“Asgari Ücret” Üzerine Aykırı Sözler

Yeniden değerleme oranının yüzde 44 olarak bizatihi iktidar tarafından belirlendiği, TÜİK’e göre dahi enflasyonun yüzde 45 olduğu bir ortamda, beklenen asgari ücret bu oranların çok altında, Merkez Bankasının adeta hiçbir zaman tutmayan, tutmaması için, sermayeye destek olmak için belirlediği “beklenen asgari ücret” esas alınarak yıllık yüzde 30 olarak (22 bin104 lira) açıklandı.

Sermaye kesiminin onayı, işçi temsilcilerinin ise her zaman olduğu gibi, çalışanların gazını almaya dönük, sözde itirazı ile kabul edildi. Açıklanan karara göre, işverenin çalıştırdığı emek karşılığında işçiye ödeyeceği bu paranın da 1000 TL’sinin yine vatandaşın vergisinden karşılanmasına karar verildi.

Asgari ücretin, kavramın taşıdığı anlamdan farklı olarak temel ücret haline geldiği ülkemizde, bunun çalışanlar ve aileleri açısından anlamının, büyük bir yoksullaşma, uygulanan dışa bağımlılık esaslı ekonomik politikalarının sonucu olan enflasyonun yükünün bütünüyle dar gelirli toplum kesimlerinin sırtına yüklenmesi olacağı sanırım her kes açısından açıktır. İktidar sözcülerinin, insanları enflasyona ezdirmeyeceğiz lafının doğru olmadığı ortaya çıkmıştır.

Bu noktada öncelikle söylenmesi gereken şey, her ne kadar patronlar ve patron seven piyasacılarca öyle söylense, iddia edilse de bu kararın enflasyonun kontrol edilmesiyle bir ilişkisinin olmadığı, ücret artışlarının enflasyon üzerindeki etkisinin, genel maliyetler dikkate alındığında oldukça az, yüzde 2-3 seviyesinde olduğu.

O zaman akla gelen soru, madem enflasyonla, ücret artışı arasındaki ilişki, geçirgenlik söylendiği, iddia edildiği gibi yüksek değil, daha da açık ifadeyle enflasyonun nedeni ücretler değil o zaman nedir, iktidarın, vatandaşın tepkisini çekeceği açık böyle bir karar almasının nedeni.

Bu neden, son 40 kusur yılda ama özellikle AKP iktidarı döneminde ekonomide yaşanan dönüşümle/deformasyonla ilgili ve söz konusu dönüşümü/deformasyonu iki farklı boyutta açıklamak mümkün.

Birinci boyut ekonominin yapısında ve özellikle sanayi ve hizmet üretiminde ve finans siteminde (bankacılık, sigortacılık) yaşanan yabancılaşmayla yani bütünüyle yabancının borç parasına, ham maddesine, ara malına, enerjisine ve teknolojisine bağımlı hale getirilmesiyle alakalı. AKP iktidarı döneminde hız kazanan ve tüm toplumsal kesimlerin şu ya da bu ölçekte nemalandığı, AKP’nin 20 küsur yıldır iktidarda kalmasını sağlayan ama bunun karşılığında gelecek kuşakların ve ülkenin siyasi olarak ipotek altına sokulduğu borç parayla ödünç refah ekonomisinin, sonuçları konusunda uzun yıllardır uyardığımız doğal sonucu. Sadece son 20 yılda, yalnızca otomobil ithalatına 200 milyar dolar düzeyinde para ödemiş, toplam dış borcu 500 milyar ABD Dolarını aşmış, bu borcun karşılığı olarak dışarıya oldukça yüklü oranda faiz ödeyen yani kaynak aktaran, halkın olan varlıklarını yerli yabancı şirketlere peşkeş çeken bir ülkeden, ekonomiden bahsediyorum.

