Tarih hakkında veya bir Tarihçi üzerine yorum yaparken, en azından tarih bilimi üzerine evrensel ve akademik anlamda reel bilgilere sahip olmak gerekir. “Tarihin tarifi ve metodu” üzerine genel doğruları hiç unutmamak şarttır.
Hiç şüphesiz, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları’ndan basılan (Yayın No: 449, 1950), Ord.Prof.Dr.Fuad Köprülü’ye ithaf edilen ve yazarı tarafından aynı yıl tarihçi valideme armağan edilmiş olan Prof.Dr.Zeki Velidi Togan’ın nefis kitabı “Tarihte Usul” eserinde sunulan tarih kavramlarına ve ilmi metotlara başvurabiliriz, bu değerli bilgiler aslında 19. yüzyıl tarih değerlendirmeleri olduğu için, biliminin günümüzdeki kazanım ve yaklaşımlarını biraz es geçmiş oluruz, bu da modern tarihe bakışımızda epey eksiklik yaratır.
Cambridge Üniversitesi akademisyenlerinde Edward Haller Carr’ın “Tarih Nedir? (What is History, Cambridge, 1961)” yapıtındaki veya Will & Ariel Durant’ın “Tarihten Dersler (The Lessons of History, New York, 1968)” yapıtındaki ve yine E.H.Carr ile Jose Fontana’nın ortak imzalarıyla yayınlanan “Tarih Yazımında Nesnellik ve Yanlılık” (İmge kitabevi, 1992, Almancadan çeviren: Prof.Dr.Özer Ozankaya) isimli eserdeki güncel ve çağdaş tarih tariflerini de mutlaka ele almalıyız.
Ancak ben sürekli aradığım ve sonunda anlayışıma en yatkın ve en gerçekçi tarih tarifini, David Thomson’un “Tarihin Amacı” (The Aims of History, Londra, 1972) kitabında buldum. Aziz tarihçi dostum Prof.Dr. Salih Özbaran’ın İngilizce aslından başarıyla çevirdiği bu yapıt, tarihin sonsuz içyüzünü bize anlaşılır biçimde açıklamıştır (Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, No:20).
David Thomson’un yorumunu aynen verelim:
-
“Tarihçi, kendisini halen süregelen tartışmalar için cephane sağlayıcı görüşten uzak tutmak isteyecektir. Bir o kadar da, tarihin doğa bilimlerinde ve matematikteki gerçekler benzeri objektif hakikatleri içerdiği ve yansıttığı görüşünü onaylamayacaktır. Tarih, ne kesif sübjektivite (yani, tarihten ders alma biçiminde anlama), ne de matematik gibi, kişisel olmayan objektif ve kesinlik arz eder. Tarih, bunların dışında, her ikisinden de farklı bir şey getirir; belli bir entelektüel düzey, yüksek eğitim değeri olan tam bir zihni terbiye biçimi ve insan davranışına tam nüfuz ile kişinin yaşamını değiştirebilen bir hayal ve anlayış dinamizmi. Belki de, zamanımızın eğitim ve kültür açısından en önemli ve hümanist aracı.”
David Thomson’un “süregelen tartışmalar için cephane sağlayan görüş” ifadesine açıklayıcı bir örnek verelim.. İslamcı radikal görüş kesin Atatürk düşmanıdır, ama tarihten referans alma ve tarihi yorumlama meraklısıdır. Soysal medyadan Tomris Hatun isimli hesap sahibinin yayınladığı foto-shop resme bakalım.. Anıtkabir’in duvarların yıkan bir kepçe makinesinin altında şunlar yazılıdır: “Var bi hayallerimiz Allah nasip etsin.. Yahudi’nin mezarı Anıtkabir yıkılacak.. Tarih yeniden yazılacak..”
İslamcı Tomris Hatun, Atatürk, Anıtkabir, Yahudilik gibi kavramları kendine göre cephane olarak kullanmakta ve yeni bir tarihin yazılacağını yine kendine göre müjdelemektedir.
Gerçek tarihçi, böyle sahte ve akıl dışı cephaneler kullanmaz.
David Thomson buna işaret etmekte. Anladı isek, uzun yolculuğumuza çıkalım..
PROF.ERGUN AYBARS, BENİ AKADEMİYE ÇAĞIRIYOR..
David Thomson, modern toplumda tarihin yeri ve önemini böyle belirtiyor. Demek ki tarihçiyi, aydınlık ve hümanist bir yüksek kültür ve eğitim aracı olan “Tarih bilimini”, insan topluluklarını zihniyet bakımından terbiye etmek için kullanan hizmet kişisi olarak görmemiz gerekiyor.
Bu tarif, eğitim ve sivil toplum hizmetleri, yazdığı kitaplar ve makaleler, panel ve konferans uğraşları ve en önemlisi cumhuriyetçi birikimi ve tavrı ile televizyon açık oturumlarında dişli karşıt konuşmacılara meydanı boş bırakmayan aziz hocam Prof.Dr.Ergün Aybars’ın veya Prof.Dr.Zeki Arıkan’ın akademik hizmetlerini ve Emperyalizme karşı “yurtseverlik” bağlamında toplumsal hizmetlerini tümüyle içermektedir.
Sokaktaki bir aydın ve sosyal hizmet yarışındaki bir emekçi gazeteci olan Yaşar Aksoy’u, müdürü olduğu Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Enstitüsü’nde “Devrim Tarihi” dersleri vermek için akademiye çağıran Prof.Ergun Aybars, tarihe bu gözle bakan, ülkesi için Emperyalizme karşı direniş önceliği taşıyan bir Türk aydını idi. Kendisine şükranlarımı sunuyorum.
Ergun Aybars, annemin mesleği olan tarihi, benim gazetecilik hayatım boyunca etkinliklerimde “Emperyalizme karşı bir temel mücadele aracı olarak benimsediğimi”, sanırsam sezmişti.
200 yılı aşkın süredir ülkem, Emperyalizmin pençesi altında bir tarihi yaşıyordu. Tıpkı diğer dünya az gelişmiş ülke halkları gibi..
Kurtuluş savaşı esnasında (1919 – 1922) ve sonrası (1923 – 1938), ancak 20 yıl gibi kısa bir dönemde ülkem, Emperyalizme karşı başkaldırmıştı..
Şehit Gazeteci Hasan Tahsin bu başkaldırışın önemli simgelerinden biriydi..
Ve beni genç yaşlarımdan itibaren etkilemişti. Konumuz Gazeteci Hasan Tahsin ise, birçok etkinliklerimde, konferanslarımda veya açık oturumlarda, sürüp giden yazılarımda Hasan Tahsin ile ilgili çalışmalarımı, bilgilerimi ve heyecanlarımı bizzat izleyen ve şahit olan Prof.Ergun Aybars, herhalde Tarih Bilimine ters davranışlarımı ve de Emperyalizme az miktar sempatimi görse idi, akademiye ders vermek için beni çağırmazdı; ekonominin tüm bölümlerini (Ekonomi, Ekonometri, Çalışma Ekonomisi, İşletme) “Devrim Tarihi” dersleri için bana teslim etmezdi.
Bunu önce belirtelim ve buraya bir nokta koyalım. (İçinde benim de araştırmamın yer aldığı D.E.Ü. Yayınları’ndan Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi’nin Prof.Dr.Ergün Aybars Özel Sayısı’nı, 2016 öneririm)
Burada şuna dikkat çekmeliyim.. Üniversiteye; doktora, doçentlik, profesörlük gibi süreçleri olan ve Siyasi İktidar, YÖK, Rektörlük, Dekanlık gibi bürokratik kalıpların dışından geldim. Sokaktan geldim yani.. Sokaktaki sosyolojiyi iyi bildiğim için de yıllarca hayli başarılı oldum.. Solcu, Atatürkçü, İslamcı, Kürtçü, ideolojisi olmayan veya diskocu sevgili öğrencilerimle yaşadıklarım ve tartışmalarım bir kitap konusudur.
Unutmadan.. Derslerimde, Atatürk ve Gazeteci Hasan Tahsin’i anlattığım anda 300 küsur kişilik anfi adeta tek yürek olurdu, yıllarca tek kötü olay yaşamadım. Tüm öğrencilerimi, Selanikli Halaskar Gazi Mustafa Kemal Paşa ve Selanikli Hasan Tahsin’le kucakladım..
HASAN TAHSİN İSMİNİ İLK DUYUŞUM
Başbakan Adnan Menderes asılmıştı.. İktidarda Milli Birlik Komitesi (MBK), yani İnönü CHP’si yanlısı askerler vardı.. Bu idam, 17 Eylül 1961 günü, Yassıada’da gerçekleşti. Lisede idim.. Ailece bu olayı radyodan duyduk..
Evde müthiş bir sessizlik oldu.. Tüm mahallemiz koyu bir suskunluğa gömülmüştü. Tüm şehir, tüm ülke ortadan kaybolmuştu sanki.. Orta hallice ama fakirlerin yoğun olduğu bir geleneksel semtte oturuyorduk; iki adım ötemizde Zübeyde Ana’mızın mezarı vardı. İşte bu semtte fakirler, içlerinden kilitlenmişlerdi sanki.. Ağızları silinmişti..
1960 İhtilali’nin, yani daha sonraki deyimiyle “60 darbesinin” en katı dönemiydi.. Üstelik ailemizin gururu, öz dayım bu ihtilali en önde gerçekleştiren devrimci subaylardan biriydi. İhtilalin komuta merkezi Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) en afacan üyelerinden biriydi.
Ama Menderes’in asılmasında hiçbir sorumluluğu yoktu. Çünkü ihtilalden bir süre sonra, 13 Kasım 1960 tarihinde bir iç darbe olmuş, tevkif edilmiş ve yurt dışına sürülmüştü. Oradan ülkeye gönderdiği mesajlarda eski Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın asılmaması için çırpınmıştı.
Ama olanlar oldu. İdamlar gerçekleşti. Böylece Türkiye toplumu kesin içimde sonsuza kadar ikiye bölündü..
İki yıl sonra İstanbul’da üniversitedeydim.. 1960 askeri darbesinin hiçbir reform yapmadığını gören ordu içindeki devrimci kesimler, yeniden 22 Şubat 1962’de, ardından 20 Mayıs 1963’te Harp Okulu komutanı Albay Talat Aydemir önderliğinde ayaklandılar. Bu ihtilal teşebbüsleri bastırıldı.. Mahkeme kayıtlarına geçtiğine göre Sosyalizmi amaçlıyorlardı.
Ayaklanmanın liderleri, Albay Talat Aydemir ve Türk Ordusu’nun sembollerinden Binbaşı Fethi Gürcan 5 Temmuz 1964’te Ankara Merkez Cezaevi’nde asıldılar. İktidarda İnönü CHP’si vardı.
Bu olaylar, genç beyinlerimizi allak bullak etmişti.
Bu idamları duyunca genç bir üniversite öğrencisi olarak Nişantaşı’nda hıçkırarak ağladığımı hiç unutmadım..
İşte o günlerde genç bir tarihçi gazeteciyle tanıştım..
Ülkenin durumunu, idamların ve askeri ihtilallerin içyüzünü ve kapışan siyasi kanatların analizini o çelebi tavrıyla sakin sakin, Osmanlı şairlerinden mısralar da katarak nefis biçimde anlatıyordu. Beynimdeki kilitleri çözüyordu..
Akşam Kitap Kulübü’nde geceleri çalıştığım için. öğlen vakti Beyazıt Küllük Kahvesi’nde veya şöhretli Meserret Kahvesi’nde hemhal olmuştuk.. İçi kitap dolu çantası taşırdım.
Tam bir karınca ezmez olan mütevazi Muhittin Nalbatoğlu ağabeyim, Tercüman ve Yeni İstanbul gazetelerinde tarihi konularda makaleler yazardı. Ama o zamanın ünlü bir kitapevinin, cadde üzerindeki Arkın Kitabevi’nin de beyni idi. Küllük Kahvesi’nden çıkar, yürüye yürüye, Beyazıt ve tüm Cağaloğlu’nu yarıp Vilayet önlerine gelir ve onu Arkın Kitabevi’ne bırakırdım.
Muhittin Nalbatoğlu, bana şehit gazeteci Hasan Tahsin’i ilk anlatan kişidir.
Defalarca hayatını heyecanla anlattı. Kalbim çarparak onu dinlerdim. Yürürken anlatırdı. Nefes nefese kalırdı.. Zaten daha sonra “Kurtuluş Savaşının kahraman Çocukları Serisi”nden “İlk Kurşun” kitabını yayınladı. Daha sona “İlk Kurşunun Hikayesi” kitabını da resimli biçimde yayınladı. Şimdi bu yazımı yazarken bu kitaplar masamın üzerinde duruyor, kapaklarına hüzünle bakıyorum..
Muhittin Nalbantoğlu İstiklal marşımızın şairi Mehmet Akif’ten, Ermeni Mezalimine, İstiklal Savaşından Egeli efeler’e kadar onlarca çocuk kitabı yazdı.
Uzun yıllar sonra daima benim yazarlığımla, gazeteciliğimle öğünürdü garibim. Tam bir vatanseverdi.. Benim için “Onu, ben yetiştirdim derdi..” çevresine..
Hayatının son yıllarında Yeniçağ gazetesinin tarih yazarıydı. O gazetede, onu okudukça gençliğim gözümün önüne gelirdi. 2020 yılında 85 yaşında iken pandemide bir hastanede can çekişerek vefat etti.
Haberim yoktu, dostlar dört gün sonra bildirdi.. 6 Temmuz 2024 günü tanımadığım Yeniçağ yazarı Ahmet Yabuloğlu, “Beyoğlu’nda gezersin gözlerini süzersin…” başlıklı yazısında Sermet Muhtar Alus’un yeni çıkan “Taksim’den Galatasaray’a” kitabını anlattıktan sonra, benim yine “Kırmızı Kedi Yayınevi”nce basılan “Elveda Selanik 1917 Yangını” kitabımı ayrı bir başlıkla yazma inceliğini göstermiş. Böylece yazısı, beni İstanbul’daki 27 Mayıs İhtilali sonrası günlerime ve Muhittin ağabeyim ile yaptığım Hasan Tahsin sohbetlerine götürüverdi.
“BİZİ İLK KURŞUN YETİŞTİRDİ”, DEMİŞTİK..
Şimdi, Tarih Bilimi’nden dersler çıkararak, Emperyalizm ile mücadeleyi ve bu bağlamda Hasan Tahsin’e, Emperyalizm tarafından yapılan saldırıları anlatacağım.
Bu yazı, devleti ve devlet kurumlarını bir saniye bile arkasında hissetmemiş ve daima devletten beslenen Türkiye düşmanı ideoloji ve etkinliklerin merkezinde yer almış bürokratik, siyasal, ekonomik, akademik çevrelere karşı sokakta mücadele etmiş bir “sokak insanının”, bir emekçi gazetecinin kaleme aldığı bir metindir.
Yani bu yazı, devletin, Cumhurbaşkanlığının ve egemen gerici çevrelerin simgesi Fesli Kadir Mısıroğlu’nu veya hayatı boyunca devletten maaş almış, destek görmüş Murat Belge, Mete Tuncay, Yalçın Küçük ve bu isimlerin çok daha minik bir devamcısı gibi olmak isteyen sahte sosyalist görünümlü akademisyenleri şiddetle eleştiriyorsa, bu yazının mürekkebi, “sokaktaki çamur, kan ve alın terinin karışımı bir sıvıdan” oluşmuştur.
Net bakın bize!..
Daima sokaktayız. Ötekiler daima zirvelerde..
Dün 48 yaşındaki, iki kız babası Piyade Yarbay Abdullah Cem Irak’ın kuzeyinde şehit oldu.. Bu gün Yarbayımız Abdulla Cem’in yanındayız, Ankara Ahmet Hamdi Akseki Camii’nde tabutunun başınayız. Peki siz neredesiniz?.. (21 Temmuz 2024, Kıbrıs Barış Harekatı’nın 50. Yıldönümünden bir gün sonra)
Gelelim konumuza..
Türkiye’nin en önemli “Anti-emperyalist ve Kemalist Düşünce Gurubu”, yayın dayanışması ve Karaburun Ütopyalar Buluşmaları’nın mimarı “Dağarcık Türkiye” sitesinin aylık yayın dergisinin 1 Eylül 2019 tarihli sayısındaki yazımın başlığı şöyle idi: “Bizi İlk Kurşun yetiştirdi!..”
Ulusal Kurtuluş’un ilk kurşunun gazeteci Hasan Tahsin tarafından ateşlenmesinin 100. Yıldönümünde yayınlanan bu yazım, hem kişisel tarihim, hem Türk gazeteciliğinin tarihi, hem de halkımızın istiklal mücadelesinin temel hikayesi açısından en önemli konulardan birine temas ediyordu.
Biz, İzmir’deki ilk kurşunun veya tüm Anadolu’daki tüm ilk kurşunların şanlı uğultusu arasında silkinmiş ve 15 Mayıs 1919’dan bir gün sonra ulusal kurtuluş yolculuğuna çıkan Gazi Paşa Hazretlerinin savaşımında Anti-Emperyalizmin onurlu yoluna baş koymuştuk..
Bu bakımdan Hasan Tahsin’in ilk kurşunu, bizim için ölümcül bir kavganın mihenk taşı idi..
Bu yüzden, tarih boyuca Hasan Tahsin’e iftira eden, yok edici yorumlarda bulunan bilinen veya bilinmeyen gerekçelerle imalı davranış ve yorumlarda bulunan “Keşke Yunan Galip gelseydi” diyebilen Fesli Kadir Mısıroğlu’ndan, İzmir’in anlı şanlı eski belediye başkanlarına, yine entelektüel alemde (!) belirli bölgelerde egemenlik kurmuş olan Yalçın Küçük veya daha küçük profilli portrelere karşı net ve açık tavır koymak ve ölümüne mücadele etmek durumundayız.
İLK KURŞUN YETİŞTİRMESİNİN ANLAMI
Prof.Dr.Erkan Sevinç, sevgili dostum aktivist Ümit Yaşar Işıkhan’ın yayınlayacağı yeni bir dergi için benimle yaptığı bir söyleşide şunları sordu:
-
Yaşar dostum, “Bizi İlk Kurşun yetiştirdi” ne demek? Anlatır mısın?
Can dostum, sevgili kardeşim, aktivist etkinliklerine hayran olduğum, ne yazık ki ona olan derin sevgimi pek ifade edemediğim Ümit Yaşar Işıkhan’ın yayınlayacağı bir derginin ilk sayısında benimle bir söyleşi gerçekleştirilecek ise, “Ümit ile beni, Şehit Gazeteci Hasan Tahsin’in Emperyalizme attığı ilk kurşun buluşturdu, birleştirdi ve özenle yetiştirdi” demek, ancak ve ancak ilk sözüm olur
-
Nasıl oldu bu buluşma?
Biz yazarlığımızı, gazeteciliğimizi ve eylemciliğimizi, şimdilerde ortalıkta pek bol bulunan kişiler gibi; politik ve ekonomik rant sağlamak, yerel yönetimlere yanaşıp koltuk kapmak, milletvekili aday adayı olmak, belediye meclislerine üye olmak, bürokraside cakalı kültür müdürü olmak, kent gözlemcisi kartı edinip kitaplarını yerel yönetimlere hemen bastırmak, her belediyeyi ayrı ayrı dolaşıp beş para etmez kitaplarını yüzlerce kolilik paketler halinde satmak, her devrin adamı olmak, ama daima sol jargon içinde şov yapmak gibi etik dışı eylemler peşinde koşarak yaratmadık.
Biz, yani Ümit ile ben, hiçbir politik ve ekonomik koltuğa aday olmadık, tüm birikimimizi ve emeğimizi, Emperyalizme karşı mücadele yolunda ilk mücadeleyi başlatan Mustafa Kemal ve Hasan Tahsin’in kişiliğinde ve çağdaş kuvayı milliyeciliğin ateşten atmosferinde yoğurduk.
1970’li yılların başı.. Ümit ile şehir kaldırımlarında tanışmam, sonra edebiyat ve şiir yolunda birlikte ilerleyişimiz, Hasan Tahsin sevgisi ve bilinci ile o yolda yaptığımız resim ve şiir yarışmaları, konferanslar, eylemler ve etkilikler içinde pekişti. Ümit bir kültür-sanat eylemcisi olarak yoluna cesurca devam etmekte, ben masamın başında kitap yazarak yoluma devam ediyorum. Hele hele Kurtuluş Savaşımızın başlamasının 100.yılında müthiş bir gayret içindeyim.
-
100. Yıl’da beliren tehlikeler hakkında uyarılarda bulundunuz?
1 Mart 2019 tarihli Dokuz Eylül gazetesi ile Ege Telgraf gazetesinde tam sayfa yazılarımla Hasan Tahsin ve 100.Yıl kutlamaları ile ilgili olarak saptırma gayretinde olan karanlık çevrelere karşı uyarılarım yayınlandı. Bu yazılardan sonra İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin etkinliklerde tek temsil yetkisi olan kurum olduğu resmi makamlarca kabul edildi.
-
Hasan Tahsin’in kayıp mezarını da buldunuz?
Evet..14 Nisan 1919 tarihli Yeni Asır gazetesine manşetten verilen söyleşi ve haberim ile Hasan Tahsin’in mezarının İzmir Bahribaba Parkı’nda bir toplu mezar içinde bilinmeyen bir noktada olduğunu açıkladım. Yazı İşleri Müdürü Erhan Gülenç’in gayretleriyle Bahribaba Parkı’nda basına söyleşiler gerçekleştirdim. Bu açıklamalarım büyük yankı uyandırdı. Bahribaba Parkı’nın bir köşesine bir levha ile bu bilginin yansıtılması şeklindeki önerim, Konak Belediye Meclisi’nin ilerici ve vatansever CHP’li bazı üyeleri tarafından meclise önerge halinde getirildi, ancak Konak Belediyesi Meclisinde CHP Grubu tarafından ret edildi. Aylar sonra teklif yeniden meclise getirilince bu kez kabul edildi. Ama açıklayıcı tabelalar yerine konulamadı, Meclis kararı unutuldu.
-
Kurtuluş savaşının 100.Yılında başka ne yaptınız?
Tam bir aktivist olarak davrandım. Tam 50 yıldır emek verdiğim “Hasan Tahsin – Yürekler Selanik” isimli kitabım, Kırmızı Kedi Yayınevinden Nisan başında yayınlandı. Başka İdefix olmak üzere çeşitli etkin internet kitap sitelerinde hemen satışa sunuldu. Kırmızı Kedi Kitapevleri’nde ve D&R mağazalarında raflarda hızla yerini aldı ve kısa sürede tüketildi..
Nisan başından itibaren Milli Mücadele’nin 100. Yıldönümünde, etkinliklerim başladı. Ne mutlu ki, cennet mekan Mehmet Akif’in dediği gibi, “Gene bir şey yapabildim diyemem hatırana!..” diyebildik.
9 Nisan’da “Kurtuluş Savaşının 100.Yılı ve İzmir” konusunda, Bayraklı Garden Hilton İnn’de ESSİAD Ege Soğutma Sanayicileri İş Adamları Derneği üyelerine konferansımızı sunduk.
10 Nisan’da “Kurtuluş Savaşının 100.Yılı ve İzmir” konusunda Pasaport Movenpick Otel’de Medical Park Hastanesi üyeleri ve konuklarına konuştuk.
-
TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nda ne yaptınız?
8 Nisan’da “Kurtuluş Savaşının 100.Yılının Anlamı” konusunda Dağarcık Türkiye Yayınevi’nin düzenlediği panelde, Yaşar Aksoy, Zihni Çetiner, Enis Musluoğlu, Abdürrahim Sercan olarak Emperyalizme karşı mücadele bayrağını yükselttik.
11 Nisan’da “Kurtuluş Savaşı, 100 Yıl ve Hasan Tahsin” konusunda Etki Yayınevi’nin düzenlediği panelde Yaşar Aksoy, Aydoğan Yavaşlı, Ümit Yaşar Işıkhan, Alaattin Gürırmak olarak yer aldık. Kitap Fuarı’nda Etki Yayınevi, Dağarcık Türkiye Yayınevi, Uluslararası Aktivist Sanatçılar Birliği stantlarında kitaplarımızı imzaladık.
-
Sonra geniş katılımlı imza günleriniz başladı?
Evet.. 7 Mayıs 2019’da İzmir Atatürk Lisesi’nde yüzlerce öğrenciye “İlk Kurşun ve 100 Yıl” konferansım ve sonrasında imza günüm gerçekleşti.
“Hasan Tahsin – Yürekler Selanik” kitabımı 14 Mayıs günü Karşıyaka Kırmızı Kedi Kitapevinde, 15 Mayıs günü Alsancak Yakın Kitapevinde yüzlerce okuyucu ve dostuma imzaladım. Nefis saatler yaşadık. İzmir eski Büyükşehir Belediye Başkanı Yüksel Çakmur ve Karşıyaka eski Belediye Başkanı A.Kemal Baysak ve yüzlerce dostum baş konuklarımdı.
-
Bu arada bir ödül aldınız?
15 Mayıs 2019 tarihi akşamında İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde düzenlediği gecede, İzmir’deki istilacı güçlere “ilk kurşun”u sıkarak Milli Mücadele’nin kıvılcımını ateşleyen Şehit Gazeteci Hasan Tahsin’in anısına düzenlenen 52. Şehit Gazeteci Hasan Tahsin Gazetecilik Ödülleri sahiplerini buldu.
Şehit Gazeteci Hasan Tahsin’in anısına 100. Yıl Onur Ödülleri, Yaşar Aksoy, Türkmen Parlak, rahmetli Zeynel Kozanoğlu, Dr.Oktay Gökdemir, Ahmet Mehmetefendioğlu ve Hıfzı Topuz’a verildi. Törende 100. Yıl Onur Ödülü’ne değer görülen bendenizin Hasan Tahsin’in anısına hazırladığı belgesel sunuldu. Tören, İzmir Filarmoni Orkestrası TOBAV Korosu’nun konseriyle son buldu.
-
İstanbul’da neler oldu?
İnanılmaz etkinlikler yaşadım. 19 Mayıs günü Kadıköy Belediyesi, Cumhuriyet Gazetesi ve Kırmızı Kedi Yayınevi işbirliği ile Caddebostan Kültür Merkezi’nde “Hasan Tahsin’den Mustafa Kemal’e” isimli bir fotoğraf sergim açıldı. Cumhuriyet gazetesi yazarı M.Ali Güller’in yönetiminde Prof.Zafer Toprak, Prof.Sina Aksin, Alev Coşkun, Sinan Meydan’ın katıldığı enfes bir 19 Mayıs paneli gerçekleşti. Panelden önce “Hasan Tahsin Belgeseli”m bini aşkın izleyiciye sunuldu.
Panel öncesi bana da Kadıköy Belediye Başkanı Şendil Dara tarafından bir şükran plaketi sunuldu. Panel sonrası bu değerli akademisyen ve yazarlarımızla birlikte omuz omuza “Hasan Tahsin – Yürekler Selanik” kitabımı onlarca okuyucuya imzaladım.
-
Karaburun’a gelelim?..
3 Temmuz 2019 günü Karaburun’da başlayan Dağarcık Türkiye Sitesi ve Yayınevi tarafından düzenlenen Ütopyalar Buluşması’nda 5 Temmuz günü, “Hasan Tahsin Belgeseli”m katılımcılara Ergin Pansiyon bahçesinde gösterildi ve iki kez alkışlandı. Böylece bir aktivist olarak 2019’un ilk yarısındaki görevlerimiz bitti. Daha sonra ikinci yarıya hazırlandık.
-
Çeşme’de neler oldu?
Atatürk’ün Çeşme’ye gelişi dolayısı ile Çeşme Belediyesi tarafından yapılan büyük katılımlı etkinliklerde 21 Temmuz 2019 tarihinde Ilıca’da, Çeşme’lilere “Hasan Tahsin Belgeseli”m gösterildi ve orada bir konuşma gerçekleştirdim.
28 Temmuz 2019 akşamı İzmir Musevi Cemaatına “Kurtuluş Savaşında İstiklal Madalyalı Yahudiler” konulu görsel belgeler desteğindeki konuşmam Çeşme’de büyük bir Musevi kitlesi tarafından ilgi ile izlendi.
-
Bundan sonra neler olacak?
26 Ağustos’ta Çiğli Belediyesi’nin düzenlediği, 9 Eylül’de İzmir Atatürk Düşünce Dernekleri’nin düzenlediği toplantılarda “İlk Kurşun, Bağımsızlık Savaşı ve 100 Yıl” üzerine konuşmalarım olacak. Bu arada yıl sonuna kadar Kırmızı Kedi Yayınevi’nden “Milli Mücadele ve Cumhuriyet” serisi içinde iki kitabım daha yayınlanacak. Belki daha programı açıklanmamış olan Kasım ayındaki İstanbul Kitap Fuarı’nda imza günlerimiz ve konuşmalarımız olacak. Böylece 100. Yıl görevlerimizi yapmış olacağız.
-
Sizi bu dönemde en çok sevindiren şeyler neydi?
Hürriyet gazetesinde 3 Mayıs 2019 tarihli yazısıyla Ertuğrul Özkök, Cumhuriyet gazetesinde 27 Haziran 2019’da Hikmet Altınkaynak, Gözlem gazetesinde 19 Mayıs 2019 tarihli özel 100.Yıl ekinde Engin Tatlıbal gibi yazarların kitabım üzerine yazdığı yazılar, Demirören Haber Ajansı, Odatv ve Sözcü internet sitesinde hakkımda yayınlanan yazılar, tarihçi akademisyen Dr.Oktay Gökdemir’in TV35’deki röportajı ve Cumhuriyet Kitap ekinde Hüsnü Tekeşin’in 16 Mayıs 2019 tarihli özel yazısı dışında, beni hızlı ve faal geçen bu dönemde en çok sevindiren şeyler, çok önem verdiğim yazar ve sanatçı dostlardan gelen özel mesajlardı. Bunları paylaşmak ve tarihe emanet etmek isterim. Ama çok uzun sürer. Sadece bir kaçının isimlerini vermekle yetineyim.. Şöyle ki:
Salim Kadıbeşegil (Halkla İlişkiler Uzmanı, yazar), Levent Çullu (İş Adamı), Abdürrahim Sercan (E.Öğretmen, Devrimci Yazar, 68’lilerden), Dr.Ceyhun Balcı (Yazar, Tıp Adamı), Yasemin Yazıcı (Yazar, edebiyatçı)..
Dağarcık Türkiye Sitemizde (aslında Dağarcık Dünyamız demek gerek) birkaç aydır sürekli “Hasan Tahsin, ilk kurşun ve Kurtuluş savaşımızın 100.Yılı” üzerine yazılarımla okuyucularımı belki epey meşgul ettim. Ancak artık ilerleyen yaşımda İstiklal Savaşı’nın 100.yılına ulaşıp bu anlamlı yılda bir şeyler yapabilmek ve yazabilmek, biricik uğraşımız olarak belirdi. Hep bu konuda belge hüviyetindeki yazıları gerimizde bıraktık. Eylül itibarı ile bu serideki yazılarımız son veriyoruz. Dağarcık’a ve kadirşinas yöneticisi Enis Musluoğlu’na ve tüm arkadaşlara selam ve sevgilerimi sunarım.
Aşağıda Dağarcık Türkiye’de yayınlanan 2019 yılı yazılarımı sıralı sunuyorum:
-
1919 nedir? (Şubat 2019)
-
Paris’te Hasan Tahsin ile buluştum. (Mart 2019)
-
Yılmaz Güney’in rüyası (Nisan 2019)
-
Hasan Tahsin’in ideolojisi (Mayıs 2019)
-
Hasan Tahsin’in yazıları: Lenin ve Troçki hakkında görüşleri (Haziran 1919)
-
Hasan Tahsin’e Eleştiriler (Temmuz 2019)
-
“İlk Kurşun Anıtı” kampanyası ve etkinlikler (Ağustos 2019)
-
Bizi, İlk kurşun yetiştirdi (Eylül 2019)
Bu yazılarım, 2019’da basılan ve Dil Derneği ödülü alan “Hasan Tahsin – Yürekler Selanik” kitabımda yer almayan yazlarımdır. Kitabımla birlikte bu yazıların çıkışına sahip olan okuyucu artık “İlk Kurşun” hakkında her türlü bilgi ve dokümana sahip olmuş olacaktır.
İLK KURŞUN ANTI KAMPANYASI’NI HATIRLAYALIM
İlk Kurşun Anıtı’nın dikilmesi..
Hikayemizin geçmişini bilmek zorundayız..
Günümüzde 15 Mayıs 1919’da, İzmir’in işgali sırasında öldürülen gazeteci Hasan Tahsin ve ilk şehitler anısına, 15 Mayıs 1974 yılında İzmirlilerin ve dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün katılımıyla düzenlenen görkemli bir törenle İzmir’in Konak Meydanı’nda açıldı.
1919 yılında gerçekleşen Yunan işgaline karşı Türk direnişinin sembolü niteliğinde olan İlk Kurşun Anıtı, yüksek bir podyum üzerinde, granit kaidede, Hasan Tahsin bir elinde bayrak, diğer elinde de silahı ile tasvir edilmiştir. İlk Kurşun Anıtı, İzmir Devlet Resim Heykel Müzesi müdürü ünlü heykeltıraş Turgut Pura tarafından yapıldı. Anıtın durduğu kaide ise Mimar Harbi Hotan tarafından gerçekleştirildi. Mermer kaplı olan bu kaidenin her iki tarafında da Kurtuluş Savaşı’nda halkın verdiği mücadeleyi anlatan sahneler bulunur.
Anıtın kaidesinde şunlar yazılıdır:
İLK KURŞUN
İzmir’in işgali uğradığı 15 Mayıs 1919 günü
Milli Mücadelenin ilk ateşini açan kahraman ve şehit gazeteci
Hasan Tahsin ve şehitlerimizin aziz hatırasına..
Gazeteci Hasan Tahsin Bey, Miralay Süleyman Fethi Bey,
Kaymakam Doktor Şükrü Bey, Kolağası Hüseyin Necati Bey,
Yüzbaşı Nazım Bey, Yüzbaşı Ahmet Bey, Doktor Fethi Bey,
Mülazım Faik Bey, Mümeyyiz Nadir Bey, Mümeyyiz Ahmet Hamdi Bey..
