdan önce Mehter, savaşın önemli bir unsuru, bir and, bir dua, bir yakarı, gücün ve saygınlığın anlatılışı ve sonuçta kendine özgü bir yaşam biçimi ya da anlayışıdır.
Osmanlının askeri müziği olan mehter, Osman Gazi ile birlikte oluşup, gelişerek savaşlarda ve barışta önemli görevler yapmıştır. Fatih Sultan Mehmet, bir “Nevbethane” yaptırmıştır. Burada günde üç vakit fasıl yapılmıştır. Bu durum, bir Fatih yasası olarak sürmüş ve bu “Nevbethane”, III. Selim dönemine kadar kullanılmıştır. Ayrıca, Eyüp, Kasımpaşa, Beşiktaş, Galata, Tophane, Rumelihisarı gibi merkezlerde birer sivil “Mehter Takımı” kurulmuş ve günün belli zamanında (seher vakti) nevbet çalınması yasası konulmuştur. Fatih’ten sonra gelen padişahlar, mehtere büyük önem vermişler ve onun geleneksel kurallarına büyük oranda uymuşlardır. Kanuni döneminde mehter, yeniden bir yapılanma içine girmiş, vezir ve diğer paşalara ait mehterler bu dönemde yapılanmışlardır.
Anadolu Selçuklularında “Tabılhane-i Hakanî” adı ile anılan Mehter, Osmanlıya geçince “Mehterhane-i Hâkânî”, “Mehterhane-î Hümâyûn”, “Mehterhane-î Tablı-Âli-Osmanî”, “Mehterhane-î Tabl ü Alem” ve “Cemaat-i Mehteran-ı Alem” gibi isimler ile anılmış ve yasası, kuralları konularak devlet içinde “Yeniçeri Kuruluşu”na bağlı olarak işlev görmüştür. Osmanlı’da Mehter, genel olarak “Resmi Mehter” ve “Esnaf Mehteri” olmak üzere iki farklı biçimde yapılanmıştır.
Dünya askeri bandolarının nüvesi olarak kabul edilen Mehter, II. Mahmut döneminde yeniçeri ocağının ortadan kaldırılmasından sonra gözden düşmüş ve yerine kurulan Musika-i Hümayun içinde bandoya dönüşmüştür. Ancak Osmanlı’nın son dönemleri ile Cumhuriyet’in başlarında çeşitli yeniden yapılanma çabaları sonunda günümüzde İstanbul / Harbiye’de Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı bünyesinde dokuz katlı bir Mehter takımı oluşmuştur. Mehter, zaman içinde çeşitli kurum ve kuruluşlar bünyesinde yapılanarak ulusal ve uluslararası alanda yaptığı sunular ile çalışmalarını sürdürmektedir.
Tarihin derinliklerinden gelen ve bir Türk geleneği olan Mehterin etki gücü Avrupalılar tarafından da değerlendirilmiş ve Mehter örnek alınarak çeşitli Avrupa ülkelerinde Askerî Müzik toplulukları, “Bando”lar kurulmuştur. Gluck, Mozart, Beethoven gibi besteciler, Mehterden esinlenerek müzikler yazmışlardır.
2.4 Dini Müzikler
İslam dininin gereği olan, farz, sünnet ve nafile, ibadete çağırma, yardımcı olma ya da süsleme amacıyla yararlanılan ve kullanım yoluna göre “Şer’i Müzik” ve “Tasavvufî Müzik”, seslendirildiği yere göre de “Cami Müziği” ve “Tekke Müziği” diye nitelenen müzikler, “Dinsel Müzik” genel başlığı altında toplanabilir. İslâm ibadetinde önemli bir yeri olan “Tilâvet” (Kuran okuma), “Ezan”, “Salevât”, “Temcîd” v.b. gibi formlar, “Cami Müziği” türüne girer. Çeşitli tasavvuf yollarının, özellikle Mevlevî’lerin ve Bektâşî’lerin, bir çeşit dinsel dansa da yer verilen törenlerinde, seslendirdikleri müzikler : “Mevlevî Âyînleri” ve Bektâşî “Deyiş”leri ile “Semah”ları ise “Tasavvufi Müzik” türü içinde yer alır.
SONUÇ
Milattan sonraki dönemde Anadolu’da egemenlik kurmuş Roma, Selçuk, Osmanlı ve sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nde de müzik, eski çağın müzikleri ile bir etkileşim içinde gelişerek yaşamın birçok alanında yer almıştır. Türkiye, coğrafi konumu gereği Doğu, Batı, Ortadoğu,
Akdeniz, İslam kültürü gibi birçok kültürel etki alanı içindedir. Dünyanın en eski yerleşim bölgelerinden biri olan ülkemiz toprakları, binlerce yıllık geçmişi ve tarihinde var olan birçok farklı kültürün etkisiyle, yine Dünyada ender görülen kültürel zenginliğe sahiptir. Tüm bu farklılığa karşın yine de kendine benzeyen bir bütünlük gösterir. “Kültür sürekli bir oluştur” kavramı, farklı kültür kaynaklarından yeni birleşimler doğar yaklaşımı bu benzeşmenin gerekçesidir. Ancak aynı kültür ve coğrafya bölgesindeki köylerin geleneksel benzerlikleri yanında etnografya ve folklor bakımından farklılıklar vardır.
Yukarıda yapılan değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere Türkiye, binlerce yıl öncesinden gelen oldukça köklü ve zengin kültürel yapısı ile Dünya Müzik Kültürü için önemli bir merkez konumundadır.