Dünya Gazetesinde yer alan Naki Bakır imzalı, 19 Ekim 2024 haber durumun vahametini çok net bir şekilde ortaya koyuyor. 2025 yılı bütçesinde yer alan rakamlara göre, bu yıl 1 trilyon 297,8 milyar lirayı bulacak faiz ödemelerinin, gelecek yıl yüzde 50,3 artışla 1 trilyon 950 milyar liraya yükselmesi, iç ve dış borçlar nedeniyle 2025 yılında, günde ortalama 5,4 milyar TL dolayında faiz ödenmesi  bekleniyormuş. Daha açık ifadeyle dün sorumsuzca ve borç parayla yapılan savurganlığın, ayağını yorganına göre uzatmamanın, yağmanın, bürokrasiyi azaltma adı altında kimsesizlerin kimsesi olmaktan vazgeçerek, patronların her şeyi olan devletin yani özellikle 2000 yılı sonrasında yaşanan idari ve siyasi deformasyon sonucunda, devletin devlet olmaktan çıkarılmasının neden olduğu kaçınılmaz son.

İkinci boyutta en az birincisi kadar önemli. Bu boyut, içerinin ihtiyacının, mümkün olduğu kadar içeriden karşılanmasını amaçlayan ithal ikamesine ve ulusal tasarrufların akılcı, planlı kullanımına dayalı, kaynakları verimli kullanmak ve katma değerli üretimi artırmak üzere planlamayı en üst düzeyde uygulayan bir ekonomik yapıdan, 24 Ocak ve 12 Eylül 1980 çifte darbesi sonucunda, “küresel ekonomiyle bütünleşme” adı altında vazgeçilmesi ile ilgili. Dış kaynağa dayalı büyüme, serbest rekabet, piyasa ekonomisi ve ihracata yönelik üretim adı altında pazarlanan bu vazgeçişin sonucunda, plansız, programsız, dış borçla niteliksiz olarak büyüyen/büyütülen, katma değer üretme kapasitesi son derece düşük, bir üretim yapısının ülkeye dayatılması ile ilgili. 12 Eylül’ün baskı ortamında, IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların akıl hocalığında gerçekleşen, sağcısıyla, sosyal demokratıyla, milliyetçisiyle, bölücüsüyle, yetmez ama evetçi liberalleriyle resmen ya da gayri resmi olarak iktidar ya da iktidar ortağı olan tüm partilerin aktif katılımı/desteğiyle gerçekleşen, bazen AB’ye uyum, bazen yapısal reform adı altında topluma yutturulan bir deformasyon sürecinin sonucu olan bir intihar durumu.

Yukarıda kısaca tanımlamaya çalıştığım her iki boyutun ortak sonucu ise gerek finansman, gerek üretim, gerekse tüketim için yabancının malına, parasına, bilgisine, teknolojisine yani ithalat ve borçlanmaya bağımlı, “verimli” olabilmek için tek şansı daha ucuz işgücü ve daha çok sömürü vaat etmek olan, her kademede yabancının kararlarına, tercihlerine ve tabii ki siyasi çıkarlarına bağımlı ucube bir ekonomik yapı. Rakibinizin Mısır, Bangladeş, Vietnam gibi ucuz emek, sınırsız emek, çevre ve doğal kaynak yağması ve devlet kesesinden teşvik vadeden ülkeler olduğu, taşeron bir üretim yapısı.

Benim esas şaşırdığım şey ise, ekonomisi, gözümüzün önünde bu hale düşürülmüş, üretim yapısı taşeronlaştırılmış, emeğin bilinçli olarak niteliksiz ve ucuz hale getirildiği, nitelikli emeğin yurt dışına sürüldüğü/giymeye zorlandığı bir ülkenin insanları olarak, asgari ücretin insanca bir düzeyde belirlenmesini umuyor olmamız. Aksi olunca şaşırmamız, söylenmemiz ama iş bu sistemle mücadele etmeye geldiğinde her zaman olduğu gibi susup oturmamız.

Sonuç olarak, ortada şaşılacak bir şey yok aslında. Ulusal varlıklarını, Özal, Unakıtan gibiler mazoşist bir keyifle yabancıya satarken, devletin yani halkın olan patronlara peşkeş çekilirken susan, borç parayla ödünç refah yaşayıp, nereden geliyor bu değirmenin suyu diye merak etmeyen, sitemi sorgulamayıp, sonuçlarıyla ilgili olarak bırakın eleştirmeyi, sadece söylenen, durumun iyileşmesi için bu kararı alanlarla mücadele etmek adına, dönemin moda kelimesiyle risk almaktan korkan bir toplum, bu sonucu da, bu iktidarı da, bu muhalefeti de, bu sendikaları da, bu asgari ücreti de hak ediyor demektir.

Ahmet Müfit

Bunları da sevebilirsiniz