Bu anıt
İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin
Çağrısı üzerine milletçe gerçekleştirilmiştir
15 Mayıs 1974
70’li yıllarda İzmir Gazeteciler Cemiyeti, Emperyalizmin desteği ile İzmir’i işgale başlayan Yunan Ordusu’na karşı ilk kurşunu atan meslektaşları Şehit Gazeteci Hasan Tahsin’in aziz hatırasını yaşatmak için anıt kampanyası başlattı. İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Sabri Süphandağlı başkanlığında, Milli Kurtuluş Savaşı’nın ilk kıvılcımı olan ilk kurşunu, ulusal bellekte canlı tutmak için başlatılan kampanya büyük ilgi gördü ve İlk Kurşun Anıtı’nın yaşama geçmesine sevinç ve umutla devam edildi.
Bu süreci en baştan inceleyelim.
1930’larda öğrencilerin Hasan Tahsin Tablosu
Sene 1932.. İzmir’in kurtuluşundan on yıl sonra.. Bir 9 Eylül bayramı kutlanıyor.. Tanınmış eğitimci Hilmi Dölek’in Başmuallimliğini üstlendiği Misak-ı Milli Mektebi öğrencilerinin at arabalarının üstünde gerçekleştirdikleri canlı tarihi tablolar, Basmahane’den Anafartalar caddesi boyunca geçip, Kemeraltı çarşısında yoluna devem ederek Konak’ta Hükümet önüne kadar ilerlerken yolları doldurmuş halk tarafından büyük bir gururla alkışlanıyor.. Bu tablolardan bir tanesi “Hasan Tahsin Tablosu” ismini taşımakta. Bu tablonun arkasından yine at arabalarının üzerinde yaralı bir askerin hemşireler tarafından tedavi edilişini gösteren Kızılay tablosu ve elinde bir Türkiye haritası olan kızın temsil ettiği Misak-ı Milli tablosu geçiyor.
Ancak Hasan Tahsin’in ilk kurşunu atışının canlandırıldığını gösteren tablo, en çok ilgiyi çekiyor. Misak-ı Milli Mektebi Başmuallimi Hilmi Dölek Hoca’nın (Yaşar Aksoy’un dedesi) özel ihtimamı ile hazırlanan bu gösteri, artık İzmirlilerin unutmak üzere olduğu bir kahramanın küllenmiş ateşini yeniden gönüllerde canlandırıyordu. İzmir’in işgalinde direnişin parladığı Reddi İlhak bildirisinin hazırlanmasına ve daha sonra Maşatlık Mitingi’ne katılan, vatanseverlerin toplantılar yaptığı İnas İdadisi müdür muavini olan ve sonradan uzun yıllarca Misak-ı Milli Mektebi Müdürlüğü yapan Hilmi Hoca, kurtuluştan on sene sonra İzmirlilerin belleğinde yeniden Hasan Tahsin’i canlandırarak önemli bir işlevi yerine getirmişti. Sonra 1934, 35,36 yıllarından başlayarak 1940’ların ortalarına kadar Misakı Milli Mektebi’nin Hasan Tahsin tablosu, daima 9 Eylül’lerde İzmirlilerle buluştu.
Üstü açık at arabası üzerinde Hasan Tahsin tablosu şöyle canlandırılırdı.. Araba içinde yüksekçe bir sehpa üzerinde göğüslerinde “15 Mayıs” yazılı mavi-beyaz renkli süslü elbise giymiş üç kız yan yana dururdu. Bu kızlar, Yunanistan’ı temsil etmekteydiler. Ayakta duran bu üç kızın arasında oturur vaziyette ve göğsünde “İzmir” yazılı siyahlara bürünmüş eli zincirli bir başka kız bulunurdu. Bu kızı ayakları dibinde Türk halkını temsil eden ihtiyar, yaralı ve hasta görünümünde üç kız boylu boyunca yatardı. Hasta rolünde yerde yatan kız öğrenci, Hilmi Hoca’nın en küçük kızı Mualla (Sayar) idi. Ayakta duran ve süngüsünü çekmiş bir Yunan askeri kıyafetindeki öğrenci ise, Türk kızlarına dönük bir vaziyette dimdik dururdu. Kızların sağında göğsünde Hasan Tahsin yazılı bir öğrenci yere oturmuş vaziyette başı önde dururdu. Kortej tam Konak’ta Hükümet Konağı’nın önüne gelince meydana toplanmış halkın alkışları arasında Hasan Tahsin ayağa fırlar ve tabancasını çekerek Yunan askerini öldürürdü.
Bu tablo, bir cumhuriyet bayramında at arabasını üzerinde Yunan askeri ve Hasan Tahsin olmadan oluşturuldu. Çünkü şeref tribününde töreni izleyen misafir Yunan subaylarının rencide edilmemesi istenmişti.
Hamza Osman’ın son görevi
1951 yılında İzmir Belediye Başkanı Rauf Onursal, Hasan Tahsin’in Teşkilatı Mahsusa’dan yakın arkadaşı eski Sakarya Milletvekili Hamza Osman Erkan’dan bir mektup aldı. Mektupta Belediye Başkanından İzmir’de bir sokağa Hasan Tahsin isminin verilmesi rica edilerek isteniyordu. Rauf Onursal konuyu hemen Belediye Meclisine getirdi. Meclisin 5 Şubat 1951 tarihli toplantısında konu komisyona havale edildi. Ardından komisyon, Cumhuriyet meydanı ile Montrö Meydanı arasındaki sokağa, “Osman Nevres Caddesi” ismini verdi.
Hamza Osman Erkan, bu isim verilme olayından sonra Belediye Başkanı Onursal’a bir mektup gönderdi:
“.. Milli tarihimizin en feci bir anında şerefle vatan yolunda canını feda eden aziz bir kahramanımızın yüksek hatırasını, sevgili İzmir’in sinesinde müebbeden yaşatmak imkanını temin etmek suretiyle muhterem Belediye Meclisinizin göstermiş olduğu yüksek kadirşinaslıktan dolayı duyduğum şükran ve saadet pek büyük olmuştur. Bundan dolayı kalbimde hissettiğim mefharet o kadar derindir ki, bunu ifade etmek için ancak şunu söyleyebilirim.. Fedakarlıklar ve hakiki kahramanlar bu surette anılırsa, milletimiz şanlı tarihimde daima harikalar yapak kudret kaynağını her surette takviye edilmiş bir halde tutar..”
Kuvayı Milliyeci Dr.Fahri Can’ın çabaları
Hasan Tahsin ismini ölümsüzleştirme mücadelesinde hiç şüphesiz, Kurtuluş Savaşımızın Gebze Cephesi’ni, Yenibahçeli Şükrü Bey ile kuran tanınmış Kuvayı Milliyeci Dr.Fahri Can’ın da önemli bir yeri vardır. 27 Mayıs İhtilali’nden sonra kurulan “Hürriyet Büyüklerini ve Şehitlerini Anma Cemiyeti” kurucusu ve başkanı olan Dr.Fahri Can, Hasan Tahsin’in ismini İzmir’de bir kaya parçası üzerine yazdırabilmek için, başkanlığını yaptığı cemiyet adına ilk ciddi çabayı gösteren kişidir. Şimdi sözü ona bırakalım:
“.. Sürüler halinde İzmir’e saldıran Yunanlıların karşısına tek başına çıkıp ilk kurşunu sıkarken şehit olan Hasan Tahsin ismindeki genç gazeteci için, o şehit olduğu noktada, hiç olmazsa çocuklarımızın bir Türk’ün tek başına kalsa da istilacı bir düşman ordusuna karşı çıkabileceğini bilsinler diye, bir kaldırım taşı dikilmesini teklif etmiştim.
İzmir Belediye Başkanına demiştim ki, “Bari, Hasan Tahsin’in şehit olduğu yere bir kaldırım taşını dik olarak koyun. Çocuklar oradan geçerken babalarına bu taş niye dik duruyor diye sorduklarında, babası; Hasan Tahsin burada dimdik durarak ilk kurşunu sıktı, desin..”
1957’de yaptığım bu teklife o zamanın İzmir Belediye reisi cevap bile vermemişti. Sonra ihtilal oldu. 1961’de ihtilalin İzmir Vali ve Belediye Reisi Burhanettin Uluç Paşaya bir mektup yazdım. Bu paşayı hiç tanımam. Adından başka bilgim yoktur. Fakat mektubuma derhal cevap verdi. “Hakikaten bugüne kadar nesillerimize tam bir örnek teşkil edecek olan Hasan Tahsin için bir anıt yapılmaması teessürü muciptir. İkazlarınız sayesinde inşallah bu hizmet bize nasip olur” diyen Burhanettin Uluç Paşa, kısa bir müddet sonra da beni “Güzel İzmir’imizin Yunanlılar tarafından işgali sırasında şehit edilenler adına yapılan ” anıtın açılış törenine davet etmek lütfunda bulundu. Sadece Hasan Tahsin’i değil, aynı gün “Zito Venizelos” diye bağırmayı reddeden ve bu yüzde süngülenerek şehit edilen başta Askerlik Dairesi Reisi Miralay Süleyman Fethi ile diğer subayların da aziz hatıraları bu abide üzerine işlenmişti.
İzmir’e gittim ve anıtın açılış töreninde bulundum. Burhanettin Uluç Paşa’ya, istiklal şehitlerimize karşı gösterdiği hassasiyet ve kadirbilirlikten dolayı ne kadar teşekkür etsem azdır..”
(Yaşar Aksoy’un notu:1- Dr.Fahri Can’ın bu girişimleri, Yakın Tarihimiz dergisinin 12.4.1962 tarihli sayısında kendi ağzından anlatılmıştır, 2- Burhanettin Uluç Paşa’nın bu kararında hiç şüphesiz, 27 Mayıs İhtilali’nden sonra Başbakanlık Müsteşarlığı görevinde bulunan Kur.Albay Alpaslan Türkeş’in isteği üzerine Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) aldığı tavsiye kararının etkisi vardır.
Okullara Hasan Tahsin ismi veriliyor
1965 yılında Yeşilyurt’ta bir okula “Şehit Gazeteci Hasan Tahsin Ortaokulu” ismi verildi. 23 Şubat 1970 günü, İzmir Belediye Meclisi 253 sayılı sokağa “Gazeteci Hasan Tahsin Caddesi” ismini vererek anlamlı bir hizmet yaptı.
1970’li yılların başına gelindiğinde Hasan Tahsin üzerine araştırmalarıma başlamış ve seri yazılarımı Yeni Asır, Demokrat İzmir ve Milliyet gazetelerinde arka arkaya yayınlatmaya girişmiştim. 9 Şubat 1972 tarihli Demokrat İzmir gazetesinde yayınlanan “Hasan Tahsin”in Anti-Emperyalist Fikirleri” başlıklı 2.sayfadaki makalemin sonunu şöyle bağlamıştım:
“.. Bu kadarla kalınmamalıydı. Emperyalizme ve Kapitalizme karşı ilk milli kurtuluş savaşını gerçekleştirmiş Türkiye bu fedakar evladına daha çok şeyler borçludur. Onun ideolojisini ve Müdafaa-i Hukuk doktrininin ölümsüz savaşçılarını yakından tanımak gerekiyor. Çünkü görüyoruz ki, artlarında bıraktıkları yıllar içinde, izlerinde ve yollarında gidilmesi şart olan olaylar gelip geçiyor, fakat yurtseverlik ve fedakarlık daha çok koltukların ve gazete sütunlarının inhisarındadır..”
Evet bu kadarla kalınmamalıydı.. Onu ölümsüzleştirecek çok daha görkemli girişimler şarttı. Ki o şeyin karşısına geçince, hem aziz şehitlerimizi anmalıydık, hem de milli bilincimiz çelikleşmeliydi. Yunanistan’da iktidarda bulunan Albaylar Cuntası, ilk iş olarak düşmanlığın ve savaşın sembolü İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos’un heykelini, hem de yüzü Anadolu’ya dönük olarak yerleştirmişti. Papaz Hrisostomos, Emperyalizmin ve halklar arasındaki düşmanlığın sembolü idi.
Biz de, barışın ve bağımsızlığın sembolü Hasan Tahsin’in heykelini, yüzü kendi halkına dönük olarak İzmir’e dikemez miydik?..”
O yıllar sürekli olarak bu fikri, yazdığım gazetelerde işliyorum. Belki yüzlerce yazı kalemimden akıp gitmekteydi.
Hasan Tahsin’i anıtlaştıran adam: Sabri Süphandağlı
Koca Türkiye’de tek kişi, Hasan Tahsin’i anıtlaştırma fikrin inandı ve kollarını sıvadı. İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı bu ideale coşku içinde baş koydu. Muhteşem bir planlama ve organizasyon ile anıta doğru adım adım ilerledi. Anıt Kampanyasını şevkle başlattı.. 100 lira bağış gelince çocuk gibi sevindi, kampanyaya dil uzatan bir yazarı okuyunca üzüntüden hasta olan bu gazeteci babası milliyetçi adamı yakından tanımak ve anıt kampanyasında yan yana çalışabilmek onuruna kavuştum.
Kimdi Sabri Süphandağlı?
Anadolu Ajansı, TRT, Avrupa Yayın Birliği (EBU) yönetim kurulu üyeliklerinde bulunan, İzmir Gazeteciler Cemiyetinin (İGC) başkanlarından Sabri Süphandağlı, Bitlis’in Ahlat İlçesinde 1925 yılında dünyaya geldi. Güzel Sanatlar Akademisi’nde okurken 1946 yılında Vatan gazetesinde gazeteciliğe başladı. Muhtelif gazete ve dergilerde yönetici, temsilci ve yazar olarak çalışan Süphandağlı, Anadolu Ajansı ve TRT Yönetim Kurulu üyeliklerinde bulundu.
1954 yılında İzmir Şehir Meclisi ve Encümen üyeliği görevlerinde bulunan Sabri Süphandağlı, 1956 yılında İzmir’e, bugün Konak’taki Devlet Tiyatrosu binasını kazandırdı. Süphandağlı, 1957 yılında Konak Meydanı’na opera binası yapılması için girişim başlattı ve bir yıl sonra temeli atılan tesis, 2 kat çıktıktan sonra 20 yıl atıl durumda kaldı ve yıkıldı.
İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin İzmir Kordonboyu’nda bugünkü Basın Apartmanları ile Urla Çeşmealtı’ndaki cemiyet arsalarının alınmasını sağlayan Süphandağlı, Konak Meydanı’na ‘Şehit Gazeteci Hasan Tahsin Anıtı’ heykelinin dikilmesine öncülük ettiği için ‘Anıt Adam’ olarak anılmıştı.
Süphandağlı, 1977 yılında 52 yaşındayken geçirdiği kalp krizi sonucu Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde yaşamını yitirdi ve Kokluca Kabristanı’na gömüldü. Sabri Süphandağlı’nın ‘Odesa’dan Orta Asya’ya’, ‘Dört Ülke Dört Sistem’ ve ‘Pasifik Kuşları’ adlı üç kitabı ile Hasan Tahsin üzerine araştırma ve incelemeleri bulunmakta.
Sabri Süphandağlı’nın kendisi gibi gazeteci olan oğlu, Ege Telgraf Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü Can Süphandağlı da 54 yaşında, 21.11.2016 tarihinde hayatını kaybetti. İzmir basınına uzun yıllar çeşitli alanlarda hizmet veren Can Süphandağlı’nın acı haberi, başta Ege Telgraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan eşi Aylin Süphandağlı, ailesi ve meslektaşlarını üzüntüye boğdu. Can Süphandağlı, Alsancak Hocazade Camii’nde öğle vakti kılınan cenaze namazından sonra Urla Çeşmealtı Güvendik Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Anıt kampanyası hedefe ilerliyor..
15 Mayıs 1972 günü İzmir Gazeteciler Cemiyetince yayınlanan bildiri ve TRT Televizyonunda Sabri Süphandağlı’nın konuşması ile başlayan anıt kampanyası. Bir anda Türkiye’ni ilgisini çekti. Yurdun dört köşesinden bağışlar ve destek mektupları cemiyete yağmaya baladı. Bu dalgalanma, kampanyayı yürütenlere moral verdi. Gazetelerde Hasan Tahsin ile ilgili yazılar, haberler yayınlanmaya başladı. Televizyon da üstüne düşeni yapıyordu. Sabri Süphandağlı başkanlığında tüm yönetim kurulu üyeleri ve cemiyet sekreteri fedakar Ramazan Kalli canla başla çalışıyorlardı. Haklarını ödeyemeyiz.
Yapılacak anıtın ciddi ve derinlemesine yapılmış araştırmalara dayanması sorunu vardı. Böylece bu işi en iyi yapabilecek Anadolu Ajansı görevlilerinden usta yazar sevgili Zeynel Kozanoğlu kollarını sıvadı ve “Anıt Adam” isimli önemli eseri uzun çalışmalar sonucu hazırladı ve basılması için İzmir Gazeteciler Cemiyeti’ne teslim etti. Böylece basılan bu yapıt tüm yurda ücretsiz dağıtıldı. Başka Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler olmak üzere kutlama mektupları geldi
Kamu kuruluşları, bankalar, sanayiciler, tüccarlar, okullar, meslek odaları, milletvekilleri ve vatandaşlar bağış için sıraya girdiler. 17 Ocak 1973 tarihi Bayram gazetesinde yayınlanan bağış listesine göre bir anda 646.546 TL toplanmıştı. Bu öncü miktar gerekli atılımı yapmaya yetiyordu. Ferit Melen Hükümeti de kampanyaya 100 bin lira ile katıldı. Bu arada insanın gözlerini yaşartan olaylara şahit olduk. Mustafa Kemal Paşa’nın Selanik’teki evinin bahçesinden alınan bir avuç toprak, Batı Trakya Türkleri tarafından anıtın temeline konulmak üzere Sabri Süphandağlı’ya teslim edildi. Yavru vatan Kıbrıs’ta da kampanya başlatıldı. Makarios Rum yönetimi altındaki Kıbrıslı Türkler İzmir’deki kampanyayı desteklemek için, Cemal Togan başkanlığındaki Kıbrıs Türk Gazeteciler Cemiyeti öncülüğünde sıraya girdiler.
İlk Kurşun Anıtı, 32.Devlet Resim ve Heykel Yarışmasında birincilik alan Heykeltraş Turgut Pura tarafından 3.40 m boyunda ve atılım halinde yapılmak üzere planlandı. İki metrelik kaide üzerine oturtulunca tüm yükseklik 5.40 m. olacaktı.
Sanatçının anıtın üstüne yerleştirilecek heykelin alçı modelinin 1/1 olarak tamamlandığını bildirmesi üzerine, 7.2.1973 günü D.G.S.A. öğretim üyesi Prof.Hüseyin Gezer başkanlığında, Doç.Tamer Başoğlu, Resim Akademisyeni Nejat Akkan, Belediye Planlama Müdürü Bülent Akgürgen, Sabri Süphandağlı ve Süha Tekil’den oluşan altı kişilik seçici kurul, heykeli stil ve temel kuruluşu olumlu buldu ancak heykele Türk bayrağının eklenmesini şart koştu.
Şimdi bütün mesele heykel için gerekli tunç veya bronzun nasıl bulunacağı idi?.. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu’na başvuruldu. 1176 Sayılı 1/6 maddesi gereğince silahlı kuvvetlerin böyle bir yardım yapabilmesi Bakanlar Kurulu kararını gerektiriyordu. Bakanlar Kurulu ise, 23.1.1973 tarihli kararı ile bu konu ile ilgili bir kararname çıkardı. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından onaylanan bu karar, resim gazetede yayınlandı. Böylece Gölcük Tersanesi Komutanlığında muhafaza edilmekte olan ihtiyaç fazlası 2 adet gemi pervanesi, Deniz Kuvvetleri kanalı ile İzmir Gazeteciler Cemiyeti’ne hibe edildi. Artık her şey hazırdı..
Anıt açılıyor: 15 Mayıs 1974..
İzmir şehri tarihi bir gün yaşamaktaydı..
İzmir’in 55 yıl önce Emperyalizmin desteğindeki Yunan Ordusu tarafından işgali esnasında ilk direnişi başlatan Hasan Tahsin ve o sırada şehit edilen insanlarımız için İzmir Gazeteciler Cemiyeti tarafından yaptırılan “İlk Kurşun Anıtı”, Konak Meydanı’nda anlamlı bir törenle açılıyordu. Açılışa tertemiz giysilerimizle annem ve babamla katıldık. Anıt önündeki fotoğraflarımı Tarih öğretmeni annem Zehra Aksoy çekti.
Anıtın açılış töreninde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ve eşi, Cumhuriyet Senatosu Başkanı Tekin Arıburun, Bülent Ecevit Hükümet adına Turizm ve Tanıtma Bakanı Orhan Birgit, Gençlik ve Spor Bakanı Muslihittin Yılmaz Mete, Genel Kurmay Başkan Vekili ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Eşref Akıncı, İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak ile davetliler ve çok kalabalık bir halk topluluğu hazır bulundu.
İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Sabri Süphandağlı, İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak, Turizm ve Tanıtma Bakanı Orhan Birgit’in anlamlı konuşmalarından sonra kürsüye gelen Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk şu konuşmayı yaptı.
“Aziz vatandaşlarım.. Bundan yıllar önce geçmiş hazin bir olayın hikayesini kalbimiz burkularak hep birlikte dinledik. Memleketi istilaya gelenlere karşı bir Türk gencinin nasıl isyan ettiğini ve istilaya gelene karşı hayatına malolan ilk kurşunu nasıl sıkmış olduğunu bir kere daha hatıralarımızda canlandırdık.
Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı ve kurtuluş savaşı başladı. Hasan Tahsin’in ilk kurşunu, istilacıya, bu olaydan dört gün önce atılmıştı.
Sevgili vatandaşlarım,
Kurtuluş savaşını zaferle tamamlamak ve Cumhuriyet idaresine ulaştırmak kolay olmamıştır. Bu millet, Cumhuriyete ulaşmak için dış düşmanlara karşı olduğu gibi anlaşmazlıktan doğan ve teşvik gören sebeplerle birbirleriyle de savaşmış, kan dökmüştür. Bugün, tarihimizin o acı günlerinden, bağımsızlık için açılan savaşta ilk kurşunu sıkan kahraman evladının anıtını açarken, evet, bugün alacağımız dersler vardır.
Dünyanın bugünkü şartları içinde, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milletinin birlik içinde ve beraber olmaya en muhtaç bulunduğu günleri yaşadığını hepimiz biliriz. Birbirimizi doğru anlamak, birbirimizi hıyanetle suçlamamak yazım ve dış tehlikelere karşı olduğu gibi iç tehlikelere karşı da birlik içinde olmamız şarttır.
1919 yılında istilacıya ilk kurşunu sıkan Türk genci Hasan Tahsin ile aynı gün şehit düşmüş olan diğer kahramanların adını ebedileştirmek üzere İzmir’de bir anıt dikme fikrini ortaya atan ve bunu gerçekleştiren başta İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı ve arkadaşları olmak üzere bütün vatandaşlara takdirlerimi ifade etmek isterim.
Bağımsızlık savaşımızın ilk kurşununu atan gencin anıtını açarken, kısaca bu düşünceleri belirttikten sonra kahraman Hasan Tahsin’in namını tebcil edecek cümlelerle sözlerimi tamamlayacağım.
Hasan Tahsin, 15 Mayıs 1919’da bir kahramanlık örneği vererek ölmeseydi, onun fani vücudu elbet bir gün toprağa tevdi olunacaktı. Fakat bugün, O’nun manevi şahsiyetini, sizlerin yani vefakar Türk milletinin eliyle İzmir’in bağrında ve cihanın gözleri önünde Türk tarihinin sinesine tevdi ediyorum.. O, orada ebediyen yaşayacaktır.”
Korutürk konuşmasından sonra kordeleyi keserek heykeli kaplayan bayrağı aşağı çekti. Saat 11.00’i epey geçmişti.. Şehitlik’ten toplar atılmaya başlandı. Aynı anda resmi ve özel araçlarla limandaki gemiler ve fabrikalar sirenlerini çaldılar. Hava Kuvvetlerine ait jetler açmaktan uçuş yaptılar.
Halk, Cumhurbaşkanına sevgi gösterisinde bulunuyor, bir elinde bayrak bir elinde silah olan Hasan Tahsin’i tunçtan bir heykel olarak karşılarında ilk kez görüyordu.. Tören başından sonuna kadar Türkiye Radyoları’ndan naklen yayınlandı. Radyo, Şair Abdullah Neyzar Karahan’ın “Hasan Tahsin Destanı” isimli uzun şiirini de seslendirdi. Usta muhabir Zafer Cilasun meydanda halkla röportajlar yapıyordu. Televizyon ise töreni gece banttan yayınlayacaktı.
Sabri Süphandağlı’nın yüzü, heyecandan bembeyazdı. Kalabalık arasında ona yaklaşıp hürmetle elini öptüm..
Hasan Tahsin artık kanını döktüğü meydanda dimdik ayağa kalkmıştı.
Akrabası Konak meydanındaydı
55 yıl önce İzmir’i işgale gelen Yunan ordusu tarafından şehit edilen Gazeteci Hasan Tahsin’in hayatta kalan tek akrabası Recep Şakir Uğurel de, anıt açılışında hazır bulundu. Hasan Tahsin’in şehit edildiği zaman 9 yaşında olduğunu ifade eden Recep Şakir Uğurel, şunları söyledi:
“.. Ben Hasan Tahsin’in amcasının torunuyum. Bu yüzden göbek ismim Recep’tir. Kendisi Yunanlılar tarafından şehit edildiği zaman henüz 9 yaşındaydım. Ama bugün gibi hatırlıyorum. Babamı ağlarken hiç görmemiştim. Yeğeninin düşmanlar tarafından haince kurşunlandığını duyunca bütün gün çocuklar gibi ağlamıştı. O günde sonra içimizde beliren kini anlatmanın imkanı yoktur. Babam anlatırdı.. Hasan Tahsin’in eşsiz bir insan olduğunu.. Vatanını çok sevdiğini, cesareti kadar kalemini de kuvvetli olduğunu bütün ailece bilirdik. Ruhu şad olsun, eşsiz kahramanın”. (Yeni Asır, 16.5.1974)
Meydanda yer alan epey yaşlı Mehmet Turgut Ekinci de, yaşlı gözlerle anıtı izliyor ve çevresini saran gazetecilere Hasan Tahsin’in yakın bir arkadaşı olarak büyük gurur ve sevinç içinde olduğunu belirtiyordu.
Meydanda kalabalık arasında içim yüksek duygularla dopdolu dolaşarak, deniz kıyısına geldiğimi hatırlıyorum. Emperyalist Amerika tarafından desteklenen Faşist Albaylar Cuntası tarafından yönetilen Yunanistan yönüne doğru baktım..
İki ay sonra Temmuzun tam 15. günü darbe yaparak, Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağladıklarını ilan edecek olanları tahmin bile edemezdim..
Oysa,Yunan hala emperyalist ve yayılmacı idi..
Hasan Tahsin’i Yaşatma Derneği faaliyetleri
İlk Kurşun Anıtı’nın açılışından 4 yıl sonra, İzmir’de ulusal kurtuluş bilincini devam ettirmek amacıyla kurulan Hasan Tahsin’i Yaşatma Derneği, 3 Şubat 1978 günü kuruldu ve 28.4.1978 günü resmiyet kazanarak ilk yönetim kurulunu seçti ve ilk toplantısını yaptı. (TC İzmir 5.Noterliği 014119 nolu Karar Defteri onayı)
“Hasan Tahsin’i Yaşatma Derneği” Yönetim Kurulu şu isimlerden oluştu:
Yaşar Aksoy (Başkan), Çetin Uçal (2.Başkan), Necmettin Şit Allameoğlu (Sekreter ve Muhasip), Gülistan Dedeoğlu, Hasan Süzmetaş, Nedim Yaşar Gürsoy, Yasemin Çatkın, Hüseyin Saatçıoğlu, Y,Mimar Tamer Kamiller.. (Daha sonra Yönetim Kurulunda Yaşar Deliorman, Mehmet Ersoy ve Tayfun Türe görev aldılar)
Yönetim Kurulu üyeleri de dahil, hepsi kurucu üye olan dernekte yönetim kurulu haricinde işçi, memur, esnaf, köylü, öğrenci, mühendis, seyyar satıcı, turizmci, emekli, avukat, ev hanımı ve sanatçılardan oluşan kayıtlı üye isimleri şunlardı:
Muammer Karazeybek, Akif Aytaç, Mustafa Akar, Aydın Avcı, M.Cemalettin Aksoy, Hüseyin Yıldırım, Ali Günay, Kenan Gürtuna, Hikmet Esen, Serap Vatan, Ümit Yaşar Işıkhan, Günal Ölçer, Deniz Ölçer, Mahmut Türe, Fahriye Türe, Emin Baltaş, İsmail Turgay, Orhan Pirinççi, Nuri Tükeltürk,
Saim Saatçıoğlu, Bilgin Erdoğan, Yaşar Diler, İffet Diler, İlhan Akbaş, Bülent Özyeşilpınar, Nilüfer Özyeşilpınar, Ferit Namlı, Akif Doğan, Mehmet Gülkök, Nevzat Demiral, Hüseyin Parlak, Sine Öney, Mehmet Tuncer, Ferhunde Karabulut, Gülden Taşkıran, Baki Işık, Erdem Demirağ, Asil Engin, Halit Nezir, Erhan Gülşen, Mahmut Bekay, Ali Rıza Şanoğlu.
(Not: 2018 tarihi ile bu isimlerden, Bülent Özyeşilpınar, Ali Rıza Şanoğlu, Saim Saatçıoğlu, Hikmet Esen, Çetin Uçal, Orhan Pirinççi, Nuri Tükeltürk, Mahmut ve Fahriye Türe, M.Cemalettin Aksoy, Hasan Süzmetaş, Mustafa Akar, Y.Mimar Tamer Kamiller vefat etmişlerdir)
Derneğin Faaliyetleri:
-
“Hasan Tahsin’i Yaşatma Derneği” üyeleri, önceleri 1975 yılında hep birlikte kurdukları ve önemli etkinliklere imza attıkları “İzmir Halkevi” bünyesi içinde çalışmalarda bulundular. Hasan Tahsin ile ilgi ilk eylemlerini bu bünye içinde yurt çapında yetişkinler ve öğrenciler dallarında büyük çapta “Hasan Tahsin Resim Yarışması” düzenleyerek gerçekleştirdiler ve 15.5.1977 tarihinde İzmir Resim Heykel Galerisi’nde görkemli bir sergi açtılar ve kazananlara ödülleri takdim edildi. Sergi açılışında, İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak ve İzmir Halkevi Başkanı Yaşar Aksoy birer konuşma gerçekleştirdi. Seçici kurulunda İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Sabri Süphandağlı, İzmir Devlet Resim ve Heykel Galerisi Müdürü Turgut Pura, Ressam Akademisyen Namık Sevinç Arkun, Ressam Kadir Ata ve Ressam Nejat Akkan’ın bulunduğu yarışmayı, Muhsin Kut, Mehmet Kavruk, Cengiz Arsal ve İhsan Arman (Mansiyon) kazandılar.
-
İzmir Halkevi üyeleri, daha sonra “Hasan Tahsin’i Yaşatma Derneği”ni, 3 Şubat 1978’de kurdular. Dernek bundan sonra şu faaliyetleri yaşama geçirdi.
-
Hasan Tahsin’i Yaşatma Derneği, 15.5.1978 tarihinde İzmir Akbank Sanat Galerisi’nde bir “Hasan Tahsin Belgesel Fotoğraf Sergisi” düzenledi. Milli Mücadele gazilerinin de katıldığı etkinlikteki açılışı, İzmir Valisi Necdet Calp yaptı.
-
Çeşitli okullarda Hasan Tahsin ve Kuvayı Milliye konularında konferanslar verildi, etkinlikler düzenlendi.
-
Hasan Tahsin’i Yaşatma Derneği, 1979’da yetişkinler ve okullar dallarında yurt çapında “Hasan Tahsin Şiir Yarışması” düzenledi. Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı’nın büyük bir sevinçle desteklediği yarışmanın seçici kurulunda İzmir Devlet Tiyatrosu Müdürü Suat Taşer, Turgay Gönenç, Hüseyin Yurttaş, Abdullah Neyzar Karahan, Arif Karakoç, Nahit Ulvi Akgün ve dernek başkanı Yaşar Aksoy bulundu. Yarışmayı birinci olarak, ozan Kemal Bayrakçı kazandı.
-
15 Mayıs 1979’da İzmir İş Bankası Sanat Galerisi’nde “Hasan Tahsin Şiir ve Fotoğraf Sergisi” düzenlendi. Sergi açılışını, Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi değerli toplumbilimci Doç.Dr.Emre Kongar gerçekleştirdi.
-
15 Mayıs 1979 akşamı İzmir Çınar Sinemasında çok büyük çapta sanat gösterilerinin de sahnelendiği “Hasan Tahsin ve Bağımsızlık Gecesi” gerçekleştirildi ve Hasan Tahsin üzerine Ahmet Taner Kışlalı, Emre Kongar, Suat Taşer, İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak, Zeynel Kozanoğlu ve dernek başkanı Yaşar Aksoy birer konuşma yaptılar.
-
14.6.1979 tarihinde İzmir Gazeteciler Cemiyeti Konferans Salonu’nda dernek kongresi gerçekleştirildi ve aynı kişiler yeniden yönetim kuruluna seçildi.
-
Hasan Tahsin Ortaokulu’nda “Hasan Tahsin Şiir Yarışması” düzenlendi ve 15.5.1980 günü bir etkinlik yapıldı. Başkan Yaşar Aksoy öğrencilere şehit gazeteciyi anlattı.
-
Yeşilyurt Hasan Tahsin Ortaokulu’na 15.5.1981 günü bir Atatürk büstü armağan edildi ve büst törenle okulun bahçesine dikildi, şiir yarışması ödülleri dağıtıldı ve Başkan Yaşar Aksoy’un konuşmacı olarak katıldığı bir tören gerçekleştirildi.
-
İzmir Kültürpark içindeki bir pavyonda 15.5.1982 günü “Hasan Tahsin ve Kuvayı Milliye Sergisi” düzenlendi. Yaşar Aksoy’un açış konuşmasını yaptığı sergiyi, İzmir Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Süreyya Yüksel, İzmir Valisi Hüseyin Öğütcen ve İzmir Belediye Başkanı Cahit Günay birlikte açtılar.
-
İzmir Atatürk İl Halk Kütüphanesi’nde15.5.1983 tarihinde bir “Hasan Tahsin Belgesel Fotoğraf Sergisi” düzenlendi. Açılışı 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgalinde şehit olan Kaymakam Dr. Şükrü Bey’in oğlu Y.Müh.Muammer Tansu ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Güngör Mengi gerçekleştirdi. Kütüphanenin dışında kurulan kürsüden Başkan Yaşar Aksoy, şehit gazeteciyi anlatan bir konuşmayı halka sundu.
-
Dernek, sıkıyönetimin zorlu koşullarında çalışmalarına son vermek zorunda kaldı (Aralık 1983).
Buraya kadar İstiklal Mücadelemiz ve ilk kurşunumuzu atan Hasan Tahsin simgesi için verdimiz mücadeleyi anlattık.. Bu arada Kırmızı Kedi Yayınevi’nce basılan “Hasan Tahsin – Yürekler Selanik” kitabımızın 2019 tarihinde yayınladığını gördük. Kitabımız 2019 yılı Dil Derneği Prof.Emin Özdemir Ödülü’nü aldı.
Bu kitabımızın sayfa hacmi inanılmaz ölçüde kabarık olduğu için, kitabın yayınlanması kapsamı içine “Hasan Tahsin’e eleştiriler, iddialar, tartışmalar “ bölümünü koyamamıştık. Şimdi izninizle burada bu eksiğimizi kapatıyoruz..
HASAN TAHSİN’E ELEŞTİRİLER, İDDİALAR, TARTIŞMALAR
Yayın ve siyasi propaganda dünyasında, Hasan Tahsin’e, Türk ırkı mensubiyeti üzerinden suçlama yapmak moda haline gelmiştir. Burada Cumhuriyet Tarihi’ni çamura bulamak isteyenlerin tümü geniş bir cephe halindedirler. Hasan Tahsin’in güya Türk olmayan ırkını, sanki damarlarında dolaşan hemoglobin tanelerinin sayısı kadar kesinlikle bilen ve buradan Sabetayizme ve Siyonizme söven veya komplo teorileri çıkaran kimi akademisyen, yazar, politik simalar var.
Bir anımı anlatıyorum. Yıllar önce çok genç ama ihtiraslı bir tarih akademisyeni beni evimde ziyaret ederek, Hasan Tahsin ile ilgi arşivimi görmek istedi. Buyur ettik. Zaten her isteyene olduğu gibi ona da yardım etmeye karar vermiştim. Konuşuyoruz bizim evde. Aniden aramızda şu konuşma geçti:
– Yaşar Bey, Hasan Tahsin bir Sabetayisttir!..
– Olabilir.. “Bize ne?” demek, isterdim.. Ama bu iddiayı kuvvetlendirecek güvenilir bilgi ve belgeleriniz var mı?
– Belge çok!
– Nedir?
– Yakın akrabalarıyla görüşüyorum. Özellikle yaşlılarla.. Selanik mavisi gözlü yaşlılarla.. Bana anlatıyorlar..
– Neyi anlatıyorlar?
– “Biz Türklere aklımızı verdik, onlar bize vatan verdiler!..” diyorlar..
– Ne demek bu?
– Bu şu demek; İbrani kökenli Selanikli modern kuşaklar, Osmanlıyı yıkıp, Cumhuriyeti kurmuşlardır. Türkler de onları topraklarına buyur ettiler.
– Sen buna inandın mı?
– Bu iş, böyle oldu Yaşar Bey!..
Böyle saçma sapan, bunamış yaşlı dedikodularını belge diye ileri süren genç akademisyenin gözlerinin içine dikkatle baktım. O anda gözlerinin derinliklerinde gizemli parıltılar fark ettim. Bu parıltıları iyi bilirim. Türklüğe ve Müslümanlığa biraz mesafeli değil, aslında tam karşıt olan gizemli gizli örgütlere üye olan seçkin kişilerin komplo teorileri ile doldurulmuş beyinlerinin gözlerine yansıttığı garip parıltılardır onlar…
Bu arada “Cumhuriyet, Atatürk ve vatan aşığı” hiçbir Selanikli yaşlı kişinin, kulaklarımla bizzat duymadan böyle bir konuşma yapacağını da sanmam. Ya bunamış bir çürük beyin bunları söylemişti, ya da akademisyen yalan söylüyordu..
Konuşmayı kestiğim gibi, o akademisyenle tüm ilişkilerini de kestim.
Şimdi şunların altını çizerek yoluma devam etmek istiyorum:
“– .. Hasan Tahsin, Türk oğlu Türk ve Müslüman oğlu Müslümandır.. Türk ve Müslüman Recep Ağa ile Türk ve Müslüman Rabia Hanımın oğludur. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, bir milletler ve etnik aidiyetler sentezidir, herkes kökeni ne olursa olsun Osmanlı’dır; sonuç olarak da bu Osmanlı İmparatorluğu, bir Müslüman Türk İmparatorluğudur; itirazı olan var mı?..”
İçinde başka dinden kitleler olsa bile Osmanlı için tarihe düşülen not böyledir.. Bizans’ın içinde de bin bir halk vardı; ama sonuçta Bizans, bir Roma-Rum İmparatorluğu’dur..
Osmanlı’nın tüm etnik, kültürel, dini, mezhepsel mirasını omuzlayıp gelen Türkiye Cumhuriyeti de, bir ırklar (ne kötü bir sözdür bu ırk lafı) ve manevi aidiyetler sentezidir, kurtuluş savaşı sonucunda oluşan ulusal cumhuriyetin ulusal gerçeğini de başka türlü tarif edemeyiz; bu yüzden büyük çoğunlukla her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kökeni ve dini, mezhebi ne olursa olsun Türk üst kimliğinde buluşur, kaynaşır, isteyen bunu kabul etmeyebilir.
Hasan Tahsin’i bu manevi, sosyolojik, tarihsel ve antropolojik gerçekler sebebiyle Türk olarak kabul ederiz; ola ki Türk değil, Türklük için şehit olmuş ise, sonuna kadar Türk’tür; Zenci Musa gibi, Ermeni Artin Penik ve daha nice başka etnik kökenli şehitlerimiz gibi..
Hasan Tahsin´e “Bolşevik” diye saldıranlar da olmuştur, İzmir’de Köylü Gazetesi sahibi Mehmet Refet gibi. Neymiş?.. Kız kardeşini başı açık olduğu halde Frenk mahallesinde sinemaya götürüyormuş, işte bu davranışı Bolşevik olduğunun ispatıymış.. Bunu yazan Mehmet Refet, Yunan işgalini desteklediği ve kurtuluş savaşımıza karşı çıktığı için 150´liklere dahil edilmiş ve vatanımızdan kovulmuştur.
Yok efendim.. Hasan Tahsin anarşistmiş ve teröristmiş.. Bunu da yazan ve savunan Marksist-liberal tarihçi Prof. Mete Tuncay´dır.. Geçiniz..
Ama, en çok çürümüş bir iddia zaman zaman ileri sürülür.. Hasan Tahsin, Sabetaycı’dır.. Şunu iddia ediyorlar: “Hasan Tahsin, Selanik doğumlu olduğu için İbrani kökenlidir, yani Yahudi asıllıdır, Yahudi dönmesidir, Mesih Sabetay Sevi´nin izleyicisidir..”..
Bu iddiaların kaynağı da örneğin Prof. Ertuğrul Düzdağ gibi İslamcı yazarlar ve güya Marksist etiketli Prof.Yalçın Küçük´tür. Tümü yalandır, iftiradır, Atatürk gibi, Hasan Tahsin de Selanikli olduğu için güya doğum yerlerine atıfta bulunarak, bu Türk vatanseverlerine gizli Yahudilik karalaması sıçratarak, gerçekte “ırkçılık” yapmaktadırlar. Yalçın Küçük´ün “Emperyalist Türkiye” kitabında Atatürk hakkında yazdıklarını ibretle okuyunuz, Hasan Tahsin´e ırk suçlaması yaparken iltifat etmiştir bile diyebilirsiniz.
Bu tür suçlamalar, Emperyalizm’in işine yarar, ulusal tarih bilincini içinden çökertmeye yarar. Bir vatansevere, Yahudi diyerek aşağılamak ve böylece karanlık niyetli olduğunu ima etmek, ırkçılıktır, anti-semitizmdir, kapkaranlık amaçlara hizmet eder.. O kişi, velev ki, öz be öz Yahudi´dir.. Peki, ilk kurşunun atıldığı gün şehit edildi mi, edilmedi mi?.. Vatanı için kanını döktü mü?.. Yahudi olsa ne yazar?.. Kürt olsa ne yazar?.. Gavur olsa ne yazar?..
Burada bir parantez açıyorum: Milliyetçilik, ulusalcılık, yurtseverlik veya vatanseverlik; ulus devletle, ırkla veya dinle alakalı değildir. Vatanını ve halkını, Emperyalizm’e karşı savunmakla, ya da tam tersine halkına ihanet etmekle alakalıdır..
Tam 50 yıldır Hasan Tahsin’i bin bir emekle savunduğum, hiçbir kişisel çıkar gözetmeden hakkında yüzlerce yazı yazdığım, konferanslar verdiğim, onu yaşatmak için dernek bile kurduğum için, karanlık internet siteleri, benim için de “Sabetaycı” suçlaması yaparlar.
Haydi onlardan birini okuyalım:
Ben mi, Yunan düşmanı bir Sabetaycı’yım?
Yalçın Küçük ve ekibi tarafından kurulan ve yönetilen, (www.kalemler ve kiliclar.com sitesi)‘de 27 Mayıs 2008 tarihli bir iletiyi önümüze alıyoruz.. “The Great Alexander” isimli meçhul birinden geliyor.. Site yazışmalarında “Chanfe” kod isimli ve beni takdir eden birisine yanıt verilmekte):
“Sayın Chanfe, alıntı yaptığınız Yaşar Aksoy’u İzmirli olduğum için iyi bilirim. Bilmeyenler için kısaca anlatayım. Her şeyden önce Yaşar Aksoy kendine İzmir tarihçisi unvanını vermiş, ama İzmir tarihini kendi Sabetayist köklerine göre bakıp yorumlayan, kerameti kendinden menkul bir tarihçidir.
Yaşar Aksoy’un İzmir ile ilgili yazdığı her yazıda Rumlara olan kin ve nefretini görebilirsiniz. İzmir’in Rum geçmişini hep kötüler ve görmezden gelir. Bunun yanında İzmir’de yaşayan diğer azınlıklara hiçbir şey söylemez/söyleyemez. Örneğin Yahudileri müthiş beğenir (Neden acaba?).
Levantenlere ise söz söylemeye gücü yetmez. Alsancak ve Karşıyaka’daki eski Rum evlerinden nefret ettiğine eminim çünkü geçen senelerde kendisi “Bunlar aslında Levantenlere aitti, İzmir’de İtalyan kültürü daha hakimdir” diyebilmiştir. Evet İzmir’de İtalyan kültürü vardır ama onun öncesinde Rum kültürü (ki hepsi Osmanlı vatandaşıydı) çok daha belirleyicidir, ama anlı şanlı tarihçimiz bunu bir türlü benimseyemez.
Yaşar Aksoy’un yanlı bakış açısının öznesi de; güya düşmana ilk kurşunu atan kahraman Hasan Tahsin’dir. Hasan Tahsin (Osman Nevres) in, kendisi gibi Sabetaycı olduğunu hepimiz biliyoruz. Onun ilk kurşunu atmadığı da kanıtlandı, ama kahraman filan olmadığını da ben söylüyorum. Hasan Tahsin yaptığı hiç bir işe yaramayan sorumsuzca hareketinden sonra, birçok sivil Türk’ün sebepsizce ölümüne neden olmuş, sosyopat bir kişiliktir. Hasan Tahsin’in Türkiye çapında parlatılıp şişirilmesinin nedenini köklerinden dolayı anlayabiliyoruz, işte Yaşar Aksoy da, İzmir’de bu neferin önemli bir parçasıdır. Yerli yersiz her yazısında Hasan Tahsin’e övgüler sunar, Yunan’a olan nefretini kusar. Kısacası Türk milletinin işi gerçekte zor, okulda palavradan tarih, medyada palavradan tarih, bu insanların hala gözünün açılmamasını anlayabiliyorum”.
(Yaşar Aksoy’dan Not: Türkiye’deki 80 milyon insanın tümüne Sabetayist, Yahudi suçlaması getiren “Kılıçlar ve Kalemler Web Sitesi” günümüzde (2019) karartılmış ve yazışmalarına kendileri tarafından son verilmiştir. Ancak tüm yazışmaları arşivlere intikal etmiştir. Irk üzerinden kökenimize suçlama getirenlere yanıt vermek, bir “ırkçı” ile tartışmak anlamına gelir ki, tenezzül bile etmeyiz. Irkımdan bana ne, ırkımdan sana ne!.. (Ancak şu kadarı söyleyeyim ki, aile soyumun 500 yıllık şeceresi içinde tek bir Balkanlı, Rumelili, Selanikli, mübadil göçmen yoktur; tam tersine baba tarafım Şeyh Şamil Ordusu imamlarından gelen ve Rus-Ermeni savaşlarında kanını akıtmış, İstiklal Savaşı yandaşlığına dayanan Kafkasya-Ahıska-Gürcü kültürlü insanlardır. Ana tarafım ise, bildiğimiz halis Bergamalı Yörüktür..)
Ancak Hasan Tahsin’i, Sütçü İmamlarla, Şehit Süleyman Fethi Beylerle, Karayılan, Şahin Beylerle ve tüm istiklal şehitlerimizle birlikte savunmam, Emperyalizme karşı milli direniş ruhunu diri tutmak amacıyladır.
Fakat Emperyalizme karşı olmak, Yunan veya Rum düşmanlığı demek asla değildir; Yunanlı ve Rumla birlikte Emperyalizme karşı çıkmaktır.. Sonraki yazışmalarında Türk olmadığını, azınlık bir cemaate mensup olduğunu, Osmanlı ve T.C. hakkında pek çok itirazı olduğunu açıkça belirten, yazılarının içeriğinden “Ortodoks Rum” olduğu belli olan “The Great Alexander” kod isimli “kalemli ve kılıçlı” kişinin, bana yönelttiği “Rum düşmanı iddiasını” ciddiye alıyorum. Ve aşağıda ilginç bir belge yayınlıyorum:
BELGE
Atina, 13 Şubat 1998
Sayın Yaşar Aksoy
Gazeteci – Üniversite Öğretim Üyesi
Yeni Asır Gazetesi
İzmir – Türkiye
Sevgili dostum Sayın Aksoy,
Türk ve Yunan gazetecilerin 7 Şubat’ta İzmir’deki buluşması sırasında yaptığınız harikulade barışçı konuşmadan dolayı sizleri bir kez daha tebrik etmem için izin veriniz.
Panel sırasında dopdolu salonun coşkun alkışlarıyla karşılanan, o yedi porselen minyatürü ayarlamak ile tabiri caiz ise, gerçekten “tüm dikkatleri” üzerinize çektiniz. Hani şu, o feci mübadele sırasında Rum komşunuz Bayan Eleni’nin bir daha dönmemek üzere doğduğu İzmir’den giderken komşu ailenize armağan bıraktığı ve sizin tam 75 yıldır özenle sakladığınız minik porselen mutfak eşyalarını kastediyorum.
İzmir’deki buluşmada, konuşması sırasında alkışlanan tek konuşmacı sizdiniz.
Sayın Aksoy, Türk – Yunan barışı yaklaşımı ve özellikle de “Abdi İpekçi Ödülü” için yıllardır çok şey yaptınız ve yapıyorsunuz. “İpekçi Ödülü” için çalışan bizler, sizlerin ve Yeni Asır gazetesinin desteğini almaktan son derece mutluyuz.
Bu nedenle, “İpekçi Ödülü”nün Atina Sekreterliği üyeleri, 9.Organizasyon çerçevesinde şahsınıza, “TÜRK – YUNAN BARIŞI İÇİN ABDİ İPEKÇİ İLETİŞİM ÖDÜLÜ” verilmesini önermeyi oy birliği ile kararlaştırmıştır.
Saygılarımı ve dostluğumu sunarım.
ANDREAS G. POLİTAKİS
Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü Sekreterliği – Atina
Bu belge ile “The Great Alexander” gizli isimli kriptonun tüm iddiaları çöpe gitmektedir. Dikkat edelim, bu ödüle beni Türkiye değil, Yunanistan önermektedir..
Demek ki, karanlık internet sitelerine (“Halilataklı” sahte ismiyle yazan kişi de dahil) bakarsanız, ben İbrani kökenli ve bir gizli Rum düşmanı azılı Sabetaycı’yım;, onun için de koyu Hasan Tahsin’ciyim.. Emperyalizme hizmet eden, bölücü, etnikçi çukura doğru hepimizi sürüklemek isteyen bu ırkçı söylem ve akımlar, hiç merak edilmesin; cürümleri kadar yer yakacaklardır.
Eşsiz bilgin Prof.Bilge Umar tüm iddiaları çürüttü.
İddialara devam edelim..
“İlk kurşunu Hasan Tahsin atmadı”, diyen, yazan pek çok kişi de oldu. Başta İzmir Barosu eski Başkanı ve İzmir Milli Kütüphane Vakfı Başkanı rahmetli Av.Necdet Öklem gibi.. Bu konuda kitap yazmıştır.. Yok efendim evinde kalpten ölmüş, sonra kahraman şehit ilan edilmiş..
Bunların hepsi yalandır. Anadolu Uygarlıkları’nın eşsiz bilginlerinden, hukuk alimi, Prof.Dr.Bilge Umar´ın Yeni Asır gazetesinde 25.1.1973 tarihli “İzmirliler Sizin gibi Düşünmüyor Sayın Behçet Uz” başlıklı, İTBF Öğretim üyesi Doç.Dr.Bilge Umar imzalı yazısı, hemen sonra yine Yeni Asır’da 23.2.1973 – 2.3.1973 tarihleri arasında yayınlanan “İlk Kurşunu Hasan Tahsin Atmıştı” başlıklı inanılmaz derecedeki ayrıntılı incelemesi ve ardından Bilgi Yayınevinden çıkan “Yunanlıların Ege´de Son Günleri” (1974, Ankara) kitabı, tüm bu iddiaları yerle bir etmiştir. İbretle okunmalıdır. Bir hukuk profesörünün (E.Yeditepe Üniversitesi emekli öğretim üyesi) bir hukukçu titizliği ile ilk kurşunu kimin attığını milimetrik ispatlayışı karşısında tüm şüpheler kaybolur. Tamamen tatmin olunur. Yalanların, teker teker nasıl çürütüldüğü apaçık görülür. Prof.Bilge Umar’a ne kadar teşekkür etsek azdır. Sağlıklı yaşasın.. (Ne yazık ki hocamızı 2022’de kaybettik)
Bu yönde Adalet Partisi İzmir İl Başkanı Av.Pertev Arat’ın Yeni Asır’da 21.2.1973 tarihinde yayınlanan “Anıt Hakkında” başlıklı yazısı, eski CHP Milletvekili ve ünlü Bestekar Necip Mirkelamoğlu’nun Son Havadis gazetesinde 9 – 15 Ağustos 1981 tarihlerinde yayınlanan “İlk Kurşun Meselesi” başlıklı yazı dizisi, eski İzmir Baro Başkanı ve İzmir Milli Kütüphane Vakfı Başkanı Av.Necdet Öklem’in “İzmir’in İşgali” kitabı (İzmir, 1999, kendi yayını), Turan Akkoyun’un Tarih ve Düşünce dergisinin Aralık 2000 tarihli sayısındaki “İlk Kurşun Masalı” yazısı ile sekiz yıl sonra yayınladığı Tarih ve Toplum dergisi Eylül 1992 tarihli sayısındaki “İzmir’de Atılan İlk Kurşunun Sahibi Meselesine Dair Notlar” yazısındaki iddiaların hepsi bilgi ve belge yetersizliğinden kaynaklanmıştır.
Hem besteci Mirkelamoğlu, hem Arat, hem de sert 28 Şubat uygulamalarında üniversiteden ayrı konulan akademisyen Akkoyun sevdiğim insanlardır, ahbaplarımdı; keşke o zaman Doçent olan Bilge Umar’a veya naçizane olarak bana danışabilme niyet ve imkanları olsa idi bu yazıları böylesine haksız ve kifayetsiz ortaya çıkmazdı. Rahmetli Av.Necdet Öklem’in ise bize danışmaya gereksinimi olamazdı; çünkü nedendir bilinmez yeminli bir “Hasan Tahsin düşmanı” idi.
Hasan Tahsin, Soykırımcı Ermeni iddialarına yandaş mıydı?
Hasan Tahsin hakkında en son ultra-iftira ise, 1915 sözde Ermeni Soykırımı’nı şehit edilmeden önceki yazılarında onayladığı şeklindedir. Böylece günümüzdeki Ermeni sözde soykırım savlarına dayanak yapılmak istenmektedir.
Bu tarih çarpıtmasının yaratıcısı da, Prof.Halil Berktay’dır, 25-26-28 Nisan ve 2-5 Mayıs 2012 tarihlerinde Taraf gazetesinde yazdığı beş makale ve Talat Ulusoy isimli bir yazarın 20 ve 30 Nisan 2012 tarihlerinde (izmirizmir.net) sitesinde yayınladığı iki yazı da aynı doğrultuda; Hasan Tahsin’i, Ermeni soykırımı taarruzuna dayanak yapma amaçlı kampanyanın belgeleridir.
Hasan Tahsin’in, devleti savaşa sokan ve milleti kırıp geçiren İttihat ve Terakki eski yönetimine karşı binlerce kez haklı olarak mütareke döneminde kaleme aldığı vatanseverce eleştiri yazıları içinden, cımbızla bazı cümleleri çıkarıp, cilalayıp Ermeni iddialarına dayanak yapmak istemektedirler.
Şunu anlayamazlar.. Hasan Tahsin, Alman denizaltısına binip kaçan İttihatçı kodamanları da kıyasıya eleştirir..
Aynı zamanda, birkaç yıl sonra İngiliz savaş gemilerine binip aynı Boğaziçi’nden rezil biçimde kaçacak olan Padişah Vahdettin’i de eleştirir..
Bu padişahın onayı ile İzmir’e çıkan Emperyalizm’in ordularına karşı ilk kurşunu da, kahramanca sıkar..
İşte yurtseverlik budur.. (Hasan Tahsin’in tüm yazıları kitap olarak yayınlandı, büyük bir hizmet gerçekleştirildi, ibretle okuyalım.. (Dr. Oktay Gökdemir, «Hukuk-u Beşer”, İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayınları, 2012)
Şimdi bu iddiaları teker teker inceleyip, tarihin çöp sepetine atalım..
İlk kurşunu kim attı?..
Ünlü bir atasözü vardır: “Türk gibi başla, İngiliz gibi bitir..” derler.. Hasan Tahsin 15 Mayıs’ta ilk direnişi bir Türk gibi başlatmıştı. Ama yıllar geçtikten sonra gerisini getiremeyecektik galiba.. Her zamanki gibi..
Hasan Tahsin’i yok etme kampanyası böylece başlamış oldu..
22 Ocak 1973 günü İzmir’in eski beş belediye başkanı adına bir basın toplantısı yapan İzmir eski Belediye Başkanı Dr.Behçet Uz, işgal günü her meslekten yüzlerce kişinin şehit edildiğini ileri sürerek, “Sadece Hasan Tahsin için bir anıt dikilmesini” kınadı. Eski İzmir belediye başkanları olan Reşat Leblebicioğlu, Hulusi Selek, Enver Dündar Başar ve Selahattin Akçiçek adına konuşan Behçet Uz ayrıca Hasan Tahsin’e “Anıt Adam” adını verilmesini de doğru bulmadığını belirterek şöyle dedi:
“.. Milli Mücadelede biz, yalnız bir anıt adam tanırız. O kişi, Atatürk’tür. Onun dışında milli mücadelenin sayısız kahramanları ve mücahitleri vardır. Ancak anıt sıfatı sadece Atatürk’e layıktır. Şehit Hasan Tahsin için bu sıfatın kullanılması ölçüsüz ve mübalağalı bir davranışı ifade eder.
İzmir’de 15 Mayıs 1919’u yaşatacak bir anıt, bütün şehitlerin hatırasını kapsayan nitelikte sembolik bir eser olmalıdır. Bir meslek teşekkülü olarak İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin o gün şehit edilenler arasında bulunan bir meslektaşlarının hatırasını canlı tutma yolundaki gayretlerini takdirle karşılarız. Ancak işgal günü şehit edilenlerin yüzlerce kişi olduğu, tek kişiden ibaret bulunmadığını da belirtmek isteriz. İşgal gününü dillendirecek bir anıt, bütün şehitlerden habersiz, fakat onlardan sadece biri adına yükseltildiği takdirde, şehitlerimizin ruhları bundan azap duyacaklardır..”
İzmir’ emekleri geçmiş beş eski belediye başkanı, böylece dikilmesi planlana anıta karşı çıktılar. Sadece beş kişi de değillerdi. Arkalarında bazı guruplar vardı. Hasan Tahsin’e yeminli düşman olan, şehit gazetecinin işgal günü evinde keyif çatarken öldürüldüğünü ileri süren eski bir baro başkanı da otoriter şekilde gurubun arkasında yer alıyor ve protesto hareketini organize ediyordu.
Bizce birkaç ihtimal söz konusuydu:
-
Sayın eski belediye başkaları tarihi bir yanılgıya düşmüşlerdi. Tarihi belgeleri hiç incelemeden, Hasan Tahsin’den söz eden kitapları, belgeleri, romanları okumadan bu gayretkeşliğe düşmüşlerdi. Çünkü anıtın tek isim üzerine inşa edilmesini anıt kampanyasını yürütenler de istemiyordu, anıt anonim olacaktı, ancak şehit gazeteci bir sembol olarak öne çıkacaktı.
-
Belki de, milli bünyemizde daima mevcut kıskançlıktan kaynaklanan engelleyici mikrobik psikoloji, anıtı istemiyordu.
-
Hasan Tahsin’in “Bolşevik” olduğu iddiaları tamamen mesnetsiz ve yalan olmasına rağmen, sağ eğilimli başkanlar bu propagandadan etkilenmişlerdi.
-
En acısı ki, o da, bir düşman propagandasının başkanlara yansımasıydı. Gaflet böylece ortaya çıkmıştı.
Tam da İzmir Gazeteciler Cemiyeti tarafından yürütülen Konak Meydanı’na bir direniş anıtı dikme kampanyası en faal döneminde iken, böyle bir polemik çok zararlı olabilirdi.
O esnada uzaklarda Doğu Anadolu’da karlar içinde Asteğmen olarak görev yerimizde bulunduğumuzdan bu üzücü propagandalara yanıt verebilme olanağımız yoktu.
Ancak İzmir’de görevli hukuk akademisyeni Doç.Dr. Bilge Umar’ın Dr.Behçet Uz’u insafa davet eden 25 Ocak 1973 tarihli Yeni Asır’da çıkan akademik yazısı, İzmir’den yurdun öte ucuna ulaştığı zaman sevincimiz sonsuzdu. Çünkü anıtı sudan bahanelerle durdurabilirler ve bu durumda İzmir’i Yunana peşkeş çeken Rum Ortodoks Metropoliti Hrisostomos’un heykelini Pire’ye, Nea Simirni’ye dikenler böylece sevinçten göbek atarlardı.
Ama bir süre sonra, durulacağını sandığımız engelleme propagandası daha şiddetle devam etti. İddialar peşi sıra geliyordu. Hasan Tahsin gerçekte, dönmeydi, yani Yahudi asıllıydı, karanlık bir provokatördü, ilk kurşunu atmamıştı, sahte bir kahramandı, kimdi, belli bile değildi, belki de hiç yaşamamıştı, zaten ismi bile sahte idi. İddialar genelde yedi bölümde ileri sürülüyordu:
-
İlk kurşunu Saatçı Aziz attı.
-
Hasan Tahsin evinde öldü
-
İlk kurşunu bir Rum attı
-
Germencikli İbrahim, ilk kurşunu sıktı
-
Bir hapishane kaçkını bu işi becerdi
-
Arap Rasim attı
-
İlk kurşunu Hasan Tahsin atmış olsa bile, Atatürk’ten büyük değildir. Bu anıt dikilemez. Dikilse bile bu anıt, Atatürk için dikilmeli.
Bu iddiaları bilimsel yöntemlerle süzgeçten geçirmeliydik. Bilimsel düşünce düşüncenin bilime, yani nesnel ve evrensel bilgiye olan yakınlığıdır. Bilimsel anlayış, gerçek nesnelere “doğa olaylarına” uygulanan eleştirici anlayışla özdeştir. Bilimsel araştırmanı amacı ise, araştırılan konuyu duygusal dürtülerle değil, kulaktan dolma dedikodularla hiç değil, bilimsel yöntemlerle analiz edip gerçeğe ulaşmak ve sonucu somut olarak ortaya koymaktır. Böylece her iddiayı teker teker ele almamız gerekmekteydi.
Saatçı Aziz Efendi kimdi?
Bu konuda iddiacı olanlar, Celal Bayar’ın “Bende Yazdım” isimli eserinin 2.cildindeki pasajları gösterirler. Kitaba göre, merhum gazeteci Ahenkçi Şevki, Celal Bayar’a yazdığı mektupta şöyle demişti:
“.. Müfreze, meydanlığı deniz tarafından kışlanın kapısı önüne aktı. Orada birkaç saniyelik duraklamadan sonra yoluna devam ederek, Askeri Kıraathanenin köşesinden tramvay caddesine döndü ve hapishaneye doğru gitti. Bu anda Birinci Kordon’dan kışla meydanına ikinci bir Efzon müfrezesi dahil oldu. Bu müfreze de tıpkı birinci müfreze gibi kışlanın kapısı önüne geldi. Orada birkaç saniye durduktan sonra Kemeraltı Caddesi’ne doğru yol almaya başladı. İşte bu müfrezenin önünde, siyah elbiseli, siyah şapkalı oldukça gösterişli iri bir sivil alemdar vardır. Elindeki Yunan bayrağını kah yukarı, kah aşağı indirip kaldırıyor ve müfrezenin yürüyüşüne nizam veriyordu.
Alemdarın rehberlik ettiği müfreze tam Askeri kıraathane köşesinden sağa dönerken Hükümet Konağı’nın kapısı önüne ve içine toplanmış olan vatandaş arasından atılan bir silah sesi kulakları çınlattı. Bir an içinde müfrezenin önündeki siyah şapkalı, iri yapılı alemdar yüzükoyun yere yuvarlandı, müfreze ve halk birbirine karıştı. Herkes aklına gelen tarafa kaçmaya başladı. Bir iki saniyelik zamana sığan bu karışıklıktan nefsimi korumak için süratle Kemeraltı caddesine döndüğüm sırada, o zaman Ragıp Paşa Oteli’ne bitişik küçük dükkanda saatçilikle meşgul olan Aziz Efendi’nin tabancasını cebine yerleştirmeye çalıştığı, hiç telaş etmeden Kemeraltı caddesine doğru yürümeye başladığı gözüme ilişti.
O hoşsohbet kendi halinde, mütevazi, vatansever bir Türk’tü.. Hakiki bir “Aziz” idi. O kalp, vatanın bağrına basan düşmanın gururunu hazmedememiş ve alemdarına layık olduğu cezayı vermişti. Hadiseler yatıştıktan sonra kendisini gizlice tebrike şitap ettiğim zaman benden dileği şu oldu: – Aramızda kalsın.. Kendi milletimizden de kimse duymasın. Vazifemi yaptım. Benden ummazlar diye korku duymuyorum”.
Ahenkçi Şevki Bey’in ilk kurşunu attığını görmeden ileri sürdüğü Saatçi Aziz Efendi’nin eylemini, mektupla Celal Bayar’a ilettiğini tekrar edelim. Kalabalık içinden ateş edeni, Ahenkçi Şevki Bey görmemiştir. Zaten kendisi de gördüm demiyor. Oysa ki, Aziz Efendi’nin silahını ateşlediği gerçektir. O da tıpkı Hasan Tahsin gibi işgal dakikalarında silahına sarılan ve ateş eden bir vatanseverdir. Ama ilk olarak direnişe geçen değildir. Çünkü tanınmış gazeteci Naci Sadullah Danış, kendisine verilen yeğeni Gavur Mümin’in (Ünlü Türk casusu Mümin Aksoy) yazılı hatıralarından İzmir’in işgali bölümünü Tarih Dünyası dergisinin 1 Mart 1965 tarihli 4 sayılı nüshasında yayınladı. Bu hatırata göre, ilk direniş eylemi Saatçi Aziz’in silahına sarılmasından dakikalar önce Pasaport sahilinde gazeteci Hasan Tahsin tarafından gerçekleştirilmişti, daha sonra ise Konak’ta Saatçı Aziz’in silahına sarılmış ve silahını ateşlemiştir; Gavur Mümin’in hatıratında geçen bu tanıklık, daha sonra bir çok tanıklar ve belgelerle kuvvetlendirilmiştir.
İlk kurşunu bir Rum attı iddiası?
Bir başka iddia ise, Yunan ordusuna ilk kurşunu bir Rum’un attığı şeklindedir. Bu iddiayı ileri sürenler, iki belgeye dayanıyorlar.
Belge 1: İşgalden hemen sonra bir Türk subayı ile Yunan İşgal Tümeni Komutanı Albay Zafiriu arasında geçen konuşma, sonradan Osmanlı Harbiye Nezaretine gönderilen bir raporda nakledilmiştir. Bu raporda belirtildiğine göre, Yunan subayı Türk subayını olaylar sebebiyle suçlayınca, Türk subayı da ilk kurşunun bir Rum tarafından atıldığını ileri sürmüştür.
Belge 2: “Kuruluştan Kurtuluşa İzmir” isimli kitabın yazarı Mehmet Okurer, kitabının 173’üncü sayfasında, “Ordumuzun Zafer Kitabeleri” isimli bir eserden pasajlar nakletmektedir. 1925 yılında basılan bu eserin “Mucizevi Hak” başlığını taşıyan kısmında bir hatırattan (İstanbul, s.81-82) söz edilmektedir. Kimin söylediği veya yazdığı belli olmayan bu hatıratta şunlar belirtilmektedir:
“.. Yunan topçu zabiti ve işgal komutanı yaveri Panayot Kerakaris, “Tek silah patlarsa, şehri yakarım” demişti. Bu tek silah, Yunan bayrağı kışlanın önünden geçerken patladı. O esnada orada bulanan bir gazete müvezii, bu silahı Giritli bir Rum’un attığını görmüş ve bunu yeminlerle anlatmıştı..”
Ancak aynı Mehmet Okurer, aynı kitabının 175. Sayfasında ise yine kaynağını belirtmediği bir hatırattan şu notu düşmüştür:
“..Öncüdeki Efzon taburu, üstü otel ve altı kahve olan ve adına Askeri Otel denilen binanın önüne geldiği vakit, otelden bir silahın patladığı işitildi. Bu silah sesi üzerine tekmil Efzon taburu yüz geri ederek darmadağın rıhtımdaki toplanma noktasına doğru kaçmaya başladı. Bu kaçış görülmeye değerdi. Efzonların püskülleri ufki bir vaziyette arkalarında üşüşüyordu. Bu silahın Hasan Tahsin isminde bir gencin patlattığını ve kendisini de orada Yunan askerlerinin öldürdüğünü herkes söylüyor”.
İlk kurşunu bir Rum’un attığı iddiası, o günler savunma psikolojisi içindeki Türkler tarafından savunuldu ve bu söylem İstanbul’a gönderilen resmi raporlara geçti. Yunan yönetimi, ilk kurşun olayından dolayı Türk ve Müslüman ahaliye hınç içindedir. Her an çok daha büyük katliamlara yol açabilecek olan bu intikam duygusunun giderilmesi için, Türklerin böyle bir iddiada bulunarak, olayların geçiştirilmesini istemeleri doğaldır. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini göbek atarak kutlayan Rum ahalinin içinden birisinin kendi ordusu telakki ettiği Yunan askeri birliklerine ateş etmesi hangi mantıkla izah edilebilir?.. Belki havaya ateş eden bir Rum’un ayağının kayması sonucunda sıktığı kurşun, tam da bayraktarın alnına yapışmıştır. Bilemiyoruz, o anda, o Rum’un yanında değildik (!)..
Hapishane kaçkını mı attı?
Diğer bir iddia ise, ilk kurşunun hapishaneden kaçan meçhul biri tarafından atıldığı şeklindedir. Bu iddiayı ileri sürenler Rahmi Apak’ın “İstiklal Savaşında Garp Cephesi Nasıl Kuruldu?” isimli eserini kaynak olarak gösterirler. Rahmi Apak, ismini belirtmediği bir tanıktan dinlediği olayı şöyle anlatır:
“.. Yunan Alayı, tam askeri mahfel önüne geldiği zaman hapisten yeni kurtulup çıkmış olduğunu sandığım, genç, uzun ve yağız bir delikanlı sokağın başına çömeldi. Nişan aldı, daha ilk kurşunda Efzon Alayının sancağını taşıyan uzun boylu, heykel gibi bir Yunan erini, yani sancaktarı yere düşürdü. Yunan sancakçısı kurşunu alnından yemişti. Ben bu manzarayı Hükümetin üst kat penceresinden seyrediyordum. Yağız Türk nişancısı daha dört, beş kurşun yani mavzerin mekanizma muhteviyatını boşaltı. Yunan bölükleri rıhtıma doğru kaçtılar. Sonra orada tekrar toplanıp mevziye girdiler. Yağız delikanlı beş kurşundan sonra sokağa daldı. İki üç yüz metre ilerledi. Sonra işittiğime göre tekrar çömelmiş ve sokak boyunca Yunanlıların üzerine atış yapmakta devam etmiş, cephanesi tükenmiş. O esnada civar evin penceresinden bakan yaşlı bir Türk kadınına dönerek, “.. Nine gördün ya, yarın ahrette şahidim ol, kurşunum cephanem tükendi. Geri gidiyorum” demiş ve kaybolmuş..”
Bu olayda, görgü şahidinin, hapishane kaçkınının ve yaşlı ninenin kimlikleri belli değildir. Sanki bir film senaryosu karşısındayız. Yere çömelerek tüfeğini ateşleyen ve Yunan sancaktarını vuran hapishane kaçkını meçhul kişi, başka hiçbir belgede veya tanık ifadesinde geçmemektedir. Bu şahsın civardaki evin penceresinden sanki resmigeçit seyreder gibi sokağa bakan bir nineyle, hem de o dehşet verici saniyeler içinde sohbet etmesi, bu hatırata senaryo havası vermektedir. Ayrıca nine ile konuştuktan sonra sokağın içine doğru kaçan bu delikanlının kurtuluştan sonra ortaya çıkıp, “Yunan bayraktarını ben vurdum!” demesi, eğer İzmir’in kurtuluşundan önce vefat etmiş ise, ailesine veya dostlarına bu olayı anlatması gerekir. Bu bakımdan o müthiş olaylar içinde Hükümet Konağı’nın üst penceresinden veya halk içinden Yunan birliklerine bakan kimi gözler, Saatçi Aziz Efendi’nin siluetini, bir delikanlı gibi görmüş olabilir. Veya o anda silahına sarılan bir çok Türk gibi yere çömelerek ateş eden bu delikanlı da bu gurupların içinde bulunmuş olabilir.
Germencikli Üsteğmen İbrahim Bey konusu
“İşgalden Kurtuluşa” isimli kitabın yazarı Dr.Sıtkı Şükrü Pamirkan’a göre, Yunan ordusu Konak Meydanına geldiğinde karşıdan kendilerine yaklaşan polis komiseri Giritli Sabri Bey’e aniden ateş etmişler ve onu öldürmüşler. Sonra ölünün başını dipçikle parçalamışlar. Pamirkan’ın kitabına göre sonra olaylar şöyle devam etmiş:
“.. Şimdiki Konak vapur iskelesinin biraz ilerisinde Binbaşı Dimitri Miçalo atından indi. Ve askerlerine harp nizamında işgal emri verdi. Süngü takmış Efzonlar, Kışla ve Hükümet Konağı’na ilerlediler. Bu sırada komiser Giritli Sabri Bey karşıdan onlara doğru geliyordu. Keyfi bir hareketle gözlerini bile kırpmadan Türk komiserin üzerine ateş ettiler. Zavallı Sabri Bey “Allah” diye bağırarak kanlar içinde yere yuvarlandı. Yorgaki ile Binbaşı Miçalo kanlar içinde yatan şehit komiserimizi çiğneyerek geçtikten sonra arkadan gelen Efzon askerleri de aziz ölünün kafasını dipçikle parçaladılar.
Bu kahpelik karşısında sabrı taşan yağız bir delikanlının Askeri Kıraathane’den fırladığını gördük. İki elinde, iki Barabellum tabanca parlıyordu. Efzon askerlerinin üzerine ateş eden bu yağız delikanlı Üsteğmen Germencikli İbrahim idi. Arkasından Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi Recep oğlu Hasan Tahsin Bey, elindeki bir bomba ile düşman karşısına atıldı..
Efzon askerleri makineli tüfek ile derhal ateşe başladılar. Hasan Tahsin şehit olup kanlar içinde yere yuvarlanırken halk ve askeri kıraathaneden dışarı fırlayan Türk gençleri de tabancalarına sarıldı. Kışla ve Hükümet meydanı bir anda kanlı bir muharebe sahası haline geldi”.
Bütün tarihçi, araştırmacıların ve resmi raporların görüş birliği içinde olduğu gibi, Yunanlıların durup dururken polis komiseri Giritli Sabri Bey’i öldürmeleri gibi bir olay yoktur, olmamıştır. Türklere dönük toplu Yunan saldırısı, ilk kurşunun atılmasından sonra oldu. Pamirkan’a göre, Yunanlılara Germencikli İbrahim ile Hasan Tahsin yanyana ilerleyip ateş etmişlerdir; bu durumda karşıdan başlayan yaylım ateşte aynı zamanda ikisinin de şehit olması gerekir. O günkü şehitlerin isimlerini sıralayan resmi raporda İbrahim Bey’in ismi yoktur, üstelik olaydan kurtulsa bile İbrahim Bey ortaya çıkıp “İlk kurşunu ben attım” dememiştir, çünkü İbrahim Bey diye biri yoktur, askeri kayıtlarda böyle bir isim geçmemektedir, onu tanıyan da yoktur. Bu hatıratın her kafadan bir hikayenin uydurulduğu o heyecanlı günlerde kahve dedikoduları içinde kaydedildiği açıktır.
Asaf Gökbel’in kaynaksız iddiaları
Asaf Gökbel, Milli Aydın Cephesi’ne büyük emekleri geçmiş bir sivil kuvayı milliyecidir. 9 Eylül 1922’de İzmir’e ilk giden Karşıyaka’ya bayrak çeken kahramanlardan ve yayınlanmamış kapsamlı yazılı hatıraları kızları tarafından bana emanet edilmiş olan Giritli Teğmen Zekai Kavur’un yakın silah arkadaşıdır. Yunan işgalinde dağlarda bulunan Yörük Ali Efe’yi direnişe ikna edenler arasında hem Zekai teğmenin, hem Asaf Bey’in ismi önemle geçer.
Asaf Gökbel, “Milli Mücadelede Aydın” isimli kitabında ilk kurşun olayını hiçbir kaynak göstermeden anlatır (1964, Aydın, kendi yayını, s.78). Bu bakımdan o yıllarda kulaktan dolma bilgilerin yoğun biçimde dolaştığı ortamda yazılan kitabın bu bölümüne ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Şöyle ki:
“.. Karantina (Yalılar) cihetine gidecek olan Yunanlılar, Kışla Meydanı’nda işlerini bitirmişler, tekrar yürüyüşe geçmişlerdir. Önde yine sereri kılıklı Rum palikaryası var. Kolbaşı, tam Askeri Otel önüne gelince, saatlerdir köşe başında bekleyen esmer delikanlının tabancasını çekmesiyle ateş etmesi bir oluyor. Patlayan tek bir silah ve atılan tek kurşundur. Bayrak taşıyan iri Rum palikaryası yere yuvarlanmış, elindeki kocaman Yunan bandırası çamurlara bulanmıştır.
Bu silah sesini nereden ve kimler tarafından atıldıkları belli olmayan birkaç silah sesi daha takip ediyor. Hiç beklenilmeyen ve umulmayan bu olay bir kargaşalık, bir panik doğuruyor. Kemeraltı caddesini dolduran sivil halk bir tarafa, Askeri Otel’in önüne kadar gelmiş olan Yunan öncüleri de yüz geri ederek karma karışık bir halde rıhtıma doğru kaçışıyorlar..”
Hasan Tahsin evinde mi öldürüldü?
Bu iddiayı ileri sürenler, kaynak olarak İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti’nin Sadrazam Tevfik Paşaya gönderdiği bir raporu gösterirler. Bu rapora göre, Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi Hasan Tahsin Bey, evinde öldürülmüştür. Bu rapor, Kadir Mısırlıoğlu’nun “Yunan Mezalimi” isim eserinde yer almakta. Mısırlıoğlu, her zaman yaptığı gibi bu raporu nereden edindiğini belirtmemiştir. Mısırlıoğlu’nun paravan yayınevleri vasıtasıyla ne biçim tarihi (!) eserler bastırdığını, düzmece belgelerle ne tür amaçlara yöneldiğini çok iyi bildiğimiz için, Mısırlıoğlu’nun kitabının emin bir kaynak olduğunu kabul etmek mümkün değildir.
(Yaşar Aksoy’un Notu: Fesli ve güya İslamcı yazar Kadir Mısırlıoğlu, “Keşke Yunan Anadolu’da Yunan galip gelseydi; böylece saltanat, hilafet, şeriat ayakta kalırdı!..” diye sürekli yayın yapabilmiş, çıkardığı Sebil dergisinde Hasan Tahsin’e Yahudi yaftası yapıştırmış bir kişidir)
Kadir Mısıroğlu’nu ciddi ve değerli bir araştırmacı olarak kabul etsek bile, Hasan Tahsin’in evinde değil, İzmir sahilinde şehit olduğuna dair çok kesin belgeler Harp Tarihi Arşivi’ndedir. Şimdi bu konuda Mıntıka Müfettişi Yüzbaşı Ziya Bey’in . Jandarma Genel Komutanlığı’na gönderdiği 5 Haziran 1919 tarihli raporunu okuyalım:
“.. Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi olup, kordon üzerinde parça parça edilmek suretiyle şehit edilen Tahsin Recep Bey, şehitler zümresinin başında bulunanlardan olup..”
Ancak iki Ziya Bey vardır.
İzmir Jandarma Alay Kumandanı Kaymakam Ziya Bey, İzmir’den Dersaadet Umum Jandarma Kumandanlığına 20 Mayıs 1919’da göndermiş olduğu telgrafta, “Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi ve ser muharriri Hasan Tahsin Recep Bey’in ikametgahında şehit edildiğini” belirtmiştir. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Kalem-i Mahsus Müdüriyeti Kataloğları’nda bulunan “İzmir Fecayii” isimli toplu dosyadaki evrak. )
Oysa, İzmir Jandarma Mıntıka Müfettişi Ziya Bey’in, daha kapsamlı araştırma yaparak ilk telgraftan 15 gün sonra 5 Haziran’da Jandarma Umum Kumandanlığına gönderdiği raporda ise, şehidin kordon üzerinde parça parça edilerek öldürüldüğü yazmıştır.
Görüldüğü gibi Hasan Tahsin Bey’in, Kordonboyu’nda şehit oluşu ve cesedinin orada bulunuşu resmi raporlara geçti. Kaynağı belli olmayan ve işbirlikçi İstanbul Hükümetinin başına verildiği iddia edilen raporların doğruluğuna inanmak mümkün değildir.
Ayrıca Hasan Tahsin’in kız kardeşi Melek Gökmen sağlığında, Nurdoğan Taçalan’a naklettiği anılarında, “Ağabeyinin Frenk Mahallesindeki evlerine 14 Mayıs 1919 gecesi Maşatlık Mitinginden sonra üzgün olarak döndüğünü ve ertesi sabah yani işgal sabahı erken çıkıp gittiğini, bir saat sonra matbaasındaki çıraklardan bir çocukla “Evden katiyen çıkma. Ben gelinceye kadar bekle. Ben gelmez isem, Mr.Van Der Zee gelip seni alacak..” diye pusula gönderdiğini ve bir daha da ağabeyinin eve dönmediğini” anlatmıştır (Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, Nurdoğan Taçalan, s.243).
Diğer yandan bu ev, saat 13 sıralarında Yunan askerleri tarafından basıldı (Doç.Dr.Bilge Umar, Yeni Asır gazetesi, 24 Şubat 1973). Bu baskın olayı sebebi ile “Hasan Tahsin evinde öldürüldü” şeklinde bir rivayet çıkmış olabilir.
“Hasan Tahsin evinde öldürüldü” iddiası, yeminli Hasan Tahsin düşmanlarınca yıllarca kullanıldı. Bu konuda kitap yazan Av.Necdet Öklem (İzmir’in İşgali, İzmir, 1999, kendi yayını) ve Eczacı Celal Öcal birçok yazı, konuşma ve basın toplantılarında bu haksız iddiayı kullandılar ve yaygınlaşması için gayret sarf ettiler.
Emperyalizmin güdümünde Yunan propagandası
Türkiye’de Hasan Tahsin üzerine iddialı tartışmalar bu şekilde ilerleyip büyürken, oluşan ortama en güzel yanıt, Yunanistan cephesinden geldi. Okuyalım:
“.. Atina (Hürriyet, 25.3.1974) – Son zamanlarda Yunan, basın, radyo ve televizyonlarında, Türkiye aleyhine geniş bir kampanya açılmış bulunmaktadır. Yunan televizyonları geçen Pazartesi gecesi (25 Mart 1974) saat 22.00’de Türkiye aleyhine çevrilmiş bir Yunan filmini göstermiştir. Bu filmde Türk askerleri küçük düşürülmekte, halk açıkça tahrik edilmektedir. Bu kampanyaya paralel olarak radyolar, Türkiye aleyhinde hazırlanmış “Kara Kurtlar” serisi altında çeşitli hikayeler anlatmaktadır. Bu kampanyaya Yunan basını da katılmış bulunmakta. Özellikle Kuzey Yunanistan’ın en yüksek tirajlı Ellenikos Vorros gazetesi, “Aptal, sefil Türkler” başlıkları altında makaleler yayınlamakta, Türkler ve Türkiye aleyhine ağır bir dil kullanmaktadır.
25 Mart 1821’de Yunanistan’ın istiklaline kavuşmasını bir fırsat bilen birçok Yunanlı da yayınladıkları kitaplarla Yunan kamuoyunu zehirlemektedir. Albaylar Cuntası’nın Yunanistan’da darbe ile iktidarı ele geçirmesinden sonra Cumhurbaşkanı olan Faşist General Gizikis’in idaresi, Türkiye aleyhindeki kampanyayı desteklemekte, yayınlanan bir çok ansiklopedide tarihi gerçekler tahrif edilmektedir.
Öte yandan Atina’nın “Nea İzmirni” (Yeni İzmir) bölgesinde Küçük Asya isimli bir müze açılmasına karar verildi. Bu müzede Türkiye aleyhine resim, fotoğraf ve hikayeler sergilenecek ve kapısına ellerini Türk kanına bulayan İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos’un bir heykeli dikilecektir. Hrisostomos, Türk tarihine en kanlı papaz olarak geçmiştir.”
1974 yılının Mart ayında Yunanistan’da bu gelişmeler olurken, aynı yıl 15 Mayıs’ta Konak Meydanı’na Hasan Tahsin anıtının dikilmesine iki ay, 20 Temmuz günü başlayıp, Kıbrıs ve Yunanistan’daki tüm faşist darbecileri, bu arada Cumhurbaşkanı General Gizikis’i silip süpürecek olan Kıbrıs Barış Harekatı’na ise daha dört ay vardı.
Faşistlerin yönetimdeki Yunanistan’da bu hava eserken, böyle bir ortamda Hasan Tahsin’i ve diğer şehitlerimizi sembolize eden İlk Kurşun Anıtı’nın açılış çalışmaları hızlandı. Varsın Emperyalizmin ve Yunan Mezaliminin simgesi Papaz Hrisostomos’un heykeli, yüzü Anadolu’ya dönük olarak Atina’nın Yeni İzmir bölgesinde dikilmiş olsun, bağımsızlığın ve özgürlüğün simgesi Gazeteci Hasan Tahsin’in yüzü de kendi halkına dönük olarak Konak Meydanı’na onur verecekti.. Tıpkı 15 Mayıs 1919’da onur verdiği gibi..
Sonuç:
Gerçekte ilk direnişi kim başlattı?
Şimdi sonuca doğru yaklaşmış iken, İzmir’in işgalinde ilk direnişi Hasan Tahsin’in silahlı bir biçimde yaptığına dair kesin belgeleri ve hatıratları sıralayalım:
-
Genelkurmay Başkanlığı yazısı
T.C.
Genel Kurmay Başkanlığı – Ankara – 12 Aralık 1972
HRP.T.: 9234-3-72 Tar.Yaz.
KONU: İlk Kurşun Anıtı.
Garnizon Komutanlığına – İzmir
İLGİ: (a) İzmir Garnizon Komutanlığının 18 Ekim 1972 gün ve PER: 6110-1711-72 sayılı yazısı
(b) Umum Jandarma komutanı Miralay Ali Kemal Sırrı’nın 5 Haziran 1335 tarihli İzmir’in işgaline dair raporu.
-
İlgi (a)’daki yazı ve ilgi (b)’deki rapor ve mevcut tarihi eserler ışığında incelenmiş, varılan sonuçlar aşağıya çıkartılmıştır:
-
Her ne kadar ilgi (a)’daki yazıda belirtildiği gibi, ilgi (b)’deki raporda da ilk kurşunun nereden ve kimin tarafından atıldığının anlaşılamadığı ve bunun muhtemelen İzmir rıhtımına ilk çıkan Yunan müfrezesine refakat eden bir Rum’un tabancasından ihtiyari dışında atılmış bir kurşun olabileceği ileri sürülmekte ise de, 15 Mayıs 1919 günü Yunan ordusu ve İzmir’deki Rumların irtikap ettikleri cinayet ve mezalim sorumluluğunun kısmen de olsa hafifletilmesini önlemek bakımından ilk kurşunun Türkler tarafından değil, Rumlar tarafından atıldığının Türk yetkililerince beyan edilmesi tabiidir.
-
İlgi (b)’deki raporda zikredilen isimler arasında, ilgi (a)’daki yazıda adları bildirilen ve ilk kurşun attıkları iddia olunan şahıslar bulunmamaktadır.
-
İlgi (b)’deki raporda belirtilen şehitlerden Tahsin Recep Bey olarak adlandırılan Hasan Tahsin’in cesedinin diğerlerinden farklı olarak paramparça vaziyette Kordon üzerinde görüldüğü ifade olunmaktadır.
-
Harp Tarihi Başkanlığı Kütüphanesi’nde bulunan ve tetkike tabi tutulan tarihi eserlerden, ilk kurşunun Hasan Tahsin tarafından atıldığı sarahaten ifade olunmaktadır.
-
İlgi (b)’deki raporda, atılan ilk kurşunun etkisi ile Yunan müfrezesinin geldiği istikamette kaçtığı açıklanmakta ve bu da mezkur kurşunun Yunan müfrezesine refakat eden Rumlar tarafından değil, mukavemet maksadıyla bir Türk tarafından atıldığı intibaını doğurmaktadır.
-
Yukarıda zikredilen sebeplerden dolayı 15 Mayıs 1919 günü Yunanlılara atılan ilk kurşunun gazeteci Hasan Tahsin tarafından atıldığının kabul edilmesi gerektiği kanaatına varıldığını, yapılacak anıta “İlk Kurşun Abidesi” adının verilmesinin uygun olacağı, ancak mezkur anıtta Hasan Tahsin’e büyük yer verilmekle beraber o günkü Yunan mezalimini aksettirmesinin de faydalı olacağına bilgilerinizi rica ederim.
GENEL KURMAY BAŞKANI EMRİYLE
İmza: Turgut Sunalp, Orgeneral – 2.nci Başkan
-
Mümin Aksoy’un (Gavur Mümin) hatıratı
Gazeteci Hasan Tahsin’i çok yakından tanıyan İstiklal Savaşı’nın en önemli casuslarından Mümin Aksoy (Gavur Mümin), hatıralarında işgal olayını anlatır. Bu hatıralar Mümin Bey’in akrabası yazar Naci Sadullah’ta ve Osmanzade Ailesi’nden Tarih öğretmeni Saruhan Aksoy’da bulunmakta idi; Saruhan Aksoy vefat edince oğlu Mümin Orhan Aksoy tarafından Yaşar Aksoy’a armağan edildi. Bu hatırat içinde Hasan Tahsin’in işgalde ilk direnişi başlatması ile ilgili bölümler önemlidir.
Gavur Mümin’in bu hatıratının ilgili bölümü 12 Şubat 1973 tarihli Demokrat İzmir gazetesinde Naci Sadullah Danış tarafından yayınlanmıştır.
Son derece ilginç olan bu yazıyı Naci Sadullah’ın ağzından sunalım:
“.. Öğrendiğime göre “Ege Ekonomi” gazetesi genel yayın müdürü Bay Kazım Yenisey, idare heyeti ve haysiyet divanı kararı ile İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nden ihraç edilmiş. Sebebi; Av.Necdet Öklem Bey’in, Şehit Gazeteci Hasan Tahsin konusundaki iki yazısına gazetesinde yer vermiş olması. Zira Av.Nevdet Öklem, o yazılarında İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin evvela bir kitapta, sonra da bir heykelle anıtlaştırmaya çalıştığı Gazeteci Hasan Tahsin Bey’in, a – İlk kurşunu atmamış olduğunu, İzmir’in işgali sırasında Konak meydanında ilk kurşunu atmış bulunan vatandaşın kim olduğunun bilinmediğini yazmakta imiş, b – Yine Necdet Öklem Bey’e göre Hasan Tahsin Bey, Yunanlılar tarafından sokkata değil, evinde şehit edilmiş, imiş!
Gelelim gerçeklere;
Hasan Tahsin adını gazete sayfalarında ilk defa ortaya atmış olan kalem benimkidir. Bu isim, 15 yıldan fazla bir zaman önce, Şehit Yıldırım Kemal Bey’in Yeni Asır gazetesinde yayınladığım anılarında ortaya atıldı.
Sonradan bir tren istasyonuna ve İzmir’de iki okula ismi verilmiş olan Yıldırım Kemal, İstiklal savaşımızın kahramanlıklarıyla ün yapmış şehitlerinden biridir. Onun kendi el yazılarıyla savaş boyunca tutulmuş notlarını ihtiva eden kanlı defteri, kardeşi rahmetli Nejat Yıldırım Kemal eliyle bana teslim olunmuştur.
Ben, o defterden derlediğim notları yazı haline sokarak yayınladığım sıralarda, yakın akrabam Jandarma Albayı Mümin Aksoy, emekli olarak henüz hayatta bulunuyordu. İstiklal Savaşı boyunca başında melon şapkayla, Mustafa Kemal’in İzmir’de bir numaralı casusluğunu yapmış olan bu kahraman Türk zabitinin hayatı da bir roman konusu idi. Bu gerçek romanı da kısmen kendisinden aldığım notlara ve belgelere dayanarak dostum Niyazi Ahmet Banoğlu’nun çıkardığı Yeni Tarih Dünyası dergisinde ben yayınlamıştım.
Gerek Mümin Aksoy’un ün yapmış lakabıyla Gavur Mümin’in, gerekse Yıldırım Kemal’in evvela Yeni Asır gazetesinde sonra da İstanbul’da çıkan Gece Postası gazetesinde yayınlanan anılarının Hasan Tahsin’e müteallik olan kısımlarında tam birbirine uygunluk vardı.
Her ikisinin de ayrı ayrı anlatmış olduklarına göre, İzmir’in işgali sırasında Mümin Efendi bir Jandarma Yüzbaşısı olarak, Yıldırım Kemal de bir İhtiyat Zabiti olarak (İkinci Mülazım) Sarı Kışla’da bulunmakta idiler. Yunan müfrezeleri Pasaport iskelesinden rıhtıma çıkacak iken, Yüzbaşı Mümin, teğmen Yıldırım Kemal’i oraya gönderip, olan biteni öğrenmekle görevlendiriyor.
Gavur Mümin’in ilgili hatıratı şu şekildedir:
15 Mayıs sabahı Yunan işgalinden çok az evvel Gavur Mümin ile 4.Kolordu Ahz-ı Asker Reisi Miralay Süleyman Fethi Bey, Sarı Kışla’da Fethi Bey’in odasında konuşmaktadırlar.
“.. Fakat Miralayın son kelimesini söylemesiyle, oda kapısının büyük bir hızla açılıp duvara çarpması bir oldu. İkimiz de hemen kapıya dönüvermiştik. Soluk soluğa odaya dalan genç Mülazımın (daha sonra şehit olan Teğmen Yıldırım Kemal) beti benzi bembeyaz kesilmiş güzel kumral yüzünde hayat renklerinden eser kalmamış gibiydi.
Koşup sokularak kumandanı askerce selamladı ve nefes nefese:
“– Geliyorlar Miralayım”, dedi.
Arkasından da kesik kesik izahat verdi:
“– İlk müfrezeleri Pasaport’a çıktı.. Fakat onların karaya çıkıp sıraya dizilmelerinden biraz sonra, orada, yanı başlarında arka arkaya iki bomba patladı.. Bombaların patlamasıyla ilk sıraya dizilmiş Yunan askerlerinin çil yavrusu gibi dağılmaları ve birbirlerini çiğneyerek Pasaport binasına doğru kaçmaları bir oldu. Yarım dakikacık içinde ortalıkta yere serilmiş beş altı ölüden ve yaralılardan başka kimse kalmadı. O sırada karşıdan koyu kurşuni elbiseli bir genç Pasaport binasına doğru yürüdü. Yaklaşınca tanıdım. O daha bir saat evvel konak önünde karşılaşıp konuştuğum Hasan Tahsin Recep Bey idi.. Hani şu meşhur “Hukuk-Beşer” gazetesi sahibi Recep Tahsin Bey.. Birkaç saat önce Konak önünde kendisi ile konuştuğumuz zaman ona düşmanın gelmekte olduğunu söylemiştim. O zaman şaşılacak bir sükunetle gülümsemiş ve bana:
“– Gelecekleri varsa, görecekleri de var” demişti. Pasaport civarında başka Türk olarak hiçbir kimse olmadığına göre, belliydi ki bombaları o atmıştı. Ben acaba daha ne yapacak diye beklerken, tabancası ile de ateş edip, yerde yatanların ortasına doğru yürüdü. Orada durup Pasaport binasına doğru bakarak:
“– Madem ki geldiniz, ne kaçıyorsunuz ? Bu topraklarda size bu istikbal merasimini tekrarlayacak daha milyonlarca Türk var!” diye haykırdı. Fakat son sözleri bunlar oldu. Zira o anda Pasaport binası civarından açılan yaylım ateşi zavallıyı daha fazla konuşturmadı. Şehit olmuştu. Efzon askerleri yerlerinden fırlayıp biçarenin ölüsüne saldırdılar.
Bunları dinleyen Miralay’ın karşısındakine de sirayet eden vakur sükuneti, genç Mülazımın heyecanını yatıştırdı. O susunca Miralay bana bakarak gülümsedi:
“– Bize yarışır bir istikbal merasimi değil mi?”dedi.
O bu suali sorarken ben, bu büyük milletin kalbinde gerçek bir kahraman payesine yükselebilmenin müthiş zorluğunu düşünüyordum. İnsan bir ordunun, bir donanmanın ve onları destekleyen koskoca bir düşmanlık dünyasının karşısına tek başına dikilip meydan okuyabilen arkadaşım Tahsin Recep’in baş döndürücü irtifaına acaba başka hangi kahramanlıkla ulaşılabilirdi?..
Hatıratın takdiminden sonra söz Naci Sadullah’ta:
Bu olay rahmetli Tahir Bor’un sonradan açıklamış bulunduğu gibi, o zaman Frenk Mahallesi denilen yerde vuku bulmuş. Gerçeğin aynen böyle olduğunu bana sonradan, o sırada Pasaport iskelesinden görevli bulunan Fadıl Bey de söyledi. Bizim Samim Kocagöz’ün kayınpederi olan Sayın Fadıl Bey, çok şükür henüz hayattadır. Ve pırıl pırıl hafızası da hamdolsun nisyan ile malul olmaktan en az feza kadar uzaktır.
Böylece sanıyorum ki, asıl yanılma Konak meydanında atılan kurşunla, Pasaport iskelesinde patlayan bombayı karıştırmaktan ileri geliyor. Kaldı ki, rahmetli Ahenkçi Şevki’den naklen vaktiyle açıklamış olduğum gibi , Konak’taki kurşunu atmış adam da meçhul değildir, Saatçı Kambur Aziz Efendi’dir.
Biz o zaman resmi makamlarımızca Konak’taki kurşunun mürettep bir katliama bahane olsun diye Yunanlılar tarafından attırıldığı iddiasını benimsediğimiz için, Konak’ta patlayan kurşunun bilinen atıcısını saklı tutmuş, Pasaport’ta atılan bombanın ise elbette hiç lafını etmemiş idik”.
-
Fadıl Dokuzeylül’ün paha biçilmez hatıratı
Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra “Dokuzeylül” soyadını alan ve Kemeraltı Sarraflar Sokağı köşesinde “Dokuzeylül Baharat Dükkanı”nı açan Fadıl Bey, Yunan işgali esnasında İzmir Gümrük Müdürlüğü’nde yetkili bir Türk görevli olarak çalışmıştı. Doğal olarak diğer gümrükçü Türk asıllı arkadaşları ile beraber Yunan idaresi altında çalıştıkları için Yunan Askeri İşgal yönetiminin emir, kontrol ve yönlendirmesi yönünde mecburen çalışmak zorunda idiler. Gümrük binası Pasaport’ta olduğu için 15 Mayıs’taki Yunan işgalinin başlaması, limana yanaşan gemilerin içeriği, inen binen tüm yabancı yolcuların kimliği, bu ortamda oluşan olaylar, nihayet 9 Eylül’e doğru uzanan günler içinde Yunanlıların ve Avrupalı kişilerin ülkeyi terk ederken gümrük binasından geçme zorunda olmalarından dolayı Fadıl Bey, inanılmaz bir gözlem (hatta istihbarat) şansına sahip olmuş ve bunları daha sonra hatırat biçiminde bizlere emanet etmiştir.
Bendeki hatırat ise sevgili dostum Şükrü Kocagöz tarafından bana emanet edilmiştir ve Samim Kocagöz’ün daktilosundan çıkan kopyanın bilgisayara çekilmişinin 57 sayfalık çıktısıdır.
Ben, Fadıl Dokuzeylül’ü 1985 yılında tanıdım. Yeni Asır gazetesinde tarihi diziler yapıyordum. Samim Kocagöz ile romanları konusunda bir söyleşi yapmam arzusu ile Kocagöz ailesi’ne başvurdum ve randevu istedim. Kocagözler’in evi Karşıyaka Girne caddesinin başında, bizim ev ise bu caddenin en sonunda tren yolunu geçtikten sonra idi. Yani iş dönüşü eve giderken hep Samim Bey’in evinin önünden geçer ve akşam üstüleri hep yanan oturma odası lambası altında “Kalpaklılar ve Doludizgin” romanlarıyla hayran olduğum bu büyük yazarı hayal ederdim. Randevu günü evin kapısını eşi Sevinç Hanım açtı, daha ilk anda kendisine evde annemin bana tembihlediği gibi “Tarih hocanız annem Zehra Hanımın öğrencisi Sevinç Hanıma, yani size selamı var” dedim. Durgun ve asil bir hanımefendi olan Sevinç Hanımın yüzünde sanki bin çiçek açtı, büyük bir sevgiyle beni ve foto muhabiri meslektaşım Ercan İşsever’i içeri buyur etti.
Samim Kocagöz ile saatler süren nefis bir süreç içinde İzmir’in işgali, şehit gazeteci Hasan Tahsin ve romanları konusunda çok verimli bir söyleşi yaptık ve bunları teyp ile tespit ettik. Samim Kocagöz, evin arka odasında yaşayan kayınpederi çok yaşlı Fadıl Dokuzeylül ile de konuşmamı önerdi. Arka odaya geçtik. İçinde bir yatak olan itinalı bir odada muazzam tarih kültürü olan yaşlı beyefendi ile özellikle Hasan Tahsin üzerinde konuştuk, Fadıl Bey’i bahçeye çıkarıp fotoğrafını çektim. Fadıl Bey ile söyleşimiz, “15 Mayıs sabahı Yunan’a karşı ilk direnişin Pasaport’ta Hasan Tahsin’in bombaları ile mi olduğu, yoksa Konak Meydanı’nda yine Hasan Tahsin’in ilk kurşunları ile mi olduğu” şeklinde çetrefilli bir konu üzerinde yoğunlaştı.
Bu konuda iki iddia vardı. Hem Fadıl Bey, hem de olup biteni kayınpederinden dinleyen Samim Kocagöz ilk iddia üzerinde ısrarcı idiler. Şükrü Kocagöz, bu konuda Fadıl Bey’in kitap haline getirilmesi planlanan ve yayınlanmamış hatıratının önsözünde şunları belirtir:
“Fadıl dedemin kendisi defalarca bizlere hep, gazeteci Hasan Tahsin’in Yunan ordusunun ilk karaya ayak bastığı yürüyüşe geçmek için düzen tutmakta olduğu yerde yani Pasaport’ta bir el bombası attığı şeklindeydi.. Ve zaten orası, başkaca hiçbir Müslümanın olmadığı ve olmayacağı bir yerdi. Asker ve sivil Rumlar tarafından Hasan Tahsin’in linç edildiğini anlatırdı. Münferit bir olay olduğu aşikar bu durumdan sonra Yunan kuvvetleri yürüyüşe geçmişler. Ve Konak’ta Sarı Kışla önüne geldiklerinde hatıratta da naklen anlatıldığı gibi, Yunan Bayraktarı kurşunlanarak öldürülmüş ve bu olayın ateşlemesiyle Türklere dönük katliam başlamıştı. Dedem bunu bu şekliyle anlattı hep.
Rahmetli Fadıl Dokuzeylül ile 1 Mayıs 1986 tarihinde Samim Kocagöz’ün Karşıyaka’daki evinde bir sözlü tarih çalışması yapmıştık. Aynı gün Samim Kocagöz ile yapılan sözlü tarih çalışması ise, 4 Mayıs 1986 tarihinde Yeni Asır gazetesinde yayınlandı. Bu yayında ne yazık ki Fadıl Dokuzeylül’ün anlattıklarına yer verememiştik.
Şimdi burada, hem Samim Kocagöz’ün evindeki buluşmamızdaki notlarımızdan, hem de ne yazık ki uzun yıllar sonra 2018 yılında yapabildiğim bant çözümlerinden hareketle Fadıl Dokuzeylül’ün anlatımıyla işgal günlerini ve Hasan Tahsin’in ilk direnişini aydınlatmaya aynen çalışalım:
“.. Yunan işgalinde, Pasaport’taki Yunan idaresi altındaki salon gümrüğünde bulunuyordum. Bu gümrükten yalnızca yolcular girip çıkıyordu. Esas ana gümrük binası şimdiki Balık Hali’nin yanındaki gümrük binasında idi. İşgal günü başlangıcında, Yunan savaş gemileri Pasaport açığına vasıl olunca emrimde bulunan iki Türk bekçiyi öldürülmesinler diye savdım, evlerine gönderdim. Sonra ana gümrük binasındaki arkadaşları uyarmak için derhal dışarı fırladım. Arkamdan Yunan askerleri karaya çıkmaya başlamışlardı. Ben ana gümrüğe yaklaşırken arka tarafımdan yani gelmekte olduğum Pasaport yönünden ve sahil tarafından korkunç bir patlama sesi duydum.
Bu bir bomba sesiydi.. Hemen benim ilerim ve gerim ana baba gününe döndü. Gümrüğe koşarak girdim. Gümrük Müdürü Agah Bey sükunetle, “Biz yerimizden kımıldamayacağız..” dedi. Ben, Kemeraltı yönüne yollanarak İkiçeşmelik’teki evime gitmek istedim ve yola çıktım. Kemeraltı girişindeki Askeri Kıraathaneye uğradım. Orada ne olup bittiğini anlamak için oyalanırken Yunan Ordusu Konak Meydanı’na girdi. Meçhul bir kişinin ateş ettiğini gözümle gördüm. Bu kurşun, Pasaport’taki bomba atılışından sonraki ikinci mukavemet hareketiydi.. Daha o gün ve sonraki günlerde “Gazeteci Hasan Tahsin, Pasaport’ta beş Yunanlıya öldürdü” sözlerini duyduk. Hasan Tahsin ismi, bir rüzgar gibi bizim halkın kalplerini yaladı geçti..
İşgalden üç gün sonra uluslararası tahkikat komisyonu, “İlk kurşunu kim attı? şeklinde tahkikata başladı. Hükümet Konağı’nın tam köşesindeki çınarın altında tahkikat komisyonunun önünde Metropolit Hrisostomos ile Vali Kambur İzzet’in çekişmesine şahit oldum. Hrisostomos, tahkikat üyelerine sağ yöndeki tütün-incir ambarlarını duvarlarını göstererek, “Bakın ambar binalarında bolca kurşun delikleri va.., Biz, bu yönden, yani Pasaport tarafından geldiğimize göre, kendi tarafımıza nasıl kurşun sıkarız? Ordumuza, Türkler kurşun attı ilk önce..” diye çılgın gibi bağırıyordu. Çaresiz Valimiz de, Sarı Kışla’daki kurşun deliklerini işaret ederek, “Bizim tarafta da kurşun delikleri var” diyor, boynu bükük savunma yapıyordu.
Bizim Pasaport gümrüğüne Yunan, Fransız, İngiliz, Amerikan, İtalyan gemileri gelip gidiyordu. Yunanlılar gümrükte bütün memurları kovdular, iyi Rumca bildiğim için ve benimle anlaşabileceklerini tahmin ettikleri için görevimde bıraktılar. “Biz ne dersek, bu Giritli peki der!..” dediler. Böylece güvenlerini tam kazandım. Ancak bir süre sonra milli teşkilata duhul ettim. Gümrükte olup bitenleri, kulağımla duyduklarımı İtalyan Postanesindeki bir arkadaşa haber olarak götürürdüm, ki o da teşkilattan idi. O arkadaş, dakikasında bu haberlerimi Ankara’ya telgraf ile ulaştırırdı.
Mehmet Ali isimli bir kolcum yanımda yer aldı daha sonra. Başkatip ve müdür vekili olmuştum. Mehmet Ali, akşamları gümrükte kalır, nöbeti sabah teslim ederdi. O da teşkilattan idi. Amaltia isimli bir Rum gazetesi vardı, bu gazetedeki haberler önemliydi. Kolcum sabah işten çıkınca, Rum mahallesinden Amaltia gazetesi alır, hemen daireye döner gizlice bana verirdi. Bu gazeteyi de İtalyan Postanesi’ndeki görevli arkadaşa iletirdim. O da iyi Rumca bilen bir Giritliydi. Gazetedeki Yunan ordusunu harekatlarıyla ilgili haberleri Ankara’ya bildirirdi.
Anadolu’daki savaş esnasında gümrükte bazen garip olaylar da olurdu. Bir gün yabancı bir gemiyle İzmir’e gelen Avrupa şapkalı şık giyinmiş bir Yahudinin bavulunu gümrük giriş kontrolünde açmak istedim. O esnada Yunan askerleri çevrede yoktu. Adam bavulunu açtırmadı, bana “Ne arıyorsun ki, Başefendi?..” diye hışımlandı. Ben üsteledim ve bavulu açtırdım. Elbiselere sarılmış beş tane kocaman tabanca vardı. Yahudi yavaş sesle, “Bu silahlar efelere gidecek Başefendi.. Ben Yörük Ali’nin kızanı Hayim Efe’nin akrabasıyım. Kanın İslam kanı ise, dırdır etme, sus gayri artık!..” dedi. Kanım donmuştu o an.. Yahudiye sarılmamak için kendimi zor tuttum. Onu gümrükten geçirdim. Uzaktan arkasından baktım. Müslüman mahalleri yönünde Kemeraltı ve Kadifekale’yi hizalayarak yürüdü gitti. Bu olay, belki yaşadığım yüzlerce ürpertici olayın bir tanesiydi..”
Ne yazık ki, artık çok yaşlanmış olan Fadıl Dokuzeylül’ü daha fazla yormamak için teybimi bu cümleden sonra kapatmıştım. Samim Kocagöz’ün kayınpederi olan bu vatanperver insan daha sonra vefat etti. Rahmetle anıyorum.
-
E.Tümgeneral Dr.Mazlum Boysan’ın ifadeleri
Hasan Tahsin’in Selanik ve Paris’ten yakın arkadaşı Atatürk’ün doktorlarından E.Tümgeneral Mazlum Boysan, 9 Eylül 1973 günü Yeni Asır’da yayınlanan söyleşisinde Yaşar Aksoy’a, ilk kurşunu Hasan Tahsin’in attığını kesin olarak birçok kişinin ifadesine dayanarak belirtti ve eski İzmir valisi Rahmi Bey ile en az kırk kişiden bu öyküyü duyduğunu açıkladı, daha sonra bu sözlerini siyah-beyaz TRT Televizyonunda tekrarladı. General Mazlum Boysan’a göre, ilk direniş Pasaport rıhtımında olmuştu. Olayı yakından gören Uncu Mahmut Değer, Mazlum Paşaya şunları belirtmişti: “Yanı başımda Hasan Tahsin Recep Bey’in bombalar ve silahla ateş ettiğini gördüm. Çünkü onu tanırdım. Gazetesini okurduk. Niye ona yardım etmedik? Oralarda duvar diplerinde bekleyen Müslüman Türklerle birlikte neden Yunanlıların kaçarak sığındığı Pasaport binasına hücum etmedik?.. Hala yüreğim yanar!..”
Mahmut Değer’in iki oğlu vardı. Beyler Sokağı’nda röntgen mütehassısı Dr.Nebil Değer ve kömür tüccarı Necil Değer.. Mazlum Paşa, bu iki kişiyi bularak 1970’lerde hala sağ olduğunu tahmin ettiği babaları Mahmut Bey’e ulaşmamı ve daha tafsilatlı konuşturmamı benden istemişti. Ne yazık ki gazetecilik uğraşım yüzünden bu görevi yapacak zamanım olmadı. İşte ben de buna yanarım.
-
Mehmet Okurer’in önemli kitabı
İzmir’in tanınmış kişilerinden ve belediye üst görevlilerinden Mehmet Okurer, “Kuruluştan Kurtuluşa İzmir” kitabının 173-175. sayfasında başlayan hatıratında, ayrıntılı biçimde yakından izlediği ilk kurşun olayını anlamıştır.
-
Kadri Kemal Sevengil’in hatıratı
Bu hatırat da, ilk direnişi Hasan Tahsin’in gerçekleştirdiğini akılcı ve inanılır biçimde anlatır.
-
Güvenilir yazarların sayfaları
Hasan Tahsin’in ilk direnişini anlatan, sırasıyla Nurdoğan Taçalan’ın “Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken”, sevgili Zeynel Kozanoğlu’nun “Anıt Adam”, Prof. Bilge Umar’ın “İzmir’de Yunanlıların Son Günleri”, Hasan İzzettin Dinamo’nun “Kutsal İsyan”, Samim Kocagöz’ün “Kalpaklılar” romanı, Bekir Büyükarkın’ın “Bozkırda Sabah”, Richard Reinhardt’ın “İzmir’in Külleri” yapıtlar bu konuda gerçekçi biçimde ilk direniş olayını yansıtmışlardır.
-
Mücellit İzzet Altınkalem’in hatıraları:
İşgal günü Sarı Kışla’da nefer olan amcamız (annemin amcası) Kemeraltı Meserret Hanı’nda mücellit olan (ciltçi) İzzet Altınkalem’in tarih öğretmeni olan anneme, bana ve aile çevremize bıkmadan üşünmeden anlattığı İşgal İzmir’i anılarında geçen Hasan Tahsin öykülerini küçük yaşlarımda itibaren dinlemiştim ve olayların akışı beynime kazınmıştı (Bu hatıratı, kitabımızın İki Şehit bölümünde yayınladık).
-
Samim Kocagöz’ün “Yön” dergisi ile başlayan uyarıları
Türk Edebiyat Tarihi’ne “Kalpaklılar” ve “Doludizgin” gibi kurtuluş savaşını anlatan dev romanlar armağan eden Samim Kocagöz, 1950’lerde bu romanlarını yazarken özelikle savaşın özellikle İzmir cephesindeki olayları, geçmişte o günleri yaşamış olanları bularak, onlarla konuşarak, dahası çeşitli resmi askeri raporlara ulaşarak, en önemlisi işgal olayını çok yakından izlemiş olan kayınpederi İzmir Gümrük İdaresi’nde görevli olan Fadıl Dokuzeylül’ün yazılı hatıralarını inceleyerek kaleme almıştır.
Samim Kocagöz’ün bu konuda yazdığı uyarıcı yazılar şu sırayı takip eder:
-
Sömürgeciliğe atılan ilk bomba – YÖN dergisi – 15 Mayıs 1963
-
Adsız kahraman – Demokrat İzmir – 14 Eylül 1975
-
İlk kurşun sorunu – Cumhuriyet – 25 Mayıs 1976
Bu yazıların önemi, Samim Kocagöz’ün ilk kurşunu atan gazeteci Hasan Tahsin’in bu eylemi, Yunan birliklerinin karaya çıktıkları ilk noktada yani Pasaport civarında gerekleştirmiş olduğunu ısrarla ileri sürmesidir. Samim Kocagöz, ilk direnişin bomba ile (ve/veya) silahla yapıldığını belirttikten sonra, Yunan birlikleri Konak Meydanı’a geldiklerinde ikinci bir direnişle karşılaştıklarını açıklar. Yani iki tane ilk kurşun vardır; biri Pasaport’ta, ötekisi ise Konak’ta atılmıştır (veya topluca direnilmiştir). Yıllarca ilk kurşun konusunda yapılan tartışma ve spekülasyonlar, işte bu çelişkiden veya paralellikten kaynaklanmıştır.
Samim Kocagöz, bu açıklamalarında kullandığı belge ve bilgileri de okuyucuları ve kamuoyu ile paylaştı. Şöyle ki:
-
Garp Cephesi Nasıl Kuruldu? – Hamdi Bey – İzmir Milli Kütüphanesi’nde 63 / 753 numarayla kayıtlı eser.
-
1918 yılı içinde çıkmaya başlayan ve 6 Mayıs 1919 tarihine kadar devam eden Hukuk-u Beşer gazetesinin koleksiyonu, İzmir Milli Kütüphanesi’nde A / 406 numarayla kayıtlı cilt.
-
Umum Jandarma Kumandanı Miralay Ali Kemal Sırrı’nın 5 Haziran 1919 tarihli, ilk kurşunu Hasan Tahsin’in attığına dair raporu (Bu rapor Genelkurmay Başkanlığı Harp Dairesi Başkanlığında mevcuttur). Miralay Ali Sırrı’nın bu raporu, İzmir Güney Deniz Saha Komutanı Amiral Necmettin Sönmez’in isteği üzerine kendisine gönderilmiş ve oradan anıt kampanyası yürüten İzmir Gazeteciler Cemiyeti’ne teslim edilmişti.
-
İzmir Rüsumat Başmüdürü Agah Bey’in İzmir’in işgalini saat saat anlattığı ve İstanbul Rüsumat Müdüriyeti Umumiyesi’ne gönderdiği 20 Mayıs 1919 tarihli eski harflerle 35 sayfa tutan rapor. Bu rapor, işgal sırasında Gümrük Başkatibi Fadıl Bey (Samim Kocagöz’ün kayınpederi Fadıl Dokuzeylül) tarafından temize çekilip 505 resmi kayıt numarası ile Dersaadet’e (İstanbul) gönderilmişti. Bir kopyasını saklayan Fadıl Bey, bu raporu daha sonra damadı Samim Kocagöz’e verdi. Samim Kocagöz’ün “Kalpaklılar” romanını yazar iken çok faydalandığı bu rapor, Fadıl Bey tarafından Atatürk İl Halk Kütüphanesi’ne daha sonra armağan edildi. Bu rapordan faydalanılarak yazılan “Kalpaklılar” romanını okuyan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yazarı Samim Kocagöz’e “Bunca ayrıntıyı nerden buldun?.. Ben ki bu savaşın içinde yaşadım..” demiştir (İlk Kurşun Sorunu, Demokrat İzmir, 25.5.1976)
-
İzmir Gümrük Başkatibi Fadıl Dokuzeylül’ün Yunan işgali hatıratı (Yayınlanmamış tarihi hatırat).
-
Jandarma Yüzbaşısı Mümin Efendi’nin (Türk casusu Gavur Mümin), ilk kurşunun Pasaport’ta atıldığına dair olay mahallinde görgü şahidi Yedeksubay Yıldırım Kemal Bey’den duyduğu ayrıntıları, yeğeni Naci Sadullah Danış’a anlatmasıyla ortaya çıkan “Danış” imzalı basında yayınlanan seri ve ayrıntılı yazılar.
Sevgili büyüğüm rahmetli Samim Kocagöz, işte bu yukarıdaki geniş ve gerçek belgelere dayanarak ilk kurşun olayını ısrarla yıllar içinde anlatmış, yazmış ve savunmuştur.
Samim Kocagöz’ün bu tarihi belgelere dayanarak kaleme aldığı ilk ve belki de en önemli yazısı, 15 Mayıs 1963 tarihinde Doğan Avcıoğlu tarafından yönetilen YÖN dergisinde yayınlanan “Sömürgeciliğe Atılan İlk Bomba” başlıklı yazısıdır.
Üniversite öğrencisi iken tüylerim diken üstünde heyecanla okuduğum ve o yıldan beri arşivimde sakladığım bu dergideki söz konusu yazının “İlk kurşunun nerede atıldığı ile ilgili bölümünü” buraya almak istiyorum:
“.. İşte 1919 yılının 15 Mayıs günü, İzmir rıhtımına çıkan sömürgecilerin askerlerine bir Türk gazetecisi, İzmir’de çıkan Hukuk-u Beşer gazetesi Sermuharriri Hasan Tahsin Bey, bir bomba savurdu. Bomba, rıhtıma çıkan bir Yunan müfrezesinin ortalık yerine düşmüş, birkaç asker ölmüş bir çoğu yaralanmıştı. Geriye kalanlar neye uğradıklarını bilememişler, feslerinin püsküllerini uçurarak, heyecan ve sevinçten sarhoş rıhtımı kordonu dolduran karşılayıcı yerli Rumların arasına kaçışmışlardı. İlk şaşkınlık geçince, yerli Rumlar ve askerler, Gazeteci Hasan Tahsin Recep Bey’i paramparça edip şehit ettiler..
.. Hasan Tahsin’in yurtseverliği sömürgecilere duyduğu kin, öfke, onu bu fedakarlığa götürmüştü. Yine biliyordu ki, sömürgecilere atılacak ilk bomba, Anadolu için, halk için, Türklüğün kurtuluşu için bir semboldü.. 15 Mayıs’ta yapılan ve sonraki günlerde oluşan Yunan mezalimi, öne Batı Anadolu’da yer yer halk topluluklarını ‘efelerin, askerlerin) silaha sarılmalarını bir bakıma sağlamıştır..
.. Kordonboyu’nda atılan bombanın şaşkınlığından kurtulup büyük törenlerle İzmir’in içine yürüyen Yunan ordusu, Konak Meydanı’na geldiğinde yeniden bir direnme ile karşılaşmış, Sakı Kışla’dan dağıtılan Türk askerlerini birini attığı kurşunlarla bir yol daha dağıtılmıştı. Ordunun en önünde Yunan sancağını taşıyan kişi bir kurşunla vurulmuştu. Çoğu dergilerde, gazetelerde bu “ilk bomba” ile “ilk kurşun” birbirine karıştırılmakta yanlış bilgi verilmektedir..
.. Bulabildiğimiz belgelerden inceledik. Özellikle İzmir’de o günleri yaşamış kişileri dinledik. Konuştuğumuz eski İzmirliler, Konak Meydanında Yunanlılara ilk kurşun atılmadan önce, Kordonboyu’nda atılan bombanın ve olayın haberinin bütün İzmir’e yayıldığını, bombanın patlayışını çoğu kimselerin duyduğunu söylediler..
.. Söylentiler arasında Yunan ordusuna atılan ilk bombayı, Hasan Tahsin Recep Bey’in İzmir Rumlarının dinsel lideri Papaz Hrisostomos’un kilisesinin deposundan aldığı da vardır. Metropolit Hrisostomos, Yunan askeri İzmir’e çıkmadan önce, İzmir Gümrüğü’nden Kızıl Haç damgalı sandıklar içinde geçen silah, cephane ile yerli Rumları silahlandırmıştı..
Mihaili Rodas’ın anıları
Sevilay Özkes’in “Mihaili Rodas’ın Anıları ve Önemi” başlığı altında, DEÜ Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi olarak hazırladığı çalışmaya göre (İzmir, 1992,s.59-60), Mondros mütarekesinden sonra İzmir’e gelen ve Yunan işgali ile beraber İşgal Komutanlığı tarafından Matbuat ve Sansür Müdürlüğü’ne tayin edilen Mihaili Rodas, anılarında “Hasan Tahsin’in halkını müdafaa için direniş safında bulunacağını” işgal öncesi (14 Mayıs günü Maşatlık’ta yapılan miting çalışmaları sırasında) kendisine açıkladığını anlatmaktadır. Anıları okuyalım:
“Ayakta olan bu Türk kitlesi arasında Hukuk-u Beşer gazetesinin genç Çerkez muharriri Hasan Tahsin’e tesadüf ettim. Gazetesinde Bolşevik tarzında müteaddit sosyalist malakat neşretmiş idi. Gazetesinde bütün unsurların bir gün gelip uhuvvet dairesinde ahenk üzere yaşamalarını temsil eylemiş idi. Hasan Tahsin’i müteheyyiç halk arasında gördüğüm vakit kendisinden vaziyeti sordum. Hiç tereddüt etmeden bana, ahval icap ederse ertesi günü Türk ahalinin müdafaası için o safta bulunacağı cevabını verdi. Gerçekten de genç Çerkez muharririn cesedi 15 Mayıs’ta öğleden sonra Kışla önünde bi-ruh olarak bulundu”.
(Yaşar Aksoy’un notu: Bu anı, ülke içindeki tüm dini ve etnik yapıların ahenk içinde yaşamasını isteyen bir sosyalistin icap ederse vatan müdafaasında en ön safta olacağı gerçeğini yansıtmaktadır. Hasan Tahsin’in Çerkez olduğu iddiası ise tamamen yanlıştır. Burada Çerkez Ethem ile olan ilişkisi sebebiyle şehir çevresi, onu Çerkez mi bilmiştir?.. Bilemiyoruz. Daha ilginci Rodas, cesedin kışla önünde bulunduğunu belirtmektedir. Bu da Hasan Tahsin’in kışla önünde şehit edildiği varsayımına okuyucuyu yönlendirmektedir. Oysa o gün şehit olan Türklerin cesetleri, sahilde Sarı Kışla’nın denize yakın kısmında yığın halinde birkaç gün öylece bırakılmıştır. Bu cesetler, sadece Konak Meydanı’nda şehit olanları değil, başka yerlerde şehit olan Türklerin cesetlerini de kapsamaktadır. Örneğin tutuklandıktan sonra kafile halinde Yunan gemilerine veya bazı binalara götürülen esir edilmiş Türkler, Pasaport sahili yolunda da öldürülmüşlerdir. Onların cesetleri de Konak sahiline taşındı ve oraya bir süreliğine terk edildi. Peki, eğer Hasan Tahsin ilk direnişi Pasaport sahilinde yapıp, öldürülmüş ise; onun cesedinin de Konak sahiline getirilmediği, ne malumdur?.. Çünkü Mihaili Rodas, Hasan Tahsin’in Konak Meydanı’nda ateş ettiğini görmemiştir, sadece daha sonra cesedini görmüştür.)
Sonucun özeti:
Bütün bu ve daha nice tanıkların, hatıratın ve belgelerin ışığında Hasan Tahsin’in ilk direnişi başlattığı kabulü, gerçekçi temellere dayanır. Üsteğmen Germencikli İbrahim, Arap Rasim, Saatçi Aziz Efendi, ismi meçhul hapishane kaçkını gibi kişiler, işgal anında Yunanlılarla Konak Meydanı civarında çarpışmış onlarca kişi içinde bulunmuş olabilirler. Ama direnişin ilk eylemini Hasan Tahsin yapmıştır. İlk kurşunu bir Rum attı iddiası ise, Türkler tarafından savunma duygusu ile ileri sürülmüş politik bir iddiadır. Gerçekçi hiçbir yönü yoktur.
Burada olayın üstünden geçen 100 yıl içinde insanları, “Hasan Tahsin mi, yoksa Saatçi Aziz Efendi mi?”, diye ikilem içinde bırakan gerçek ise şudur:
Hasan Tahsin’in eylemi ile Saatçi Aziz’in kurşunu arasında 1 kilometre mesafe ile en az yarım saatlik zaman farkı vardır. Önce Hasan Tahsin bomba fırlatıp sonra belindeki tabancayı sıyırıp ateş etmiş, şehit edildikten sonra yeniden yürüyüşe geçen Yunan ordusuna Konak meydanında bu kez Saatçi Aziz veya başkaları da mukavemet etmiştir. Her iki fedaiye de rahmet diliyoruz. (Burada şunu belirtmeden geçemeyiz. Hasan Tahsin’in ilk kurşunlarını yarattığı muazzam panik ve dehşet sebebiyle patlamanın bomba zannedilmesi de mümkündür.
Başka ilk kurşunlar yok mu?
Bu konu da çok önemli ve hararetli bir tartışma konusudur. Çünkü birçok yöre, ilk kurşunun kendi bölgelerinden atıldığını ileri sürmektedirler. Hepsi de haklıdır.. Madde madde anlatalım:
-
İzmir şehri, 15 Mayıs 1919 günü Emperyalizmin desteğindeki Yunanistan Orduları tarafında işgal edilirken, Kuvayı Milliye’nin ilk kurşunlarının Gazeteci Hasan Tahsin tarafından atıldığı genel olarak kabul görmüştür. Ancak Anadolu’muzun başka yöreleri de ilk kurşunu kendi bölgelerinin kahramanlarının attığı konusunda iyi niyetle ısrarcı olmuşlardır. Bu ilk kurşunları da açıklamak ve anlatmak boynumuzun borcudur. Şöyle ki:
-
Milli Mücadele’nin ilk kurşununun Hatay’ın Dörtyol ilçesinde 19 Aralık 1919 tarihinde, yani Hasan Tahsin’in direnişinden 5 ay önce, Çeteci Mehmet kara tarafından işgalci Fransız Ordusu’na atıldığı, yöre halkı, başta Kadir Aslan olmak üzere yerel araştırmacılar ve basın ile mülki erkan tarafından ısrarla ileri sürülmüştür. Hatay’ın ilk kurşunları başımızın tacıdır!
-
Milli Mücadelenin sivil değil, “askeri” ilk kurşununun, 28 Mayıs 1919 günü Ayvalık’ta karaya çıkan işgalci Yunan kuvvetlerine karşı, Yarbay Ali Bey (Ali Çetinkaya) komutasındaki 172.Alay tarafından atıldığı da bir gerçektir. Bu ilk direnişte Üsteğmen Fahri Bey ile 3 nefer şehit olmuşlardır. 172.Alayın ilk kurşunları da başımızın tacıdır!
-
Milli Mücadelenin halk-asker ittifakı içinden çıkan ilk kurşunlarının, Küçük Menderes ovasını kana bulayan binlerce kişilik Yunan kuvvetlerine karşı, 1 Haziran 1919 günü Hacı İlyas Tepeleri’nde kahramanca karşı koyan milis birliklerince atıldığı da bir gerçektir.
Ödemiş’e 10 km. mesafedeki bu tepede destansı bir direniş gerçekleştiren bir avuç halk-asker savaşçının başındaki Kaymakam Bekir Sami Bey’i, Cephe Kumandanı Ali Orhan Bey’i, Kuvayı Milliye Komutan Yüzbaşı Tahir Bey’i, Avukat Hamit Şevket’i, Doktor Mustafa Bengisu’yu, Gökçen Efe’yi, Postlu Mestan Efe’yi, Kayıkçıoğlu Molla Hüseyin Efe’yi burada rahmetle anıyoruz. Kuvayı Milliye’nin ilk halk-asker ittifakının gerçekleştiği Hacı İlyas Tepesi’ne, Yunan işgal güçlerinin İzmir’i terk etmesi ve Cumhuriyetin ilanından sonra “İlkkurşun tepesi”, Hacı İlyas Köyünü de “İlkkurşun Köyü” ismi haklı olarak verilmiştir. Çam ağaçları ile bezenmiş bu tepede bu savaya katılan kahramanların hatıraları için dikilmiş “İlkkurşun Anıtı” vardır. Hacı İlyas kahramanlarının yani Ödemiş’in ilk kurşunları da başımızın tacıdır!
-
Milli Mücadele’nin ilk kurşununun, “dini” bir içerik taşıması bakımından öncelikle Sütçü İmam tarafından atıldığı da ileri sürülmüştür. Ekim 1919’da Maraş İngilizlerin çekilmesi ile Fransız ve onların yerli işbirlikçileri lejyoner Ermeni çetelerinin işgali altına girmişti. Maraş gençlerinin çoğu Yemen’de, Çanakkale’de, Bingazi’de şehit olmuştu. Şehir halkı çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşuyordu. Fransız ve Ermeni işgalcileri, bu işgal süresi içinde halkın dini ve milli duygularını tahrik etmek için ellerinden geleni yaparak, sokak aralarında Müslüman ailelere büyük zulüm uyguladılar.
29 Ekim 1919 Cuma günü, Uzunoluk Hamamı’ndan çıkan Maraşlı Müslüman kadınlara saldıran Ermeni ve Fransız askerleri, kadınların çarşaflarını parçalayarak onları karakollarına sürükleyip sahip olmak istediler. Süt ve simit satarak geçimini sağlayan ve bir camide gönüllü namaz kıldıran Sütçü İmam’ı ise hesaba katmamışlardı.
“Sütçü İmam” romanının değerli yazarı Mehmet Alptekin’in pek güzel anlattığı gibi, Sütçü İmam’ın ilk kurşunlarıyla ve minareye çıkıp Müslümanları isyana davet eden çığlığı ile; vatan ve camileri işgal edilen, bayrakları ayaklar altına alınan, kadınlarının çarşaflarına el uzatılan halk galeyana geldi; soğuk ve kar yağışı altında çoluk çocuk ihtiyar delikanlı kükreyerek, kendinden silah gücü ve sayıca üstün olan Fransız emperyalistlerine ve kahpe Ermeni çetelerine karşı, 22 gün ve 22 gece şehir savunması yaptılar. Emperyalizme kök söktürdüler. Böylece şehirlerinin önüne “Kahraman” sıfatının takılmasını sağladılar. Kahraman Maraşlı Müslüman Türklerin ilk kurşunlarını da, başımızın tacı ilan ediyoruz!..
Toparlamak istiyorum..
Kuvayı Milliye pratiği der ki.. İlk kurşunu ister sivil gazeteci atsın, ister bir kaç kişi birkaç dakika ara ile atmış olsun, ister bir çeteci atsın, ister bir efe atsın, ister bir asker atsın, ister bir gurup milis topluca atsın, isterse bir din adamı atsın, tüm bu kurşunları “tek bir ilk kurşun” olarak kabul ederiz..
Bu ilk kurşunlar “tekbir” getirerek, Emperyalizme karşı şahlanan ve milli direnişe geçen bir mazlum halkın ilk isyan çığlığı olarak kabul edilir. Ve ecdad tarihinin en mübarek sayfalarına kazınır.
Bu bakımdan “ilk kurşunu ben attım, sen atmadın” çekişmesi, Kuvayı Milliye ahlakına ve gerçeğine, hiç ama hiç uymaz.. Her ilk kurşun, mukaddestir, cennetliktir..
İşte Hasan Tahsin’in ilk direnişi de, bu muazzam ayaklanma tarihinin içinde şerefli yerini bulmuştur.
KONUMUZUN EN ÖNEMLİ SAYFALARI
Hasan Tahsin’in Yahudi olduğuna dair Yalçın Küçük iddiaları
(Yaşar Aksoy’un Notu: Sevgili okuyucular, herhalde aşağıdaki bu deli saçması şeylere bir ciddi yanıt vereceğimi sanmıyorsunuz.. Sevgi ve saygılarımla..)
Bir medya haberi:
Yalçın Küçük: Hasan Tahsin’in düşmana ilk kurşunu atmadığı ve kendisinin İbrani olduğunu ortaya çıkardı.
Göktürk Fırat – 17.4.2005
Trabzon (İHA) – Trabzon Dünya Ticaret Merkezi’ndeki Doğu Karadeniz 1. Kitap ve Kültür Sanat Fuarı’na katılan araştırmacı-yazar Prof. Dr. Yalçın Küçük, okurları ile buluştu. Prof. Dr. Yalçın Küçük, okurlarına hitaben yaptığı söyleşide yakın tarihimizde yer alan birçok olayın gerçek olmadığını ileri sürerek, kurtuluş mücadelesinde ilk kurşunu attığı söylenen Hasan Tahsin’in ‘İbrani’ olduğunu iddia etti. “Hiçbir ülke tarihinde ve savaş tarihinde ilk kurşun diye bir olay yoktur” diyen Küçük, “Kurtuluş mücadelesinde Hasan Tahsin’in ilk kurşunu attığı doğru değildir. Yaptığım araştırmada Hasan Tahsin’in ‘İbrani’ olduğunu öğrendim” diye konuştu.
Bir başka medya haberi:
İlk kurşun İzmir’e atıldı palavrası
Murat Aydın – Haber 7com – 29.4.2005
Gazi Üniversitesi’nde profesör olan yazar Yalçın Küçük İsyan 2 isimli yeni kitabında gündemin üstüne yerleşiyor. Kitapta şunlar yazılı: “ İlk kurşun İzmir’de atıldı palavrası.. Hep söylerler. İlk Kurşun’u İzmir’de Hasan Tahsin atmıştır. Hayır. İlk Kurşun, İskenderun Dörtyol’da atılmıştır. Ve atılan köy ise Ermenilerin yaşadığı bir köydür. İlk Kurşun’u attığı söylenen kişi olan Hasan Tahsin’in adının ise Osman Nevres olduğunu artık biliyoruz. Nevres ise Yahudidir. Yahudiler ve kripto Yahudiler ise, İlk Kurşun masalını hep kendilerine mal ediyorlar, peki ama neden?..”
Hiçbir bilimsel kritere uymayan, kara dedikodu şeklindeki bu deli saçması iddiaların tarihin çöp tenekesinde yer alacağı şüphesizdir, ancak saf ve meraklı genç beyinlerde oluşturduğu tahribat bilinmelidir. Hele sağ radikal kesimin militanlarını bu tür yayınların tahrik ettiği ve tetikçiliğe sevk ettiği unutulmamalıdır. Hatırlayalım, Malatya Tren İstasyonu’nda gazeteci Ahmet Emin Yalman’ı vuran genç Hüseyin Üzmez ve gazeteci Abdi İpekçi’yi şehit eden genç Mehmet Ali Ağca, bu eylemlerini gizli Yahudi portrelere (Sabetaycılar’a) karşı yaptıklarını belirtmişlerdi.
HASAN TAHSİN’İ HAKSIZ ELEŞTİREN BEŞ ÖNEMLİ YAZI
Kadir Mısıroğlu’nun Sebil dergisinde Ertuğrul Düzdağ, Mustafa Armağan (2), Ayşe Hür ve Talat Ulusoy yazıları..
BİRİNCİ YAZI
Dönme Mezarlığından Sahneler (İbret Aynasındaki Çehreler)
M.Ertuğrul Düzdağ – Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü’nün Kadir Mısıroğlu’nun olduğu Sebil dergisi, 11 Haziran 1976, Sayı:24
Dönmelerin kendi zümrelerine ait seçkinleri “Bülbül Deresindeki” meşhur dönme mezarlığında toplamak hususundaki gayretlerine bakınız ki, buraya 1919 yılında İzmir’de vefat etmiş bulunan Osman Nevres için de, yanda gördüğünüz anıt dikilmiştir. Bu keyfiyet epeyden beri etrafında büyük bir vaveyla koparılan gazeteci Osman Nevres’in esrarengiz şahsiyetini de ortaya çıkarmaktadır. Gerçekten Osman Nevres, iddia edildiği gibi büyük bir vatansever değildir. İzmir’e çıkarma yapan Yunan kuvvetlerine karşı ilk kurşunu attığı da şüphelidir.
Bu husus, “Bizim şeyhin kerameti olur kendinden menkul” tarzında dönmelerden mervidir. Ancak O’nun Selanikli ve dönme olmasından dolayıdır ki, bu mesnetsiz iddialar büyük ölçüde mübalağa edilmiş ve ismi etrafında bir kahraman imajı ihdas edilmiştir.
O, Yahudilerle sıkı işbirliği halinde olduğu bilinen İttihatçıların has adamı ve gerçekten deli fişek bir anarşist tiptir. Yazıları ve faaliyetleri bunu açıkça isbat eder bir muhteva taşımaktadır. Bugüne kadar onu methedenler ve adına anıtlar dikenler, gerçek hüviyeti üzerindeki perdeyi kaldırmaya cüret edememişlerdir ve yahut da bu işlerine gelmemiştir.
Ancak işte dönmelerin İstanbul’da Bülbül Deresi’ndeki meşhur mezarlıklarında (orada gömülü olmadığı halde adına rekzedilmiş bulunan bu abide Osman Nevres’in hakiki hüviyetine vukuf için kafi bir ipucudur.
Bu vesile ile şunu da söyleyelim ki; Yunan askerlerinin İzmir’e çıkarılışı esnasında milli ve dini mukavemeti temsil ederek kahramanlaşmış bir şahsiyet aranıyorsa o da, Miralay Süleyman Fethi Bey’dir.
Gerçekten Miralay Fethi Bey “Zito Venizelos”, yani yaşasın Venizelos diye bağırmayı reddettiği için Kordon boyundaki karargahından deniz kenarına kadar kasatura darbeleri altında götürülmüş ve rıhtım üzerinde bir Müslüman teslimiyeti ile son sözü olan Kelime-i Şahadeti haykırarak şehadet şerbetini içmiştir. İzmir’in işgaline dair bütün resmi raporlarda kaydedilmiş bulunan bu vakadan şimdiye kadar kimse bahsetmemiştir. Çünkü Miralay Fethi bey, Osman Nevres gibi bir Selanik dönmesi değildi. Üstelik, O’nun babası İzzi Efendi, İstanbul’da Sirkeci’de halen mevcut olan Salkım Söğüt Dergahı’nın postnişini idi.
Görgü şahitlerinden dinlediğimize nazaran, İzzi Efendi bir gün zikir esnasında aniden ayağa kalkarak:
-
“.. Eyvvaaah oğlumu şehit ettiler!.. Fethi’mi süngülediler”, diye feryad etmiştir. Müridleri kendisini teskin eylemeye çalışarak:
-
“.. Bunu nereden çıkarıyorsunuz Efendi Hazretleri, oğlunuz İzmir’de değil mi?” demişlerse de Efendi, bir türlü teskin olmayarak feryadına devam etmiştir.
Sonradan gazetelerden Fethi Bey’in “Zito Venizelos” diye bağırmamak için mukavemet ettiğinden dolayı kasatura darbeleri altında şehit edilerek rıhtımdan denize atıldığı öğrenilince, bunun tarih itibariyle İzzi Efendi’nin oğlu için feryat eylediği güne tekabül ettiği hayretle görülmüştür.
Dönmeler arasında bugüne kadar aziz vatanımız için kaç kahraman çıkmıştır ki; Osman Nevres de iddia edildiği gibi bir kahraman olabilsin!.. Ancak O’nun ismi etrafında uydurulan efsanenin hakiki sebebini, yukarıya konulmuş olan kitabeli anıtından kolayca anlayabilirsiniz. Tabii bu kitabede diğer birçokları gibi onun için de Fatiha taleb edilmesi, zevahiri kurtarmak içindir!..
İşte size, dönmelerin gömüldüğü İstanbul Bülbül Deresi’ndeki mezarlıkta bulunan kitabelerden bir diğeri. Dikkat buyurulursa dönmelerin hemen hepsinin mezar taşlarına fotoğrafları konulmuştur. Bugün maalesef bazı kendini bilmezlerin Müslüman mezarlıklarında da tatbike kalkıştıkları bu usulün dönmelerin icadkerdeleri olduğunu anlamak için, sadece bu dönme mezarlığını şöyle bir dolaşmak kafidir sanırız.
Yanda klişesini gördüğünüz mezar taşı Selanikli muharrir Abdi Tevfik’e aitmiş. Bunun hüviyeti için fazla söz söylemeye lüzum yoktur sanırız. Zira her şey bu mezar taşından bellidir. Bülbül Deresi’ndeki dönme mezarlığında adım başında bir rastlanan İpekçi’lerden bir diğerinin mezar taşı. Yine resimli ve gayri İslami bir mezar üslubu.
Yukarıda iki büyük dönme ailesine ait iki mezar taşını yan yana görüyorsunuz. Dilberler ve İpekçiler, denilebilir ki Bülbül Deresi’ndeki dönme mezarlığında en çok mezarı bulunan iki büyük ailedir. Gerçekten burasını dolaşanlar adım başında bir İpekçi ve Dilber soyadındaki müteveffanın mezarına rastlar.
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’ın ilanına kadar gayrı müslimleri hususi olan kıyafetlerinden dolayı kolaylıkla tanımak mümkündü. Fakat Tanzimat müslim-gayri müslim farklarını tamamen ortadan kaldırdı. Üstelik Türkçe soyadları da aldılar. İsimlerinin ilk harfi ile iktifa edip soyadlarını kullandıklarından iyice teşhis edilemez olmuşlardır. Dönmelerin ise, adları da soyadları da Türkçedir. Onları teşhis için artık yegane çare, Bülbülderesi’nde bir araştırma yapmaktır. TRT eski Umum Müdürü İsmail Cem İpekçi’yi bu vesile ile hatırlamamak elden gelmiyor.”
(Yaşar Aksoy’un Notu: 1)- Hasan Tahsin’in Türklüğünden ve Müslümanlığından şüphe ederek, O’na karanlık bir Yahudi dönmesi suçlaması getiren tüm yobaz akımlar, “Keşke Yunan galip gelseydi, onların yönetiminde daha mutlu olurduk, en azından Saltanat, Hilafet, Şeriat ayakta kalırdı” lafını televizyonlarda söyleyen ve bu sözünden asla geri dönmeyen fesli Kadir Mısıroğlu’nun sahibi ve yazı müdürü olduğu dergideki M.Ertuğrul Düzdağ’ın bu yazısından hızla kaynaklanıp geniş bir çevreye yayılmıştır. Bu yüzden bu yazı tarihi bir belgedir.
2)- Şu bilgiyi vermemizde fayda var: Bir Haber: 160 sayfa önsözle Atatürk’e hakaret – Mustafa Küçük – 30.06.2006 – Hürriyet: “ AKP’li Silivri Belediyesi’nin lise öğrencilerine bedava dağıttığı Mehmet Akif Ersoy’un ’Safahat’ adlı eserinin 160 sayfalık önsözünde Atatürk’e ve devrimlere ağır hakaretler edildi. Risale-i Nur hizmetinde eğitimine başlayan ve Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapan M. Ertuğrul Düzdağ’ın kaleme aldığı önsöz yüzünden, Eğitim Sen ile Atatürkçü Düşünce Derneği’nin şikayeti üzerine kitabın dağıtımı durduruldu.)
İKİNCİ YAZI:
Atatürk, Hasan Tahsin’in adını neden anmadı?
Mustafa Armağan – 20.05.2012 – Yeni Şafak.
Bu yazıdan Mustafa Armağan’ın tek cümlesini alalım: “ Garibinize gitti biliyorum ama Atatürk’ün ne 1919’da, ne de daha sonra Hasan Tahsin şunu yaptı, bunu yaptı türünden bir açıklamasını bulabilmiş değiliz. Olsaydı zaten allayıp pullayıp “İlk Kurşun Anıtı”nın alnına kazırlardı. Gerçekten de tuhaf bir durum. Neden yok acaba? Atatürk, hemşerisi Hasan Tahsin’in ismini duymamış olabilir mi?
Bütün hikâye, 1972’de İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nce çıkarılan “Anıt Adam” (yazan: Zeynel Kozanoğlu) kitabıyla başlamış ve inkılap tarihlerinde ismi geçmeyen birisi, kitapların baş köşesine kurulmaya başlamıştır.
(Yaşar Aksoy’un Notu: Yazar ve araştırmacı arkadaşım Mustafa Armağan, kendinden önceki geleneksel Hasan Tahsin düşmanlığının etkisinde kaldığını sandığım bu yazısı ile ilgili olarak yayınlanmadan önce beni arasa idi, birçok şeyi düzeltebileceğimi söyleyebilirim. Çünkü bazı yazıları yayınlanmadan önce Mustafa Armağan beni aramıştır ve Zübeyde Ana’nın kayıp kabir taşı gibi konularda birlikte bazı gerçekleri ortaya çıkarmışızdır. Bu yazısı da talihsiz bir yazıdır. Ancak her hangi bir geniş eleştiri getirmeyi gereksiz buluyorum.
ÜÇÜNCÜ YAZI:
Hasan Tahsin efsanesi yerine Süleyman Fethi gerçeği
Mustafa Armağan – Zaman gazetesi, 28 Eylül 2014
Mustafa Armağan’ın bu yazısında gündeme getirdiği Şehit Miralay Süleyman Fethi Bey ve babası Tekke Şeyhi İzzi Efendi hakkındaki tüm görüşleri doğrudur, katılıyorum. Ben de bu konuda Süleyman Fethi Bey’in milli hüviyeti ve asla unutulmaması konusunda çok uyarıcı yazı yazdım. Armağan’ın Hasan Tahsin’i küçük düşüren Yeni Şafak’taki 20.5.2012 tarihli yazısından sonda Zaman gazetesinde yayınlanan 28 Eylül 2014 tarihli yazısı artık küçük düşürücü değil, tam bir yerin dibine batırıcı değerlendirmedir. Eski ve değer verdiğim dostum Armağan, o yıllar içinde bulunduğu siyasi kampın değer yargıları doğrultusunda yazdığı bu yazılarında pek vahim yanlışlıklar ve haksızlıklar yaptı. Sadece Süleyman Fethi Bey’in isminin Konak’ta İlk Kurşun Anıtı üzerindeki ilk şehitler listesinde ismini yazdırılmadığı konusunu düzeltelim; orada şanlı şehidimizin ismi bal gibi yazılıdır. Başka eleştiri gereksiz, kitabımız gerekli yanıtları vermekte. Bizim için Süleyman Fethi Bey ile gazeteci Hasan Tahsin birbirinden ayrılmaz iki sembol şehidimizdir. İkisine de rahmet diliyoruz.
DÖRDÜNCÜ YAZI:
İzmir’de ilk kurşunu kim attı?
Ayşe Hür – 16.05.2010, Taraf
Hasan Tahsin’in yaşamını genel hatları ile verirken onun hakkında şüpheler uyandıracak bir yazı yazan Ayşe Hür’ün uzun yazısından bir cümleyi buraya alalım: “Ancak, İzmirli okurumuz, Fadıl Kocagöz’ün, yürüyüşünden dolayı ‘Lüp Lüp’ lakabıyla tanınan anne tarafından akrabası Lütfi Osmanzade Bey’den dinlediği hikâye ise şöyleydi: “Maşatlık’taki nümayiş dağıldıktan sonra, İttihatçıların Rumların arasına sızdırdığı ajanları ‘Gâvur’ Mümin ve Hasan Tahsin, gazete yazıhanesine gelip içmeye ve tartışmaya başlarlar. Hasan Tahsin’in tüberkülozuyla birlikte artan alkol düşkünlüğü, son dönemde akli melekeleri üzerinde olumsuz etki göstermektedir. Mümin Bey, Hasan Tahsin’e bir türlü söz geçirememektedir. Eğer tasarladığını yaparsa, büyük bir katliama sebebiyet vereceğini, tarihe bu lekeyle mi geçmek istediği sorusunu sorarak yanından ayrılır; çünkü halasının evindeki el bombalarını saklaması gerekmektedir. Eve geldiğinde halasına ‘intihar edecek’ demiştir. Nitekim Hasan Tahsin içmeye devam eder ve sabah, yanında bir el bombası ve iki dolu revolver (muhtemelen Luger) Punta’ya gider. Yıllar önce de uyguladığı klasik suikast yöntemiyle önce bombayı atar sonra mermileri boşaltır.” Sonrası malum… Hasan Tahsin’in suikastçı hezeyanları yüzünden yüzlerce insan ölür.
(Yaşar Aksoy’un Notu: Bilimsel tarihçi olarak değil, bir ideolojik kampın inatçı ve çalışkan kalemi olarak gördüğüm Ayşe Hür Hanımefendi’nin her ulusal değerimizi yerle bir etme enerjisi ile dopdolu olduğunu ben değil, kendisi de dahil herkes kabul eder. Bu yüzden bu yazıyı da baştan sona geniş biçimde eleştirecek ne vaktim ne de isteğim var. Ancak yazıdaki bir şeye çok güldüm. Bizim Milli Takımın, Galatasaray ve Karşıyaka Spor Kulübü’nün 1930-40’lardaki ünlü futbolcusu Osmanzade Lütfü Aksoy ağabeyimizin güya Fadıl Kocagöz’e söylediği Gavur Mümin ile ilgili baştan sona hayali iddianın, Ayşe Hür tarafından Taraf gazetesi sütunlarına taşınır iken, Lütfü ağabeyden “Lüp Lüp” diye söz etmesi beni kahkahalara boğdu.
Güya Fadıl rahmetlimiz, ona bu kişiden söz ederken “Lüp Lüp” gibi bir takma ismi olduğunu belirtmiş. Fadıl’ın bizim Lütfü ağabeyimize “Lüp Lüp” diyebileceğini asla tahmin etmem, yani bu durumda Ayşe Hanımefendi söyleneni yanlış anladı. İşin doğrusu Lütfü Aksoy’un lakabı “Lüp Lüp” değil, “Lap Lap”tır. İri yarı gövdesi ile büyük kramponlu ayakkabıları ile o zamanın toprak futbol zeminine öyle sıkı basarmış ki, “Lap.. Lap..” diye ses çıkarırmış. Tribünler koymuş bu ismi.. Bu lakap oradan, yani stadyumlardan kalmış işte. “Lüp Lüp” de nerden çıktı allasen? Belki bol alkollü entelektüel sosyal bir ortamda Fadıl ile Ayşe söyleşirlerken, sevgili Fadıl’ın ağzından çıkan “Lap Lap”, Ayşe’nin kulağında “Lüp Lüp”e dönüştü.. Başka eleştirim yok..)
BEŞİNCİ YAZI:
Hasan Tahsin meğer kurşunu ‘resmi tarih’e atmış
Agos, 22 Mayıs 2012
MHP deri Bahçeli, ‘bayrak’ mitinglerinin ikincisini geçen Cumartesi İzmir’de düzenledi. Mitingde, “İlk kurşunlar yine namluda.. Hasan Tahsin’ler hazır.. Vur da vuralım, öl de ölelim..” pankartı açıldı, Bahçeli göstericilere “İzmir’in işgaline dayanamayarak ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin nerede?” diye sordu. Peki, Hasan Tahsin kimdi? Araştırmacı Talat Ulusoy, Tahsin’in resmi tarih tarafından görmezden gelinen hikâyesini yazdı.
Gazetesi Hukuk-u Beşer’de (İnsan Hakları) İttihat ve Terakki’yi işlediği cinayetler ve çete zihniyeti nedeniyle kıyasıya eleştiren Hasan Tahsin, bu komiteyi, “Anadolu’da Rumların ve Ermenilerin imhasını emreden ve memleketlerini Almanların ellerine bırakan bu adamlar Abdülhamid siyasetinin hukuki varisidirler” sözleriyle mahkûm ediyordu. Ulusoy, resmi tarih yazıcılarına, “Bir milli kahramanın İttihat Terakki ve cinayetleriyle ilgili söylediklerinin hiç mi değeri yok?” diye soruyor.
Talat Ulusoy – ulusoytalat@yahoo.com
Tarih 15 Mayıs 1974. Yer İzmir. Bir anıt-heykel açılışı yapılacak. Heykelin önü çok kalabalık; haki üniformalı, lacivert takımlı bir grup insan. İlk Kurşun Anıtı açılacak! İzmir’de ‘Yunan’a ilk kurşunu sıkan’ adamın, Hasan Tahsin’in heykelinin üzerinde bayrak var. Kim bu kişi? Önce harcıâlem anlatıma kulak kabartalım:
“Asıl adı Osman Nevres’tir. Selanik’te doğdu. Teşkilat-ı Mahsusa adına Bükreş’te iki İngiliz’e suikast düzenlediği için 10 yıl hapse mahkûm edildi. 1916’da hapisten çıkarılınca İstanbul’a döndü. 1918’de İzmir’e yerleşerek gazeteciliğe başladı. Hukuk-u Beşer gazetesini çıkardı. 15 Mayıs 1919’da İzmir’e ayak basan Yunan askerlerine ilk kurşunu sıktı ve Yunanlılar tarafından şehit edildi.”
Anıtı açan Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk konuşuyor: “Birbirimizi doğru anlamak, hıyanetle suçlamamak gerekir. Dış tehlikelere olduğu gibi, iç tehlikelere karşı da birlik içinde olmamız şarttır. Bu millet cumhuriyete ulaşmak için dış düşmanlara karşı olduğu gibi anlaşmazlıktan doğan ve teşvik gören sebeplerle birbirleriyle de savaşarak kan dökmüştür…”
Milli kahramanın anıtını açarken Cumhurbaşkanını böyle bir konuşma yapmaya mecbur bırakan ne olabilir? “İhanetle suçlamamak” ifadesini kullanmasının arka planında ne var? Bilenler bilir ve konuşmalarında hep “oğlum sana söylüyorum, kızım sen anla” demeye getirir. Ama yine de iki yıldır süren bir tartışma var. Görünür tartışma nedenlerinden birincisi, “Yunan”a ilk kurşunu kimin attığı konusu. Hasan Tahsin’in “Yunan” askerine kurşun attığını gören hiçbir tanık yok. Ama ilk kurşunu atanın Aziz Efendi olduğuna dair Jandarma Kumandanlığı’nın raporu var!
Onu Türkeş keşfetti!
İkinci tartışma, daha doğrusu itiraz konusu şu: Yurdun başka yerlerinde daha önce atılmış kurşunlar var ve Hasan Tahsin’in attığı söylenen kurşun “ilk kurşun” değil. Dörtyol’un Karakese köyünden Kara Memed’in attığı kurşunun tarihi daha eski: 19 Aralık 1918.
Bu yazının sınırları içinde ayrıntısına giremeyeceğimiz üçüncü ve dördüncü tartışmalı noktalar da var. Biri, Hasan Tahsin’in ölü bulunduğu yer, diğeri ise atılanın kurşun mu yoksa bomba mı olduğu konusunda…
İlginç olan yan şu: “Hasan Tahsin adı Cumhuriyet ilanından kırk sene kadar sonra akla geliyor. Hatırlayan da ‘ihtilalin kudretli Albayı’ Alparslan Türkeş’tir. (M. Armağan, 20 Mayıs 2012, Zaman)
O günden sonra, Samim Kocagöz’ün ‘Kalpaklılar’ romanı, Zeynel Kozanoğlu’nun ‘Anıt Adam’ kitabı ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin heykeli sayesinde Hasan Tahsin “resmi” tarih kitaplarına, ders kitaplarına ve hatta üniversitelerde okutulan “İnkılap Tarihi” kitaplarına “tartışmasız” bir “ilk kurşun kahramanı” olarak girmiştir. Burası resmi tarih, buradan çıkış yok!
İttihatçılara beddua
Oysa Hasan Tahsin en azından yirmi yıllık bir Osmanlı “sivil”ine, bir “Osmanlı münevver” tipine, bir eski milleti hâkime mensubunun haleti ruhiyesine örnektir… Hasan Tahsin, İttihat Terakki içinde yaşadığı günler için kesin görüş sahibidir. Kasım 1918 ile Mayıs 1919 arası İzmir’de yayımlanan Hukuk-u Beşer gazetesinde 2 Ocak 1919’da yer alan “Fırkalar ve Müstakbelde Hayatımız” başlıklı yazıdan bir alıntı aktaralım:
“Bir memlekette herhangi bir fikrin, siyaset tarzının yararlı (yahut) zararlı (mı) olduğu anlaşılmak için her şeyden önce onun karşısında olan, kıyaslaması olan düşüncelerin esası ve sonuçları görülmüş olmalıdır. Buna dayalı olaraktır ki her memlekette en az iki-üç parti bulunmak ve bir parti, karşısında bulunan diğer bir partinin denetleyen ve onaylayanı olmak gerekir… Eğer İttihat ve Terakki Fırkası karşısında onun her hareketini takip eden bir parti, bir siyaset kitlesi bulunsaydı iş böyle olmaz ve şüphesiz vaziyetin kötülüğü daha önce görülür, önleme çarelerine girişilebilirdi…”
Nerede o “suikastçi” genç, nerede bu satırları yazan kişi! Beş yıl süreyle Paris kaldırımları çiğneyen, siyaset bilimi tahsili gören Hasan Tahsin aslında yeni düşüncelere açıktır ve hatta kendi ifadesiyle “sosyalist”tir.
14 Şubat tarihindeki başyazı “Felaket Başında Her Şeyden Evvel Zavallı Bizler” başlığını taşır ve İttihat Terakki’ye çok açık beddua eder: “Allahın laneti kudurmuş köpekler gibi milli kaderimizi ve hayatımızı yerin dibine batıranlara, benliğimize egemen olma iddiası güdüp şu bulunduğumuz sefil siyasi seviyeye düşmemize sebep olanlar üzerine olsun!..”
Ve devam ediyor: “Ben bugün hiçbir kişiyi düşünemiyorum ki sekiz on seneden beri karşılaştıkları kötülükler ve kanunsuzlukların acıklı bir tanığı olmasın. Evet, o lanetliler ki en pespaye ve ahlaki rezalet sahiplerine bu memleketin kaderini teslim ettiler. O hainler ki bu altı asırlık imparatorluğun şeref ve namusunu küçük düşürerek, ellerinde lastik top gibi, sefil, adi oyuncaklar gibi oynadılar. Unutmayalım ki o İttihat ve Terakki korkak olduğu kadar cüretkâr, ikiyüzlü, lanet yağdıran gizli oyunlarla bu memleketin yüzyıllar süren şanlı geçmişini kara lekelerle kirlettiler.”
Basın için ortak cemiyet
Yahu bu adam İttihat Terakki militanı, Teşkilatı Mahsusa suikastçısı değil miydi? “Cemiyet’in (İT) siyasi hayatında bütün eylemlerinde kan ve cinayet, zulüm ve suistimal, uygarlığı küçümsemek, kainata meydan okumak gibi haksızlıklar, kötü ve memleketin temeli için, içinde bulunduğumuz yüzyıl için birer ayıp olan pek çok fasıllar dururken, şimdi beyaz kağıt üzerinde yüz kızartacak kara cümlelerle kimin hesabı görülmek ve kimin onur ve değeri kurtarılmak isteniyor?”
“İttihadın kılıç artıklarının haber sayfaları ilgili oldukları eski örgütün memleketi kan ve yoksulluk içinde batırdığını, pek çok aydını tam ve yarım şehit yaparak ailelerin başlarına siyah bir tül gerdiğini, en sonra adi hırsızlar gibi önemli bir serveti alarak bilinmeyen bir yere def olup gittiğini hatırlasalar ve sussalar.” (Hukuk-u Beşer, 30 Aralık 1918)
Hukuk-u Beşer bazı günler çeşitli İzmir gazetelerinden yaptığı alıntılara sayfalarında yer verir ve bu konuda pek ayrımcılık yapmaz. Yine 30 Aralık tarihli gazetede bütün gazetelere birlikte bir “matbuat cemiyeti” kurulmasını önerir. İzmir’de Rum, Ermeni, Müslüman basın kuruluşlarının bir basın cemiyeti oluşturma çalışmalarına katılanlar İzmir geri alındıktan sonra “ihanet” ile suçlanmışlar, kimileri idam edilmiş, kimilerinin faili meçhul kalmıştır. Hasan Tahsin erken ölümüyle bu hale düşürülmekten kurtulmuştur, denilemez mi?
Hukuk-u Beşer’in İzmir basın hayatında ilişkide olduğu başlıca gazeteler şunlardır: Müsavat, Köylü, Islahat, Sada-yı Hak, Kozmos, Le Levant, Echo de France. İlk üç gazete 9 Eylül 1922’den sonra “hain” sınıfına sokulmuştur. Kozmos ve diğer ikisi ise “zaten hain”dir.
Birlikte dernek kurmayı düşündüğü yazar arkadaşları bu gazetelerde ve benzerlerinde çalışan H.Tahsin’in yaşasaydı akıbeti ne olurdu acaba?
Hasan Tahsin, 1915’te Bükreş hapishanesinde “suikast” suçundan yatıyor olmasaydı, belki de Teşkilatı Mahsusa tarafından “Ermeni Tehciri” için görevlendirilecekti! Ve belki, o günlerin canlı tanığının kaleminden İttihat Terakki yönetiminin cinayetlerini okuyacaktık. İttihat Terakki hakkında 2 Aralık 1918 günü Hukuk-u Beşer’deki şu satırlara bakar mısınız!
“Anadolu’da Rumların ve Ermenilerin imhasını emreden ve memleketlerini Almanların ellerine bırakan bu adamlar Abdülhamid siyasetinin hukuki varisidirler…”
Tarihin büyük acılarının nedenleri ve sorumlularının ortaya çıkarılması için sıkça yinelenen bir öneri var: “Bu işi tarihçilere bırakalım.” Hasan Tahsin “milli kahraman” olarak bunları yazdı ve söyledi. Bu milli kahramanın İttihat Terakki ve cinayetleriyle ilgili söylediklerinin hiç mi değeri yok?
İttihatçı ruhu ve çeteci ağzı
Hukuk-u Beşer’in iki de rakibi vardı: Anadolu ve Duygu gazeteleri. Anadolu, el altından, İttihat Terakki’nin resmi sözcüsüydü. Hasan Tahsin bunlarla kapışıyordu kıyasıya. Aşağıdaki satırlar, “Arama Bulmayasın / Haydar Rüştü yalnız İttihatçı değil, mugalatacıdır da” başlıklı yazısından:
“…Esası bozmak, hakikati değiştirmek konusunda İttihat ve Terakki’nin, hükümetinden, genel merkezine kadar hepsini büyük bir ustalık ve maharet sahibi olduklarını biliyorduk. Fakat İzmir kıyılarında böyle değerli çıraklar, bu sanattan nasiplenmiş, (bu sanata) hakkıyla vakıf öğrenciler yetiştirildiğini bilmiyorduk.
Doğası gereği Anadolu’nun evladı olan Duygu, bunun böyle olduğunu ilan ve ispat etti. Başyazarların da cidden efendilerinin kabiliyet ve zihniyetini gördük… Fırkasına, cemiyetine olan saldırı ve sataşmayı boğmak, bastırmak için “amanın kişilerle uğraşıyorlar, namuslu çehrelere saldırıyorlar… Vatanın kurtuluşunu tehlikeye düşürecekler!” diyerek herkese saldırmanın, daha doğrusu kamuoyunu çirkin bir kişisel sorun söz konusuymuş gibi hakikati arayan basından nefret ettirerek yine Rum ve Ermenilere küfür ile, Araplara hakaretler, vurguncuları korumak.. Özetle İttihatçı ruhu, çeteci ağzı, tehlikeli bir gidişle milleti oyalamak, bocalamak, şaşırtmak ve sonunda seçimler yaklaşır yaklaşmaz yeni bir maske ile, yeni bir dolapla, oyun alanına atılmak ve iş görmek, işte hedefleri.. İşte amaçları..”(Hukuk-u Beşer, 29 Mart 1919)
(Yaşar Aksoy’un notu: Bir partinin açtığı pankatta yazılanlardan herhalde toprağın altında yatan şehidin haberi yoktu.. Talat Ulusoy’un yazısına bir eleştirim yoktur. Yazı, konuya başka bir açıdan derinlik getirmiştir)
YAKIN TARİHLERDE ŞÜPHE UYANDIRAN YAZILAR
1.6.2024 tarihinde Dağarcık Türkiye Sitesi’nde “Tarihe Kör Bakmak ve Doğan Avcıoğlu’nun Mezarı” başlıklı bir yazım yayınlandı. (Bu yazının alt başlığı ise, Hasan Erel’e şükran duyuyorum, şeklinde idi)
Yazımın “Doğan Avcıoğlu’nun Mezarı” başlıklı bölümü konumuzun dışındadır. Ancak “Tarihe Kör Bakmak” başlıklı ilk bölümü yıllar sonra yine Hasan Tahsin’e kör bakan bir yazarı ilgilendirir.
Dağarcık Türkiye arkadaşlarımdan Hasan Erel, İzmir’in işgal edildiği 15 Mayıs 1919’un, 105.ci yıldönümünde sosyal medyada rastladığı Dr.Selim Erdoğan isimli bir tarih yazıcısının, yine başkalarının da sürekli yaptığı gibi Hasan Tahsin’i küçülten, dışlayan, yok sayan, hatta iftira edenler kervanında yeni bir şeyler söylediğini bana iletti..
Dr.Selim Erdoğan (@HarpCografyası) isimli bir sosyal medya hesabına sahip, kurtuluş savaşı ile ilgili kitaplar yazıyor, İstiklal isimli kitabı kütüphanemde mevcut, beğeni ile okumuştum. Ama o, benim Hasan Tahsin kitabımı okumamış besbelli, benim İlk Kurşun Anıtı’nın 1974’te dikilmesinden itibaren “Hasan Tahsin, işgaldeki ilk şehitlerimiz ve kuvayı milliye tarihi” için yaptığım 50 yıllık emeğimden habersiz.
Bu yüzden bilgisizce tarih (!) yazıyor, daha doğrusu tarihe kör bakıyor. Yani, koca İzmir’in işgalinde Hasan Tahsin’i es geçmekte. Önce sosyal medyadaki yazısını okuyalım.
HARP COĞRAFYACISI YAZIYOR
“.. Bugün bu konuda çok soru geldi. Linç edilmek pahasına, “Hasan Tahsin ve ilk kurşun” konusunda birkaç kelime etmek isterim.
Öncelikle Hasan Tahsin ve Osman Nevres olaylarını ayırmak gerekir.
Gerçek Hasan Tahsin, hep silah çağrışımlı isimde gazeteler çıkardığı ićin “Silahçı Tahsin” olarak da bilinen, Teşkilat-ı Mahsusa’nın namlı tetikçisi Hasan Tahsin’dir ve 1918 yılında öldürülmüştür.
İkinci ve konumuz olansa, her nasılsa onun kimliğini ele geçiren ve gerçek adı Osman Nevres olduğu halde Hasan Tahsin müstearıyla yazan gazetecidir.
Osman Nevres’in ne kadar gerçek olduğu apayrı bir tartışma konusu. Alternatif tarihçi zevatın iddiası “bu olayın yaşanmadığı” yönünde. Bir grup akademik tarihçi de aynı tezi savunmakta. Ancak hepsinin ortak özelliği sadece Osmanlı Arşivlerine bağlı kalmaları ve Nutuk ya da İstiklâl Harbimiz gibi olay sırasında yüzlerce kilometre uzakta olan kişilerce yazılan ve bu nedenle vâkıf olmadıkları detayları yazmaktan imtina eden isimleri birincil kaynak olarak göstermeleri. Bir diğer hata da hâlâ kime ait olduğu tartışmalı olan ve internette dolaşan (Haydar Rüştü Bey, Mahmut Hıfzı Bey, Moralızade Nail Bey???) bir hatıratta Hasan Tahsin olayına hiç değinilmemesi. Oysa bu hatıratı her kim kaleme aldıysa sadece uzaktan duyduğu silah seslerinden ve duyduğu kadarıyla Süleyman Fethi Bey’in şehit edilmesinden bahsetmektedir. Yani görgü tanığı değildir. (Bkz. Muhammet Güçlü’nün CITAD’da yayımlanan makalesi)
Oysa olaya şahit olanların hatıratında bu olay vardır ama asla isim verilmez. Meselâ İtilaf Devletleri Tetkik Komisyonunun o günkü olaylara dair yazdığı ayrıntılı raporda “nereden geldiği ve kim tarafından atıldığının anlaşılmasının mümkün olmayan birkaç el tabanca sesi duyulduğu, Yunan bayraktarın olay anında öldüğü, bunun üstüne Yunan askerlerin sesin geldiği yöne rastgele ateş etmesi üzerine çevredeki barakalardan da üzerlerine tüfek atışı yapıldığı” vurgulanmaktadır. Rapora göre 14 Mayıs 1919 günü bir grup Türk mahkum hapishaneden kaçırılmış, bunlar yakınlardaki bir cephanelikten ele geçirdikleri tüfeklerle ortadan kaybolmuşlardır. Barakalardan açılan ateşin müsebbibi olmaları muhtemeldir.
Benzer şekilde, Yunan resmî askerî anlatısında “nereden ve kimden geldiği anlaşılamayan birkaç tabanca atışı üzerine paniğe kapılan Yunan askerlerin sesin geldiği yöne rastgele ateş etmesiyle olayların kontrolden çıktığı” vurgulanmaktadır.
Özetle; Yunan Efzun Alayı’na tabancayla ateş açıldığı ve Yunan sancaktarın öldüğü bir vakıadır. Ancak hiçbir kaynakta isim anılmaz.
Osman Nevres (Hasan Tahsin) adı daha sonraları 1950lerde ortaya atılmış ve benimsenilerek anlatılagelmiştir. Muhtemelen bunun nedeni Osman Nevres’in işgalden bir gün önce Hukuk-u Beşer’de yayınlanan “gelsinler bakalım. Korkmuyoruz” başlıklı tehditkar, meydan okuyan makalesidir.
Ben hamasetten kaçınan bir tarih bilimci olarak İzmir’in işgalini anlatırken sadece ateş edilme olayını anlatmaya, isim zikretmemeye özen gösteriyorum.
Bunun üç nedeni var;
1] Tarihbilim açısından birincil kaynak olarak kabul edilen ne Osmanlı, ne Yunan, ne de İtilaf Devletleri belgelerinde isim, eşgal geçmemesi,
2] Hasan Tahsin’in naaşına asla ulaşılamaması,
3] Osman Nevres’in biyografik hiçbir bilgisinin bulunmaması.
HARP COĞRAFYACISINA YANIT
Tarihe böylesine kör bakılır mı?.. Harp Coğrafyacısı, ateş edilme olayını anlatıyormuş, ama ateş edenin veya edenlerin isimlerini zikretmemeye dikkat ediyormuş.. Bu durumda direnişin ilk kurşunlarını İzmir’in meşhur martıları ve körfezin iri levrek balıkları da atmış olabilir, değil mi?..
Bir tarihçi, tarih yazarı veya harp coğrafyacısı, tarihe “kör” bakmaz. Tam tersine gözünü sonsuza kadar açarak, binlerce kitabı, belgeyi, bilgiyi, sözlü tarih konuşmalarını, yurt içinde ve dışında tarayarak tarihi özümser, anlar ve sonra halkına ve insanlığa anlatmak için hayatını bu bilime adar.
Bu bakımdan tüm hayatını kuvayı milliye tarihine adamış bir yazar olarak, gerçekleri anlatmak farz oldu..
“.. Sayın Dr.Selim Erdoğan,
“Harp Coğrafyası” gibi ulusal, bilimsel, askeri bir başlık altında, akıl süzgecinden geçirilmeden estirilmiş görüşlere, doğal ki karşı çıkıp bilgilendirme amacıyla belgeli yanıt vermek gerek. Linç edilmek sizin sorununuz, doğruları bıkmadan anlatmak ve vatan savunması yapmak ise bizim derdimiz.
“Anıt Adam Hasan Tahsin” vatanını zaten ölümüne savunmuş..
Ama aradan geçen zaman içinde, 105 yıl sonra, “Hasan Tahsin’i Yaşatma Derneği” başkanlığını yapmış ve Kırmızı Kedi Yayınevinden bastırılıp binlerce okuyucunun eline geçmiş “Hasan Tahsin (Yürekler Selanik)” kitabını yazmış ve bu kitapla Türk Dil Derneği Ödülü’nü kazanmış bir yazar olarak, sizin 3 maddelik yorumunuza yanıt vermek bir vicdan ve vatan meselesidir bizim için.
Hasan Tahsin’e dışlayıcı bir eleştiri getirmektesiniz.. (Aslında nice çevrenin her türlü akademik araştırmayı bir kenara bırakıp, 1960’lardan beri sadece Hasan Tahsin’e ve Gazi Paşa’ya Selanikli oldukları için toptan iftira etmelerine alıştık. Bunun altında bir Türk düşmanlığı ve Cumhuriyet yıkıcılığı kumpası vardır.. Selim Bey, sizi kast etmeden yazdım bu son cümleyi..)
Gelelim konumuza..
Hasan Tahsin’i, şu sebeplerden dolayı yok sayıyorsunuz:
-
Size göre “Tarihbilim açsından birincil kaynak olarak kabul edilen ne Osmanlı, ne Yunan, ne de İtilaf Devletleri belgelerinde isim, eşgal geçmemesi..”
YANIT: İzmir’de 15 Mayıs 1919’da işgal esnasında ilk kurşunu atan kişi ile ilgili olarak onlarca belgeden sadece dört tanesini sayalım ve ilişikte yayınlayalım, bunlar işgal günü ilk anda şehit olanlarla ilgili gazete haberleridir. (Bu haberler ve yazılar İzmir’den İstanbul’a gönderilen askeri raporlara dayanmaktadır, bu konudaki raporlar şahsi arşivimizdedir. Siz de biraz emek verirseniz bu raporlara ulaşırsınız. Kendinizi Harp Coğrafyacısı ilan ettiğinize göre bu yönde emek vermeniz gerekir)
Herkesin Milli Kütüphanelerde ulaşabildiği Hasan Tahsin’in fotoğraflarıyla birlikte sunulan birkaç belgeyi hemen vereyim..
-
15 Mayıs 1921 tarihli “İleri” gazetesinde Kaymakam Dr. Şükrü, Hasan Tahsin ve Miralay Süleyman Fethi isimli ilk üç şehit anlatılmakta..
-
15 Mayıs 1921 tarihli “İleri” gazetesinde Kaymakam Dr. Şükrü, Hasan Tahsin ve Miralay Süleyman Fethi isimli ilk üç şehit anlatılmakta…
-
26 Mayıs 1919 tarihli “Tasvir-i Efkar” gazetesinde gazeteci Hasan Tahsin’in şehit edildiği anlatılmakta. Yan sütun sansüre kurban gitmiş.
-
15 Mayıs 1920 tarihli “İkdam” gazetesi.. İlk şehitler ve ilk kurşun hakkında bilgi vermekte.
24 Mayıs 1919 tarihli “İkdam” gazetesi.. İzmir’in işgali ayrıntılı sunulmakta.
Daha onlarca Osmanlı askeri ve sivil gazete haberi ve belgeyi okuyabilirsiniz. Kitabımı almanız ve satır satır incelemeniz gerek.
Yunan ve İtilaf devletleri belgelerinde Hasan Tahsin’in ismi geçmiyor demektesiniz. Bravo doğrusu.. Hangi Yunan ve İtilaf Devletleri yani Amerikan, İngiliz, Fransız belgelerini incelediniz de, bir türlü İzmir’in işgali ile ilgili satırlarda isim ve eşgal bulamadınız?..
-
Size göre, Hasan Tahsin’in naaşına asla ulaşılamamış..”
YANIT: Şehit edildikten sonra Hasan Tahsin’in kurşunlanmış gövdesi (naaşı), Yunan işgal kuvvetlerince ibret olsun diye, birkaç gün (büyük ihtimalle tam üç gün) İzmir’in Konak ile Pasaport arasındaki sahilinde, birçok Müslüman şehit naaşı ile birlikte öylece bekletildi. O haliyle ceset teşhis edildi ve fotoğrafı çekildi ve İngiltere’ye gönderildi. Ayrıntılar için sizin belki yoracağım, ama o fotoğrafların İngiltere’ye kime ve neden gönderildiği konusunda kitabımı zahmet edip okuyunuz.
Daha sonra sahilde katledilmiş vatanseverlerin tüm naaşları toplanıp, Yunan idaresinin emri ile en yakın mezarlığa toplu mezar şeklinde gömüldü. Bu konudaki Osmanlı Askeri raporlarındaki belgeleri incelemeniz gerek.
Hasan Tahsin’in İstanbul Bülbülderesi’ndeki Selanikliler kabristanındaki dimdik mezar taşı, temsili, sahte ve kimin oraya diktiği belli olmayan bir muammadır. Utanmaz bazı tarihçi müsveddelerinin iddia ettiği gibi, işgal ortamında Yunan askerlerinin vızır vızır dolaştı o sahilde sadece Hasan Tahsin şehidinin kellesinin kesilip, gizlice İstanbul’a bazı Selanikliler tarafından götürülüp Bülbülderesi kabristanına gömüldüğü iddiası, aklı yerinde kimsenin aklına sığmayacak büyük bir palavra fantezidir. Geçelim..
Gerçek naaşının yer aldığı toplu mezar ise, sahile en yakın İzmir’deki Bahribaba tepesindedir (Eski Maşatlık Kabristanı).. Bu konuda mezar yerinin tescil edilmesi için yaptığımız belgeli başvuru, CHP’li Konak Belediye Başkan Vekili Av.Mahmut Esat Aslan’ın büyük gayretleriyle belediye meclisine sunulmuştur.
Ne yazık ki geçmiş Belediye Meclisi’nde bazı karanlık tarihçilerin de araya girmesi ile oylanmadan komisyona havale edilmiş, orada bir türlü oylanmamış, aradan geçen aylar sonra ikinci bir başvuruda ret oyu verenlerin de imza atmasıyla yeniden oylanmış ve toplu mezar yerini işaret ettiğimiz yere ve civarına “İşgal günü şehit edilenler.. Hasan Tahsin ve tüm şehitlerin aziz ruhlarına rahmetle” yazılı büyük levhalarının yerleştirilmesi kararı RESMEN KONAK BELEDİYE MECLİSİNDE KARAR ALTINA ALINMIŞTIR..
Ama yine de, yok pandemi, yol deprem, yok yaklaşan ulusal ve yerel seçimler gerekçesi ile işaret levhaları konulmamıştır.
Selim Bey, dostça belirtiyorum.. Hasan Tahsin konusunda bir karanlık sihirli el, hep karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Hasan Tahsin’e ve yapılması planlanan İlk Kurşun Anıtına 1970’lerde ilk kez karşı çıkan İzmir Milli Kütüphane Vakfı Başkanı Av.Necdet Öklem’in ardılları ne yazık ki işaret ettiğim Belediye meclisinde önemli konumda idiler, üstelik Hasan Tahsin için bir küçük levhayı bile koydurtmayan meclisin danıştığı devlet memuru tarihçi, karanlık saptırma görevine devam etmektedir.. Dr.Selim Erdoğan, lütfen siz de bu kesime bilerek veya bilmeyerek hizmet etmeyin.
Yazınızda Haydar Rüştü Bey, Mahmut Hıfzı Bey, Moralızade Nail Bey gibi soru işareti ile vurguladığınız hatıratlardan söz ediyorsunuz. Ben bu kişilerle birebir konuşmuş ve hatıratlarını alıp noterde onaylatmış bir yazarım. Hasan Tahsin’in silahını 14 Mayıs gecesi Reddi İlhak Mitingi sonrasında elinden alıp korumaya alan Nail Moralı, bu silahı bana vermiştir, özenle korumaktayım. Hasan Tahsin daha sonra gece yarısı bir başka kişi veya mekanlardan ilk kurşunu atacağı son silahını edinmiştir. Sizin şüphe uyandıran yorumlarınıza katılmıyorum.
3- Size göre “Osman Nevris’in biyoğrafik hiçbir bilgisinin bulunmaması..”
YANIT: Tam tersine yazılı ve sözlü olarak, Osman Nevres’in (yani Hasan Tahsin’in) doğduğu şehir, ailesi, aile fertleri, okuduğu okullar, kültür ve siyaset ortamı, hepsi hepsi kayıt altındadır. (Şu anda aynı yayınevimiz tarafından basılmakta olan Selanik Tarihi kitabımda geniş bir şekilde aydınlanacaksınız)
Siz bu kayıtların yayınlandığı belge ve kitaplara ne yazık ki ulaşmamışsınız. Şehidin hayatını belli bölümlerin karanlık içinde olması ise, “Osmanlı Teşkilatı Mahsusa (Gizli Servis)” üyesi olması sebebiyledir. Hasan Tahsin ile ilgili kitabımızı okursanız, bir gazetecilik zaferi olarak, o gizli servisteki arkadaşları arasında yaşayan kahramanlarımızı bulup o karanlık sayfaları da aydınlattık..
Yanıtlarım şimdilik bu kadar.
Bu yanıtlarımda hiç bir siyasi, ideolojik, akademik ve ekonomik amacım yoktur, sadece “Vatan savunması” yapıyoruz..
En büyük hayalleri olan İzmir’in ele geçirilmesinin tam gerçekleşeceği anda, karşılarına dikilen İlk Kurşunun sahibi konusunda yıllardır oluşturulan şüphe ve inkar politikalarının temelinde, hala ülkemiz hakkında Emperyalist niyetler besleyen her türlü çevrenin var olduğu su götürmez bir gerçektir.
Tarihimize “kör” bakmayalım, bir kuvayı milliyeci “gerçekçi” olarak bakalım..
Hasan Tahsin’e iftira eden veya görmezden gelenlere karşı, tam 15 Mayıs 2024 tarihinde “Veryansıntv”de yayınlanan “Anıt Adam Kendini Savunuyor” başlıklı yazım da size daha geniş bilgiler verebilir..
Tavrımız, şehitlerimizi bilgi ve belge çerçevesinde sonuna kadar savunmaktır..
Anlayacağınızı ümit ediyorum.
Kurtuluş savaşımızla ilgi kitaplarınızın başarıyla devamını dilerim..
Saygılarımla..
TARİHE ESKİ YAZDIKLARINI YALANLAYARAK BAKMAK..
Kurtuluş Savaşı ve Hasan Tahsin araştırmacılarının kafasını karıştıran, böylece laik, Atatürkçü ve devrimci milliyetçi cepheye düşman olan karşıt cepheye, ne yazık ki malzeme taşıyan en önemli kitap, 1970 Karacan Armağanı alan Nurdoğan Taçalan’ın “Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken” isimli kitabıdır.
Bu kitap bizi (ve konu ile ilgilenen herkesi), İzmir Tarihi konusunda bilinçlendiren ilk mükemmel kitaplardan biridir. Nurdoğan Taçalan, 1965 – 75’lerde benim de görev aldığım Demokrat İzmir gazetesinde ağırlığı olan bir gazeteciydi. Daha sonra yakın dostu Mahmut Türkmenoğlu, Gümrük ve Tekel Bakanı olunca, bu bakanlıkta Basın – Yayın Müşaviri olarak görev aldı..
Yazdığı kitap hepimizi bilinçlendirmiştir. Eski Türkçe bilmemesine rağmen Hasan Tahsin’in Milli Kütüphane’de koleksiyonu olan Hukuk-u Beşer gazetesinden kütüphane çatısı altında fotokopiler çektirir ve Hasan Tahsin’in hayatını ve yazılarını aydınlatmaya çalışırdı.
Gazetemizde tek Osmanlıca bilen düzeltmenler başı yaşlı Hasan Rasim ustamız galiba ona bu konuda sonuna kadar yardım etmiş ve fotokopileri Latin alfabesine çevirmiştir sanıyorum. Başkası da olabilir..
1970 baskılı “Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken” kitabındaki 124 – 142. ci sayfalar arasındaki “Hasan Tahsin Adında Bir Adam” bölümü (7.Bölüm), şehit gazeteciyi “Selanikli bir vatansever, reaksiyoner bir İttihatçı, Osmanlı Gizli Servisi demek olan Teşkilatı Mahsusa üyesi, hatta sosyalist eğilimli, ilk kurşunu atan bir büyük kahraman” olarak tanıtmıştır.
Bu ifadeleri yazan Nurdoğan Taçalan’dır.
Taçalan’ın kitabı, aynı isimle Hür Yayın’dan 1981 yılında, Bilgi Yayınevi’den 2007 yılında tekrar basılmıştır.
Kitap, aynen tekrar tekrar basılmıştır yani..
Ancak 1981 yılında Hür Yayın’dan basılan kitabın 102.ci sayfasında Hasan Tahsin’in; Mason, 108.ci sayfasında İngiliz Gizli Servisi elemanı, 118 – 119 sayfalarında ise “Sosyalist değildir, özel teşebbüsçü, liberal, Prens Sabahattin yanlısı, milli burjuvazi taraftarı, Çerkez milliyetçisi” ibareleri ve muğlak anlamları bulunmaktadır.
Bu göndermeler birinci kitapta yoktur..
Böylece ikinci kitaptaki, ideolojik sapma çok bambaşka alanlara bize götürmekte ve Hasan Tahsin’in hem yurtsever, hem sosyalist kimliğinden şüphe duymamıza yol açmaktadır.
Hatta, üçüncü kitap olan Bilgi Yayınevinin bastığı kitabın 177.ci sayfasında Hasan Tahsin’in “Hürriyet ve İtilafçı ağzı ile konuşup, yazdığı” belirtilmektedir. Hayatı boyunca İttihatçı olan Hasan Tahsin’in, 1. Dünya Savaşı sonrası İttihat ve Terakki tarihe karışıp, tam zıddındaki Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne iktidar yolu açıldığında, bir manevra ile kendini başka türlü tanıtıp zaman kazanmayı düşünebileceği akla getirilmemektedir. 15 Mayıs 1919 sabahı ilk kurşunu atarak Hasan Tahsin bu bilmeceyi canı pahasına çözmüştür..
Nurdoğan Taçalan, bu iki ve hatta üç kitabı arasındaki müthiş farkların gerekçelerini daha net açıklamadan, elindeki belgeleri daha açık sunmadan 1992 yılında gazetecilikten ayrılmıştır. İnternetten bilgi alamadım, yaşıyor ise eski gazetemin bu ünlü yazarına sevgi ve saygılarımı sunarım..
Ancak Hasan Tahsin’i ilk kez ayrıntılı gündeme getirerek 1970 yılında Karacan armağanı alan Nurdoğan Taçalan’ın bu zikzakları, bundan sonraki zamanda Hasan Tahsin’i ideolojik olarak eleştirecek olan ve iftiralar üretecek Türkiye ve Türk düşmanlarına büyük kozlar vermiştir.. Nokta.
TARİHE GİZLİ AMAÇ İÇİN ÇARPITARAK BAKMAK
Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü emekli öğretim üyesi Efdal Sevinçli, son zamanlarda “İzmir Basın Tarihi” üzerine Osmanlıca gazetelerden okumalar yapıyormuş, sonra yazılar yazıyormuş, kendisi böyle ifade ediyor..
Fakültenin Tiyatro bölümü elemanı.. Şimdi Basın Tarihi üzerine ısrarlı arayışlar içinde.. İzmir Basını için, tüm hayatını ve daima ödüllerle süslenmiş emeğini harcamış bir gazeteci olarak soruyorum: Ne alaka?..
Oysa biz İzmir Basın Tarihi deyince tek bilim adamını tanırız, biliriz, severiz, kitapların kütüphanemizde hazine gibi saklarız.
O, bir tarihçidir.. Tiyatrocu değil..
Rahmetli Prof.Dr.Zeki Arıkan İzmir Basın Tarihi disiplininin tek bilim adamıdır. Bendeki kitaplarını sayalım:
-
Doç.Dr.Zeki Arıkan – Mütareke ve İşgal Dönemi İzmir Basını (30 Ekim 1918 – 8 Eylül 1922) – Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, 1989.
-
Zeki Arıkan – İzmir Basın Tarihi (1868 – 1938) – Ege Üniversitesi Yayınları Edebiyat Fakültesi, Yayın No:137, 2006
-
Prof.Dr.Zeki Arıkan – İzmir Basınından Seçmeler (1872 – 1922), Cilt:1 – İzmir Büyükşehir Bediyesi Kültür Yayını, 2001
-
Prof.Dr.Zeki Arıkan – İzmir Basınından Seçmeler (1923 – 1938), Cilt:2, 1.Kitap – İzmir Büyükşehir Bediyesi Kültür Yayını, 2003
-
Prof.Dr.Zeki Arıkan – İzmir Basınından Seçmeler (1923 – 1938), Cilt:2, 2.Kitap– İzmir Büyükşehir Bediyesi Kültür Yayını, 2008
-
Prof.Dr.Zeki Arıkan – İzmir Basınından Seçmeler (1823 – 1938), Cilt:2, 3.Kitap – İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayını, 2008
Rahmetli Zeki Arıkan hocamız, arı gibi akademik çalışkanlığı, mütevazi kimliği, kibirsiz hizmet aşkı ve Anti-emperyalist Atatürkçü bilinciyle İzmir Basın Tarihi’ne eşsiz katkılar yapmıştır. Onu örnek alırız biz…
Peki Efdal Sevinçli kim?..
Toplumsal Tarih’in 2022-Aralık sayısında Efdal Sevinçli imzası ile “Hasan Tahsin Tanıyor muyuz?” başlıklı yazı üzerinde öncelikle duralım. (Bu yazıyı yazan kişi, Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü emeklisi, Osmanlıca uzmanı bir eski öğretim üyesi. Doktora sahibi, o kadar.. Tarihçi değil.)
“Hasan Tahsin Tanıyor muyuz?”..Bu başlık, sözü geçen o kişiyi (yani Hasan Tahsin’i) tanıyalım şeklinde iyi niyetli de okunabilir, siz bu adamı hiç tanımadınız, o başka kişilikte biri biçiminde de okunabilir. Yazı, ikinci hedefe odaklanmıştır.
Bu yazı, eleştirilerim üzerine Hakan Günenç’in SMYRNA Facebook sitesinde 16.1.2024 tarihinde bir kez daha yayınlandı.
“Hasan Tahsin’i Tanıyor muyuz?” başlıklı yazıdan önemli cümleleri aktaralım:
“.. Gerçekleştirilişi ve kanıtları açısından hâlâ tartıştığımız “ilk kurşun” eyleminde parçalanmış bedeniyle yer alan Hasan Tahsin’in adını, gazetesi Hukuk-ı Beşer’i, bu eylem olmasaydı, 104 yıl sonra, İzmir basınının muhalif gazetecileri /gazeteleri arasında bulabilir miydik, bilmiyorum.
(…)
Fakat eldeki bilgiler / belgeler, Hasan Tahsin’i yeterince tanımamıza yetiyor mu?
(…)
Hasan Tahsin’in siyasal görüşüne ilişkin değerlendirmelerde “sosyalist” oluşuna kimi araştırıcılar kuşkuyla yaklaşıyor. Bir yerde “sosyalist”, bir yerde “Türk milliyetçisi” olan, Bolşevik olduğu vurgulanan Hasan Tahsîn’in, ülkemizin yaşadığı siyasal fırtına içinde, düşünce dünyasında zaman zaman savrulmalar yaşadığı anlaşılıyor.
(…)
Hasan Tahsin’e Yönelik Eleştiriler, Suçlamalar…
120 sayısı eksik olan Hukuk-ı Beşer’i inceleyemediğimiz için Hasan Tahsin’i “ne kadar tanıyoruz” sorumuzun karşılığını, şimdilik bulamayacağımı biliyorum.
(…)
Evet, bir daha soruyorum, Hasan Tahsin’i bugün ne kadar tanıyoruz? İlginçtir, döneme tanıklık eden anılarda da Hasan Tahsin’e ilişkin bilgiler çok yetersizdir. Gazeteler arasındaki sert tartışmaların yaşandığı günlerin sıcaklığı içinde, Duygu gazetesinin yazarı Ahmet Talat Onay’ın, Açıksöz gazetesinde [No.48-58, Mayıs – Temmuz 1920] dokuz bölüm olarak yayımlanan, “İzmir Nasıl İşgal Edildi?” başlıklı dizi yazısında, Hasan Tahsin’e yönelik, bugüne değin dikkati çekmeyen bir eleştirisini, dahası suçlamasını okuyunca insan şaşırıyor, inanası gelmiyor:
“.. İşgal günü suret-i fecîada katledilen Selânikli Haşan Tahsin’in Hukuk-ı Beşer ismindeki gazetesinde intişâr eden, Venizelos’un Türk ve İslam muhibbi olduğu hakkındaki -para ile yazdırılan– makalesi, Rumlara haylice ümitler vermişti. Emin Süreyya’nın Islâhât’ı, Sakızlı ma’hûd Sırrı’nın Sadâ’sı müstesna olmak üzere diğer Türkçe gazetelerin Yunan düşmanlığı hususunda ittihat etmeleri Metropolithane’yı şaşırttı.”
SONUÇ: Selanikli Hasan Tahsin’in, sahibi olduğu Hukuk-u Beşer gazetesinde Yunan Başbakanı Venizelos’un Türk ve İslam seveni olduğunu beyan eden yazısının para ile yazdırıldığını iddia eden Açıkgöz gazetesindeki yazısının, Eftal Sevinçli tarafından “Hasan Tahsin’i tanıyor muyuz?” şeklinde müphem, muallak ve içinde ağır lekeleme taşıyan sinsi bir soru işaretine dönüştürülmesi, tam da 50 yıldır İlk Kurşun Anıtı’nın simgesi olan gazeteci Hasan Tahsin’e bin bir iftira edenler için bulunmaz bir belgedir.
İlk kurşunun atılmasından bir yıl sonra kim olduğu hiç önemli olmayan Ahmet Talat Onay isimli birinin Açıksöz gazetesinde yayınlanan bir yazısının ve yazarının gerçekler karşısında hiçbir değeri yoktur. Ancak E.Sevinçli bu iddiayı hemen öne çıkaracaktır.. Sol görünümlü liberal bir dergide yayınlatacak. Ulusal konulara kör bakan politik veya akademik çevrelere servis edilecektir.
Bu yazıyı negatif anlamda kullanacakları önümüzdeki süreç içinde net biçimde göreceğiz. Haydi bakalım İslamcı, Atatürk düşmanı, liberal sol, liberal ve Fethullahçı fikir adamları her zaman her ortamda yaptığınız gibi Hasan Tahsin’e birer kurşun da buradan siz sıkın bakalım.
E. Sevinçli’nin yukarıdaki yazısını, 10 kelimelik, tek cümlelik bir şekilde, özel bir haberleşme ortamında eleştirerek gazeteci Hasan Tahsin Kocabaş’a belirttim. E. Efendi’ye herhalde kuşlar bu özel konuşmayı ihbar ettiler.
E.Sevinçli hemen kuyruğuna basılmış sürüngen gibi sosyal medyada garip bir şekilde feveran etti. Acil paylaşımından iki noktayı gündeme getiriyorum
-
Benden “malum kişi” diye söz etti..
-
Bana şu sözü çok manidar “ Sen kimsin be adam?… Sen kimsin? Gerçek kimliğini söyle!…
Ben söyleyeyim. Bu tür kişiler, bir çevre oluşturarak, İzmir’de kültür dünyasında belli egemenlik kurarak, tam 50 yıldır benim kuyumu kazdılar. Ne koltuklarına adaydım, ne onlarla yarış halindeydim, ne siyaset içindeydim, ne de karılarına kızlarına asıldım, ne de akçalı işlere girdim. Ama, inanç dünyam ve başarılarım onları hep ürküttü.
Efdal Efendi, gerçek kimliğini söyle derken, “Benim polis, MİT ajanı, faşist, komünist, Yahudi, Sebatayist, terörist, Fetullahçı, İŞİD, DEAŞ, ne bileyim çok kötü bir gizli kimliğim olduğunu” ima ediyor. Bu tür dedikoduları yıllardır yaydılar zaten..Nokta.
AYDOĞAN YAVAŞLI’YI DA MAHVETTİLER..
Hasan Tahsin aşığı bir başka yazar arkadaşımıza da aynı tuzakları kurdular.. Aynı ve benzer suçlamaları, yine aynı çevre, Anadolu şehir, kasaba ve köylerinde binlerce kitap imzalayan, üstelik “Ben Hasan Tahsin” kitabının yazarı yurtsever öğretmen Aydoğan Yavaşlı için de yıllarca sürekli iftira ettiler.
Aydoğan ve eşi Melahat Sivas – Madımak faciasını yaşadılar. Melahat yandı, Aydoğan’ın ismi televizyonlarda öldü diye geçti, sonra yaşadığı ortaya çıktı.
Aydoğan için ne dediler, bilir misiniz? Güya gericilerin yaktığı alevler, Madımak otelini sarınca, Aydoğan şöyle demiş binanın içindekilere:
“.. Aziz Nesin’i dışarıdaki kalabalığa verelim, biz kurtulalım!..”
Bu iftirayı tüm Türkiye’ye yaydılar.. Aydoğan bir öğretmen edebiyatçı olarak onların içinden yetişmiş, sonra kendine Doğu Perinçek çizgisinde onlardan ayrı yol çizmişti. Tüm şifrelerini, tüm içyüzlerini, tüm kibirlerini, tüm oyunlarını biliyordu. Bu yüzden Aydoğan bitirilmeliydi.. Onu bir türlü hazmedemiyorlardı.
Aydoğan bu iftiralar karşısında dayanamadı, ruhen çöktü, psikolojisi allak bullak oldu, ailesi geçici olarak dağıldı, sonunda aort damarı patladı. Güçlükle yaşatıldı. Ama sonraki yıllarda, intikamını, binlerce çocuğun okuduğu “Ben Hasan Tahsin” kitabını yazarak ve Anadolu’nun ücra köşelerine giderek okuyucularına imzalayarak aldı.
Ama yine kalbi dayanamadı. 17.5.2024 günü yorgun kalbinin durması yüzünden vefat etti.
Aydoğan, “Ben Mustafa Kemal”, “Ben Kubilay”, “Ben Hasan Tahsin” kitaplarıyla Anadolu’da on binlerce öğrencinin bilincine katkı yaptı. Şiir, hikâye, deneme gibi çeşitli türlerde verdiği eserleri Adam Sanat, Cumhuriyet-Kitap, Ege Telgraf, Yeni Asır, Adam Öykü, Dönemeç, Varlık, Sincan İstasyonu gibi çeşitli dergilerde yayımlandı..
O, Hasan Tahsin’den ilham alan bir yurtseverdi.
Hiç acımadılar ona..
İftira attılar, yalan söylediler, kıskandılar. Ben hepsine şahidim..
17.5.2024 tarihinde vefat eden Aydoğan Yavaşlı, 18.5.2024 tarihinde öğlen namazından sonra memleketindeki Muradiye Camiinden sonsuzluğa uğurlandı. Ona yapılan iftiraları sonuna kadar bilen yüzlerce yakın dostu, evlatları Alper ve Doğukan, başta Salim Çetin ve Adem Kargı, onun tabutunu taşıdılar..
Rahmet diliyorum sevgili kardeşim..
ANIT ADAM KENDİNİ SAVUNUYOR
15 Mayıs 2024 tarihinde kendi sosyal medya kanalımda “Anıt Adam Kendini Savunuyor” başlıklı bir yazı yazarak, Hasan Tahsin’e iftira eden kimi çevreleri bir daha gündeme getirdim.
Bu yazımda Efdal Sevinçli ismi geçmedi. Prens Efdalettin isimli bir inkarcıya değindim. Şunları belirttim:
“.. Bugün, dünyamızı sömüren Baş patron Amerikan Emperyalizminin, İngiltere isimli muavini ile birlikte, Yunan Emperyalizmini kışkırtarak İzmir’e muazzam bir donanma ile saldırdığı 15 Mayıs 1919 faciasının 105’inci yıl dönümü..
Bu tarih, aynı zamanda rahmetli Sabri Süphandağlı başkanlığındaki İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin, gazeteci Zeynel Kozanoğlu ve Hikmet Çetinkaya başta olmak üzere, benim de içinde bulunduğum tüm gazetecilerce birlikte gerçekleştirilen kahramanca bir ulusal kampanya ile Türk milletini tümüyle arkasına alarak, İzmir Konak Meydanına “İlk Kurşun (Hasan Tahsin) Anıtı’nı diktiği 15 Mayıs 1974 tarihinin de tam 50.yıl dönümü.. Oradaydım, anıt dikilirken.. Sabri Süphandağlı büyüğümün yanı başındaydım..
Merhum Sabri Süphandağlı’nın gelini gazeteci Aylin Süphandağlı ve ailesine, rahmetli Can Süphandağlı kardeşime, yine bu anıt dikme onurlu mücadelesinde cemiyetimizin yönetim kurullarında çalışmış ve halen hayatta olan Çetin Gürel, Tayfur Göçmenoğlu, Levent Bimen, Türkmen Parlak gibi meslek büyüklerimize, bu vesile ile derin saygılarımı ve selamlarımı sunarım.. (Unuttuklarım varsa affetsinler..)
Bu yüzden yazımızın başına bu muazzam savaş donanmasının en önünde ilerleyen Amerikan Amirallik Gemisi Arizona zırhlısının New York limanından çıkışını gösteren fotoğrafını koyduk..
Bugün bu uzun yazımı yazmanın esas sebebi, 15 Mayıs 1974 tarihi öncesi ve sonrasında çalıştığım Demokrat İzmir, Yeni Asır, Hürriyet, Dokuz Eylül gibi gazetelerde ve kalem oynattığım Cumhuriyet gazetesinde belki yüzlerce yazı yazarak, Hasan Tahsin kahramanımıza, alçakça direkt veya sinsice arkadan dolanarak saldıran nice milliyetsiz ve art niyetli kişiye tek başıma karşı çıkarak Anıt Adam’ın savunmasını, ısrarla ve cesurca belgelere dayanarak yapmış olmamdır.
Bir süre önce Toplumsal Tarih dergisinde “Prens Efdalettin” isimli tarihle alakasız bir akademisyen kimlikli bir şahsın “Hasan Tahsin’i Tanıyor muyuz?” başlıklı yazı ile ilk kurşunu atan sosyalist gazeteci Hasan Tahsin’i itibarsızlaştıran, onun hakkında şüphe ve kuşku tohumlarını kafalara eken, en önemlisi tam 105 yıldır onu yerin dibine batıran iftiralar kervanına katkı yapan birinin ” şahsıma sosyal medyada yaptığı hakaretlere yanıt vermek içindir.
(Ayrıca: Meraklısı, aynı Toplumsal Tarih dergisinde Hasan Tahsin’in sosyalist inançlı olduğuna dair, derginin Şubat 2020 tarihli Yaşar Aksoy imzalı, “Hasan Tahsin’in Son Yazıları: Lenin ve Troçki Hakkındaki Görüşleri” başlıklı yazıyı okuyabilir.. Hasan Tahsin nasıl yazılır, açıkça görülebilir..)
Suçumuz Hasan Tahsin’i her ortamda savunmak!..
Prens Efdalettin yazısında “Hasan Tahsin’in tanıyor muyuz?” diye bize soruyor aklı sıra..
Biz de, tüm Hasan Tahsin düşmanlarına gönderme yaparak, “Tanıyoruz lan!.. İlk kurşunu attığı için, anıtlaştığı için.. Halkımızın gözünde bir yurtsever sembol olduğu için tanıyoruz. Yetmiyor mu lan?.. Nokta..” dedik
Hasan Tahsin’e, İngiliz yetiştirmesi Kadir Mısıroğlu’nun fitilini ateşlediği saldırılar, iftiralar, haksız eleştiriler kervanına böylece Prens Efdalettin de katılmış oldu.
Tümüne birden, alayına bu yazımla şimdilik bu kadar yanıt vereceğim.
ANIT ADAM, KENDİNİ İŞTE BÖYLE SAVUNUR!
Saldırı ve iftiraların fitilini Fesli Kadir Mısıroğlu, sahibi olduğu Sebil dergisinde başlatmıştır.
Cumhuriyet gazetesinin 8.5.2024 tarihli sayısında Zülal Kalkandelen, bu Cumhuriyet düşmanı için bakın ne yazıyor:
“.. Bilal Erdoğan, ölümünün 5.ci yılında Kadir Mısıroğlu için düzenlenen sempozyuma atılıp ona övgüler yağdırmış. Kimdir Mısıroğlu?.. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk hakkında yaptı hakaretler ile tanınan Fesli Kadir.. Laikliğe, Cumhuriyet Devrimi’ne, Atatürk’e nefret saçan bu şahıs..”
Fesli’nin ardından kalpaklı sahte ulusalcı Yalçın Küçük gelmiştir..
Prof.Yalçın Küçük ısrarla, “Hasan Tahsin, işbirlikçi bir Yahudi’dir..”diyor.. Yine Türkiyemiz çok büyük bir emperyalist ittifak tarafından kuşatılmış bir ortamda iken, üstelik Türk askeri Irak, Suriye ve Libya’da büyük tehlikelerle karşı karşıya görev başında iken, terörle canla başla mücadele ederken; tam da 31 Aralık 2019 tarihinde “2020’yi Kemalizmle mücadele senesi ilan edelim mi? 2020 Kemalizmin sonu..” cümlesi ile bir twitt atan Mustafa Armağan yönetimindeki “Derin Tarih” dergisi de, Aralık 2019 tarihli sayısında Hasan Tahsin’i bir “düşman portresi” gibi sunmakta. Böylece “Derin Tarih” dergisindeki iftiralara da yanıt vermek farz oldu..
Yanıtlarımızı geniş bir dizi yazı halinde tam sayfa 9 – 18 Aralık 2019 tarihlerinde yayınlayan İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin yaygın organı “Dokuz Eylül” gazetesine ve genel yönetmeni Murat Attila’ya şükran borçluyuz. Şimdi bir kördüğüm haline getirilmiş olan “İlk Kurşun” olayını çözelim.
Öncelikle şunları tespit edelim: Selanik doğumlu “Anıt Adam” Hasan Tahsin’e saldıran, iftira eden ile ; yani, gerçekte Selanik doğumlu Atatürk ile Cumhuriyet Tarihi’ni çamura bulamak isteyenlerin tümü geniş bir cephe halindedirler. Yalçın Küçük’ün, Hasan Tahsin hakkında devamlı olarak yazdıkları ve söyledikleri Kara Dedikodu’dur. Kara Dedikodu, Emperyalizmi hedef almamakta, tam tersine Emperyalizme hizmet etmektedir.
İFTİRA VE ELEŞTİRİLERE YANIT VERİYORUZ..
“Hasan Tahsin’e iftira etmek ve devamlı suçlama yapmak, İlk Kurşun Anıtı’nın 1974’te İzmir Konak Meydanına İzmir Gazeteciler Cemiyeti tarafından düzenlenen muhteşem bir kampanya ile dikilmesinden itibaren yani, tam 50 yıldır gafil kalemler tarafından moda haline getirilmiştir. Hatta sol (!) aydın (!) etiketli Prof.Yalçın Küçük, milli mücadele kahramanı olan gazeteci Hasan Tahsin’e “kuvayı milliye düşmanı, işbirlikçi, gizli Yahudi” diye sürekli yazabilmiş ve konuşmuştur. Hangi Yalçın Küçük?..
Arşivimde bulunan ve içindekileri dehşetle okuduğum 1993 yılında Zağros Yayınevi’nin yayınladığı “Dirilişin Öyküsü” isimli, kapağında Kalaşnikoflu teröristlerle el sıkışan Abdullah Öcalan’ın fotoğrafının bulunduğu, iki imzalı “Abdullah Öcalan ve Yalçın Küçük” imzası ile yayınlanan kitabın yazarı Yalçın Küçük’ten söz ediyoruz.
Yani PKK’nın kuruluşunu diriliş diye takdim eden bu profesör, halkımızın dirilişinde ilk kurşununu atan kahraman gazeteciye devamlı iftira ve hakaret etmiştir. Devam edelim.”
GENİŞ BİR İFTİRA CEPHESİ
Hasan Tahsin’e saldıran, iftira edenler yani, gerçekte Cumhuriyet Tarihi’ni çamura bulamak isteyenlerin tümü geniş bir cephe halindedirler.
Kurtuluş Savaşımızın 100.yılı olan 2019 yılında, “Toplumsal Tarih” dergisinin Ağustos 2019 tarihli sayısında “Türkiye’de Dünü İnşa Etmek – Hasan Tahsin ve İlk Kurşun Anıtı” isimli yazısıyla şehit gazetecinin ilk kurşunu atmadığı iddiasını kıvır kıvır eski yalan söylentilerden hareketle yeniden yazan, devlet memuru, hem de Dokuz Eylül Üniversitesi akademisyeni Mithat K.Vural ve daha da vahimi “Derin Tarih” dergisinin Aralık 2109 tarihli sayısında yine Hasan Tahsin’e bir çok kalem ile birlikte iftiraları sıralayan kıdemli Hasan Tahsin düşmanı Mustafa Armağan da bu kafilenin içindedirler ne yazık ki.. Prens Efdalettin minik bir ayrıntıdır aslında Ama o da mide bulandırıyor..
Biz, Türkiye her yönden gelen terörle savaşırken, Hasan Tahsin’e namlusu doğrultan mevcut iktidarın gözde tarihçisi Mustafa Armağan tarafından yayınlanan “Derin Tarih” dergisinin Aralık 2019 tarihli sayısında yayınlanan iftiralara, korkusuzca yanıt vermek zorundayız. Yalçın Küçük’ten başlayarak tüm iftiracıların yüzlerine gerçekleri çarpacağız.
HASAN TAHSİN İŞBİRLİKÇİDİR
Yalçın Küçük, “Derin Tarih” dergisinde eski yazılarından alıntı yapılarak şunları yazdı:
“Elimizdeki bilgiler şunlardır: Hasan Tahsin’in kuvayı milliyeci olduğunu gösteren hiçbir işarete sahip bulunmuyoruz. Bütün bilgiler, Hasan Tahsin’in işgale mukavemet düşüncesine karşı, bir işbirlikçi olduğu yönündedir. Hasan Tahsin’in nasıl öldüğü ve öldürüldüğü konusunda hiçbir kanıt yoktur. İşgal günü ne yapmakta olduğu noktasında ise güvendirici bir tanıklık bulunmamaktadır.
Asıl adı “Osman Nevres” olan ve “Dönme (Gizli Yahudi, Sebatayist)” olduğu ileri sürülen Hasan Tahsin’in bütün yaşamında açıklanamayan kuşkulu noktalar bulunmaktadır. (Bilgesu Erenus ve Yalçın Küçük, Aydınlık Zindan, Kaynak Yayınları, 2000,s.146- 147)
İzmir’in Helen kuvvetleri tarafından işgali, Türkiye kurtuluş hareketinin başlangıcı değildir; bu, ciddiyetten son derece uzak bir iddia olarak ortada duruyor. Daha da ciddiyetsiz bir iddia ise, ilk kurşunun İzmir’de atılması oluyor; İzmir’de bir “ilk kurşun” anıtının olmasını bir tarih tuluatı olarak görüyorum. Türkiye’nin modern kurtuluş savaşında ilk kurşun İskenderun çevresinde ve yine Ermeni tehditi karşısında atılıyor. Bezmi Nusret Kaygusuz, anılarında, Hasan Tahsin’in her türlü direnişe karşı olduğunu, İngiliz yanlısı “Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti” üyesi olduğunu, İzmir’de başyazarlığını yaptığı Hukuk-u Beşer gazetesinin de aynı rengi taşıdığını ortaya koyuyor; “bu gazete, Cemiyeti, tamamen Prens Sabahattin’e bağlamaktadır” diyor.
Türkiye kurtuluş mücadelesinde ilk kurşunu attığı ileri sürüyen kimsenin, kurtuluşa ve direnmeye karşı olması gibi bir tarihin cilvesi üzerinde durmak gereğini duyuyorum. Hasan Tahsin gözü dönmüş bir ihbarcıdır gizli direniş yuvalarını, işgal kuvvetleri delegelerine açıklamayı açıkça savunabiliyor. Böyle bir insanın bir derinişçi veya kurtuluşçu olmasını imkan dahilinde göremiyorum (Türkiye üzerine Tezler 5, Tekin yayınları, 1992, s.343)
“Derin Tarih”te Yalçın Küçük imzası ile yayınlanan bu yazıdaki iddiaların tümü yalan ve iftiradır. Hasan Tahsin’in nasıl bir direnişçi olduğu Emperyalizme karşı halkını nasıl uyardığını belgeleyen tüm direniş yazılarının toplu basımı olan “Hukuk-u Beşer” (tıpkı basım, APİKAM Yayını) gazetesi yazılarında ve 14 Mayıs gecesi Maşatlık Mitingi’nde yaptığı konuşmaya tanık olmuş kişilerin, Yaşar Aksoy ve TRT arşivinde bulunan görüntülerinde ve sayısız tarih kitabında sabittir. Bir dönem Osmanlı Sulh ve Selamet Fırkası çizgisinde kalem oynatması ise, millici faaliyetlerini perdelemek içindir (Belgeleri için bakınız, Yaşar Aksoy’un Hasan Tahsin – Yürekler Selanik kitabı)..
Gelelim gizli Yahudi iddiasına..
HASAN TAHSİN, GİZLİ YAHUDİ’DİR
Şimdi, Göktürk Fırat imzası ile 17.4.2005 tarihinde yayınlanmış Trabzon İHA kaynaklı birkaç medya haberi okuyalım..
Başlık: Yalçın Küçük,Hasan Tahsin’in düşmana ilk kurşunu atmadığı ve kendisinin İbrani (Yahudi) olduğunu ortaya çıkardı:
“Trabzon Dünya Ticaret Merkezi’ndeki Doğu Karadeniz 1. Kitap ve Kültür Sanat Fuarı’na katılan araştırmacı-yazar Prof. Dr. Yalçın Küçük, okurları ile buluştu. Prof. Dr. Yalçın Küçük, okurlarına hitaben yaptığı söyleşide yakın tarihimizde yer alan birçok olayın gerçek olmadığını ileri sürerek, kurtuluş mücadelesinde ilk kurşunu attığı söylenen Hasan Tahsin’in ‘İbrani’ olduğunu iddia etti. “Hiçbir ülke tarihinde ve savaş tarihinde ilk kurşun diye bir olay yoktur” diyen Küçük, “Kurtuluş mücadelesinde Hasan Tahsin’in ilk kurşunu attığı doğru değildir. Yaptığım araştırmada Hasan Tahsin’in ‘İbrani’ olduğunu öğrendim” diye konuştu.
Murat Aydın imzası ile Haber 7com’da 29.4.2005 tarihinde yayınlanan bir başka medya haberi:
Başlık: İlk kurşun İzmir’e atıldı palavrası
Gazi Üniversitesi’nde profesör olan yazar Yalçın Küçük İsyan 2 isimli yeni kitabında gündemin üstüne yerleşiyor. Kitapta şunlar yazılı: “ İlk kurşun İzmir’de atıldı palavrası.. Hep söylerler. İlk Kurşun’u İzmir’de Hasan Tahsin atmıştır. Hayır. İlk Kurşun, İskenderun Dörtyol’da atılmıştır. Ve atılan köy ise Ermenilerin yaşadığı bir köydür. İlk Kurşun’u attığı söylenen kişi olan Hasan Tahsin’in adının ise Osman Nevres olduğunu artık biliyoruz. Nevres ise Yahudidir. Yahudiler ve kripto Yahudiler ise, İlk Kurşun masalını hep kendilerine mal ediyorlar…”
KARA DEDİKODUNUN TERÖRE KATKISI
Yalçın Küçük’ten bu yönde daha bir çok örnekler verebiliriz.. Önce şunu vurgulayalım.. Yalçın Küçük’ün Hasan Tahsin hakkında yıllarca devamlı olarak yazdıkları ve söyledikleri Kara Dedikodu’dur.
Hiçbir bilimsel kritere uymayan, kara dedikodu şeklindeki bu deli saçması iddiaların tarihin çöp tenekesinde yer alacağı şüphesizdir, ancak saf ve meraklı genç beyinlerde oluşturduğu tahribat bilinmelidir.
Hele muhafazakar – sağ radikal kesimin militanlarını bu tür yayınların tahrik ettiği ve tetikçiliğe sevk ettiği unutulmamalıdır. Hatırlayalım, Malatya Tren İstasyonu’nda gazeteci Ahmet Emin Yalman’ı vuran genç Hüseyin Üzmez ile gazeteci Abdi İpekçi’yi şehit eden genç Mehmet Ali Ağca, bu eylemlerini, gizli Yahudi portrelere (Sabetaycılara) karşı yaptıklarını belirtmişlerdi. Konumuz vahim ve mühimdir
ATATÜRK’E DE HAKARET ETTİLER
Şimdi, devamlı olarak Hasan Tahsin’e, “İşbirlikçi, kuvayı milliye düşmanı, gizli Yahudi” diye hakaret eden Prof. Yalçın Küçük’ün, Atatürk hakkındaki yazdıklarını da okuyalım:
“Mustafa Kemal, çok vesveseli, hep kıstırılmışlık kompleksi içinde yaşayan, sevgisiz bir insandır. Annesini sevmez; Mütareke’de İstanbul’da annesi ile değil Perapalas’ta kalmayı tercih ediyor. Annesinin cenazesine gitmiyor. Latife’yi de sevdiğini gösteren hiçbir işaret yok. Üstelik kendisinin Latife’yi seçtiğini sanmıyorum. İzmir’in komprador burjuvazisi olan Uşakizadeler, İsviçre’de okuyup yaşayan kızlarını Mustafa Kemal’e vererek, Kemal’i burjuvaziye damat alıyorlar.
Mustafa Kemal de hep, “sosyete kadınlarına” yatkınlık sergiliyor. Sofya’da, Şam’da, İstanbul’da hep zengin ve güzel hanımların bulunduğu salonlara girmeye çalışıyor. Bu alanda çok başarısız kalıyor. Kemal, asker yürüyüşü ile dans ediyor. Sevimli olamaz.
Sevgisiz ve acımasızdır. Kendisine İzmir’de suikast düzenlediği iddiası ile yargılanan Maliye Nazırı Cavit Bey’i astırdığı akşam, bir balo düzenlemeye dikkat ediyor.
Mustafa Kemal, geç kalmış ve bu nedenle fazla gelişememiş bir Korkunç İvan veya Sekizinci Henry’dir. İkincisini Shakespeare yazdı ve birincisini Eisenstein filme aldı. Korkunç İvan, Rus Boyarları yok etti, Mustafa Kemal de beraber yola çıktığı, ya da kendisinden önce yola çıkan tüm liderleri temizledi. Mustafa Kemal’i hiçbir romancı ya da yönetmenin sevimli yapabileceğine ihtimal vermiyorum. En gerçekçi film Korkunç İvan’ın başarısız bir kopyası olabilir.
Kemalizm, şiddetle kitlelere kakılmak istenmiştir. Mustafa Kemal’in ufku, 2.Abdülhamit’ten de, Enver Paşa’dan da daha sınırlıdır, yetersizdir. (Emperyalist Türkiye, Başak Yayınları, İstanbul 1992, s.94)
(Yaşar Aksoy’un Notu: 1- Korkunç İvan (1533 – 1584), tarihte kötülüğün vücut bulmuş hali olarak tarif edilen, toplu katliamlar yapan, işkenceci ve vahşi Rus Çarı.
2- Sekizinci Henry (1509 – 1547), Eşlerini idam etmesi ile tanınan, gördüğü her kadına asılan, ırz düşmanı, zalim ve acımasız İngiltere Kralı.)
HASAN TAHSİN HEYKELİ KALDIRILMALIDIR
“.. Mustafa Armağan şunu söylüyor: ” Konak Meydanı’ndaki anıtın üzerinden sessiz sedasız “İlk Kurşun Anıtı” yazısı çıkarıldı. Hayra alamettir ve tarihin normalleşmesine dönük bir adımdır. Hasan Tahsin Heykelinin kaldırılması ve yerine illa yapılacak ise gerçek şehitlerimizin sembolü olarak Albay Süleyman Fethi’nin heykelinin yapılması atılacak ilk adım olmalı.
“.. Mustafa Armağan devam ediyor: “Bize soruyorlar yakın tarih üzerinde bu kadar duruyor ve tabulara dokunmakta neden ısrar ediyorsunuz? Bu ülkede Bediüzzaman’ın dediği gibi “bir zındıka komitesi” üzerinden İslam’a bir oyun oynandı; 100 yıl sonra bazı perdeleri değişse de oyunun kendisi hem de devlet eliyle ve zoruyla sahnelenmekte. İşte bu oyunu bozmalıyız asıl..”
Aralık 2019 tarihli “Derin Tarih” dergisi yazarları; başta “Konak meydanındaki Hasan Tahsin heykelinin kaldırılmasını öneren” Mustafa Armağan, Prof.Yalçın Küçük, eski polis Eyüp Şahin, Erdoğan Sorguç, “Keşke Kurtuluş Savaşında Yunan galip gelseydi” diyebilen püsküllü Kadir Mısıroğlu’nun Sebil dergisinin gözde yazarı M.Ertuğrul Düzdağ, Afyon Kocatepe Üniversitesi öğretim üyesi muhafazakar akademisyen Doç.Dr.Turan Akkoyun, hep birlikte , Hasan Tahsin’e, “Yahudidir, ilk kurşunu atmadı, yalancı medyanın ürünüdür ” iddiaları ile yaylım ateş biçiminde saldırdılar.
HASAN TAHSİN, YAHUDİ MİYDİ?
Hasan Tahsin’e yöneltilen “Yahudi” suçlamasına öncelikle yanıt vermemiz gerek. Öncelikle, Yahudi olsun veya Türk olsun, bir insan vatanı için ölümü birkaç kez göze alarak destansı bir yaşam mücadelesi vermiş midir?.. Ona bakalım. Yoksa, Milli Mücadele kahramanlarının ailesel etnik kökenleri hiç kimseyi ilgilendirmez ve de hiçbir komplocu kumpasın delili olamaz. Çanakkale Şehitliği’nde yatanlar, bu suçlamaya en anlamlı yanıtı vermiştir.
Şimdi şunların altını çizerek yoluma devam etmek istiyorum:
“– .. Hasan Tahsin, Türk oğlu Türk ve Müslüman oğlu Müslümandır.. Fakir bir aileden, alt tabakadan gelir.. Selanik Hapishanesi Sergardiyanı Türk ve Müslüman Recep Ağa ile Türk ve Müslüman Rabia Hanımın oğludur. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, bir milletler ve etnik aidiyetler sentezidir, kökeni ne olursa olsun herkes Osmanlı’dır.. Sonuç olarak da bu Osmanlı İmparatorluğu, bir Müslüman Türk İmparatorluğudur; itirazı olan var mı?..”
İçinde başka dinden etnik kitleler olsa bile, Osmanlı için tarihe düşülen not böyledir.. Bizans’ın içinde de çeşitli halklar vardı; ama sonuçta Bizans, bir Roma-Rum İmparatorluğu’dur..
Osmanlı’nın tüm etnik, kültürel, dini, mezhepsel mirasını omuzlayıp gelen Türkiye Cumhuriyeti de, bir ırklar ve manevi aidiyetler sentezidir, kurtuluş savaşı sonucunda oluşan cumhuriyetin ulusal gerçeğini de başka türlü tarif edemeyiz; bu yüzden büyük çoğunlukla her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kökeni ve dini, mezhebi ne olursa olsun, “Türkiye ve Türk” üst yapısında buluşur, kaynaşır, isteyen bunu kabul etmeyebilir.
Hasan Tahsin’i bu manevi, sosyolojik, tarihsel ve antropolojik gerçekler sebebiyle Türk olarak biliriz, kabul ederiz; ola ki Türk değil, Türklük için şehit olmuş ise, sonuna kadar Türk’tür; Teşkilatı Mahsusa kahramanı Zenci Musa gibi, ASALA terörünü protesto için Taksim Meydanında kendini yakan Ermeni Artin Penik ve daha nice başka etnik kökenli şehitlerimiz gibi..
BOLŞEVİK, ANARŞİST, TERÖRİST İDDİALARI..
Hasan Tahsin´e, “Bolşevik” diye saldıranlar olmuştur, İzmir’de Köylü Gazetesi sahibi Mehmet Refet gibi. Neymiş?.. Kız kardeşini başı açık olduğu halde Frenk mahallesinde sinemaya götürüyormuş, işte bu davranışı Bolşevik olduğunun ispatıymış.. Bunu yazan Mehmet Refet, Yunan işgalini desteklediği ve kurtuluş savaşımıza karşı çıktığı için 150´likler listesine dahil edilmiş ve vatanımızdan kovulmuştur.
Yok efendim.. Hasan Tahsin anarşistmiş ve teröristmiş.. Bunu da yazan ve savunan Marksist-liberal tarihçi Prof. Mete Tuncay´dır.. Geçiniz..
Geniş bir yobaz çevre tarafından Yahudi olduğuna dair ırkçı suçlamaların üzerinde biraz daha duralım. Çünkü Yahudilik iddiası, anarşist, terörist, Bolşevik iftiralarını peşinden sürüklemektedir. Diyorlar ki, “Hasan Tahsin, Sabetaycı”dır.. Yani şunu iddia ediyorlar: “Hasan Tahsin, Selanik doğumlu olduğu için İbrani kökenlidir, yani Yahudi asıllıdır, Yahudi dönmesidir, sahte Mesih Sabetay Sevi´nin izleyicisidir..”..
Bu iddiaların kaynağı da, örneğin Prof. Ertuğrul Düzdağ gibi Politik İslamcı yazarlar ve güya Marksist etiketli Prof.Yalçın Küçük´tür. Tümü yalandır, iftiradır, Atatürk gibi, Hasan Tahsin de Selanikli olduğu için güya doğum yerlerine atıfta bulunarak, bu Türk vatanseverlerine gizli Yahudilik karalaması sıçratarak, gerçekte “ırkçılık” yapmaktadırlar. Yalçın Küçük´ün “Emperyalist Türkiye” kitabında Atatürk hakkında yazdıklarını ibretle okuduk, Hasan Tahsin´e ırk suçlaması yaparken iltifat etmiştir bile diyebilirsiniz.
EMPERYALİZME HİZMET YARIŞI
Bu tür suçlamalar, Emperyalizm’in işine yarar, ulusal tarih bilincini içinden çökertmeye yarar. Bir vatansevere, “Yahudi” diyerek aşağılamak ve böylece karanlık niyetli olduğunu ima etmek, ırkçılıktır, anti-semitizmdir, kapkaranlık amaçlara hizmet eder.. O kişi, velev ki, öz be öz Yahudi´dir.. Peki, ilk kurşunun atıldığı gün şehit edildi mi, edilmedi mi?.. Vatanı için kanını döktü mü?.. Yahudi olsa ne yazar?.. Kürt olsa ne yazar?.. Gavur olsa ne yazar?..
Burada bir paratez açıyorum: Milliyetçilik, ulusalcılık, yurtseverlik veya vatanseverlik; ulus devletle, ırkla veya dinle alakalı değildir. Vatanını ve halkını, Emperyalizm’e karşı savunmakla, ya da tam tersine halkına ihanet etmekle alakalıdır..
Tam 50 yıldır Hasan Tahsin’i binbir emekle savunduğum, hiçbir kişisel çıkar gözetmeden hakkında yüzlerce yazı yazdığım, konferanslar verdiğim, onu yaşatmak için dernek bile kurduğum için, karanlık internet siteleri, ben naçizane bir Yörük için bile “Sabetaycı” suçlaması yaparlar.
TÜM “İLKKURŞUNLAR” HEPİMİZİNDİR
Toparlamak istiyorum..
Kuvayı Milliye pratiği der ki.. İlk kurşunu ister sivil gazeteci atsın, ister bir kaç kişi birkaç dakika ara ile atmış olsun, ister bir çeteci atsın, ister bir efe atsın, ister bir asker atsın, ister bir gurup milis topluca atsın, isterse bir din adamı atsın, tüm bu kurşunları “tek bir ilk kurşun” olarak kabul ederiz..
Bu ilk kurşunlar “tekbir” getirerek, Emperyalizme karşı şahlanan ve milli direnişe geçen bir mazlum halkın ilk isyan çığlığı olarak kabul edilir. Ve ecdad tarihinin en mübarek sayfalarına kazınır.
Bu bakımdan “ilk kurşunu ben attım, sen atmadın” çekişmesi, hele hele Yalçın Küçük gibi provakatörlerin sürekli olarak, Hatay’ın Dörtyol ilçesini öne çıkararak İzmir’deki lk kurşunu itibarsızlağa itmeye çalışması, Kuvayı Milliye ahlakına ve gerçeğine, hiç ama hiç uymaz.. Her ilk kurşun, mukaddestir, cennetliktir..
İşte Hasan Tahsin’in ilk direnişi de, bu muazzam ayaklanma tarihinin içinde şerefli yerini bulmuştur.
‘İFTİRANIN ACINASI YOLU
“Kadir Mısıroğlu’nun Sebil dergisinde Ertuğrul Düzdağ, Mustafa Armağan (iki adet), Ayşe Hür yazılarını okuyalım. “DerinTarih” dergisi Aralık 2019 sayısı bu geçmiş yazıların yeni bir versiyonudur. Bu yazarların, bir Milli Mücadele kahramanından ne istediği konusunda ihtimalleri okuyucuların vicdanına bırakıyoruz… Yazıklar olsun demek en kibar lafımızdır.. Ne diyelim?.. Vatan sağ olsun.. ”
“Gerçek hedefleri Cumhuriyet Tarihi’dir.. Sistematik saldırıyorlar.. Kanla, emekle, alın teri ile kurulan bir milli devleti yok edip onun yerine karanlık bir rejimi getirme davasıdır bu.. 15 Temmuz darbesini de yaşadık ve her gün Emperyalizmin güdümündeki etnik terör sebebiyle şehit cenazelerini uğurluyoruz. Ama bunların dertleri, başta Atatürk olmak üzere milli değerlerimizi yok etmektir..”
31 yaşında şehit olan Hasan Tahsin’i sistemli biçimde yıllardır ret eden, sanki bilinçli bir “vatan haini” imiş gibi suçlayan, İngiliz savaş gemisine binip kaçan; çünkü vatanı satmış olan Padişah Vahdettin ve onu destekleyen nice politikacı, Şeyhülislam ve din adamı ve satılmış kumandan sanki yokmuş gibi; terörle ve dış düşmanla boğuşan günümüz Türkiyesi’nde işi gücü bırakıp Hasan Tahsin’le uğraşanların yayınladıkları kitaplar arasında üçünü gündeme getirelim.
1- Yakın tarihimizde Gizli Çehreler, M.Ertuğrul Düzdağ (İz Yayıncılık, 2012).. Bu kitaba göre Hasan Tahsin yakın tarihimizin ürkütücü karanlıkları içinde maske arkasına saklanmış çirkin bir yüzdür.
2- İzmir’in İşgali ve Sözde İlk Kurşun, Erdoğan Sorguç (Cinius Yayınları).. Sorguç’a göre, İlk Kurşun şişirilmiş bir propaganda ürünüdür.
3- Hasan Tahsin Gerçeği, Eyüp Şahin (Ketebe Yayınları, 2019).. Eski polis Eyüp Şahin’e göre, “Hasan Tahsin isminin şişirilmesini sebebi “Dönme” (Gizli Yahudi) olmasıydı. Böylece meydan, dönme ve dönmeseverlere kaldı. Artık “İlk Kurşun Anıtı” da tartışılır hale gelmiştir.. En hain denilen Sultan Vahdettin bile Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen kişidir. Anadolu’da icraat yapanlar bu paraları nereden buldular? En azından ona o icraatı uygulama emrini, Sultan verdi.”
Bu kitapların yazarları sözlerinden de anlaşılacağı gibi, belirli bir siyasi kampa mensup radikal gerici ve reaksiyoner kişilerdir. Aslında davaları, Atatürk Cumhuriyeti iledir. 2019 yılı başında yayınlanan ve defalarca baskı yapan “Hasan Tahsin – Yürekler Selanik” kitabımız, tüm bu iddiaları yerle yeksan etmiştir.
SON NOT: Hasan Tahsin savunmalarında yan yana mücadele ettiğimiz ülkemizin en değerli ulusalcı ve Alevi sol tarihçilerinden, APİKAM (Kent Arşivi ve Müzesi Müdürü) kardeşim Oktay Gökdemir, kahramanca çalışmalarından dolayı üyesi olduğu üniversiteden atılıp felç geçirmişti. Sonra ulusalcı fikirlerinden korkan partisi CHP de, onu kapının önüne koydu ve sonunda hocamız beyin kanamasıyla vefat etti.
Gökdemir hocayı, üniversite önünde bir iskemle üzerinde titreyerek savunmasını okuduğu gün, gazeteci Murat Attila ile birlikte Buca’da bir aşevine götürüp yemek ısmarlamıştık, aramızdaki Murat Attila oradaki konuşmalara şahittir.
Kendisini üniversiteden attıran sözde akademisyenleri bize teker teker saymıştı. Hatırla Murat kardeşim..
Bu gün 15 Mayıs 2024.. İzmir Gazeteciler Cemiyeti o akademisyenlerden birini, halen üniversitedeki mobbing davaları yüzünden yargılanan birini, Hasan Tahsin’i konferansla anlatması için törenle ağırlıyor. (İftira atmıyoruz, girin onunla davalı olan diğer bazı tarih akademisyenlerinin Google profillerine, her şey apaçık orada yazılı..)
Buyurun sahne sizin!..”
İşte “Anıt Adam Kendini Savunuyor” yazım bundan ibaretti.. Bu yazım Facebook sayfamda yayınlanmış ve büyük çok büyük ses getirmişti..
NİHAT GENÇ VE VERYANSINTV..
“Yaşasın kendi toprağına, kendi insanına ve ‘kendi’ bileklerine, kendi milli birikimine heyecanına, tarihine güvenen vatanseverler!” N.Genç
Yukarıdaki Nihat Genç’in özlü sözünü, sosyal medyada bir yurtsever arkadaşlarımın paylaşımından aldım..
Nihat Genç kardeşimizi, Leman dergisinde yazdığı yazılarından tanırım. İzmir’de bir TÜYAP kitap fuarında yanına gitmiş ve Sultan Galiev konulu yazısı sebebiyle onu kutlamış ve birbirimize sarılmıştık. Çekilen fotoğrafımızı saklarım..
Sonra yayınlanmış tuğla kalınlığındaki tüm kitaplarını aldım, okudum. Televizyonlardaki konuşmalarını ilgi ile izledim.
Nihat Genç, ilerici yurtsever, tam bağımsız, anti-emperyalist, ilgi ile izlenmesi gereken bir kardeşimizdir.
Sahibi olduğunu sandığım Veryansıntv’deki Analiz bölümünde yayınlanan hakkımda iftiralar ve suçlamalarla dolu Efdal Sevinçli imzalı, 1 Temmuz 2024 tarihli “Yaşar Aksoy’a Açık Mektup” başlıklı yazıdan haberdar olduğunu sanmıyorum.
Oysa “Anıt Adam Kendini Savunuyor” başlıklı, içinde Prens Efdalettin ismi geçen (Efdal Sevinçli ismi geçmeyen) yazımı ben kendi sosyal medya platformumda yayınlamış ve Veryansıntv ile ilgili bir arkadaşımız tarafından aranmıştım ve o arkadaş bu yazının Veryansıntv’de yayınlanmasını rica etmişti.
Tamam dedim.. Ama ben bizzat Veryansıntv’ye bu yazıyı göndermedim, sosyal medya hesabımdan o yazıyı, onlar aldılar.. Ayrıca ricaları üzerine bazen yazı yazabileceğimi belirtince sevindiklerini öğrendim.
Sonra Kıbrıs Barış Harekatı ile ilgili bir yazı gönderdim. Veryansıntv’nin “Analiz” bölümünde hemen yayınlandı. Ama dikkatlice bakınca, benim Kıbrıs yazımın hemen altında yine “Analiz” bölümünde birkaç gün önce Efdal Sevinçli imzalı bana hakaret eden hatta rahmetli annemi de kalemine bulaştıran iğrenç bir yazı bulunduğunu gördüm..
Şimdi teker teker anlatayım.. Facebook hesabımda Prens Efdalettin’den söz eden “Anıt Adam Kendini Savunuyor” başlıklı yazımı, Veryansıntv’ye ben göndermedim. Yazımda Efdal Sevinçli ismi geçmiyor. Bu yazı üzerine bana cevap verme ihtirası içinde yanıp tutuşan Efdal Sevinçli, önce, evet önce, bir sosyal medya yazısında Veryansıntv’yi suçladı ve benimle ilgili olarak gönderdiği yazısını basmadıkları için, “Veryansıntv’deki genç arkadaşlara yazıklar olsun, bir gün bir yerde karşılaşırız” yazdı.
Fakat bir süre sonra yazısı aniden yayınlandı, Veryansıntv’yi eleştirdiği bölümler ustalıkla çıkartılmıştı.. Ben Prens Efdalettin dedim, o ise Yaşar Aksoy’a açık mektup diyerek açık ismimle bana yağdırdı.
Neden Veryansıntv, bunu yaptı?
Onu anladım.. Çünkü o kurumdaki genç arkadaşları önceden suçlayan Efdal Efendi, sonraki bir özel sosyal medya paylaşımında, Veryansın-TV’den Barış Yurteri isimli bir genç arkadaşı özellikle kutladı. İş aydınlanmıştı.
Bir yazısı yayınlanınca, salya sümük, her kanaldan, her yoldan, her türlü çalımla o yazısını okutmak, yayınlatmak, yaymak için tüm mesaisini harcayan bir insan olan Efdal Efendi, yine her zaman yaptığı gibi, Veryansıntv’de eski hocalığının rütbesi ile yazısını yayınlatabilmişti.
Yahu bir düşünün.. Bir Samim Kocagöz, bir Attila İlhan, bir Şükran Kurdakul, bir Kemal Bilbaşar, bir Orhan Kemal veya herhangi bir tarihçimiz bir yazısını yaymak, okutmak, hatta paylaştırmak için kılı kırk yararak yüzlerce kişiye ricada, yalvarmada bulunur mu?
Birçok yazar, sanatçı, gazeteci beni aradı. “Yahu bu adam ille de seninle ilgili yazıyı, filanca gazetede, filanca sosyal medya mecrasında bizim sırtımızdan yayınlatmak, okutmak, yaymak istiyor. Nedir derdi?..”, diye sordular. Hiç ilgilenmedim.
Veryansıntv bana yanlış yaptı.
Devamlı onlara yazacağıma dair söz vermiştim, hatta bir yayınlanmamış önemli kitabımı da yayınevlerine hiç bir telif istemeden vermeyi bile kabul etmiştim. Doğal ki vazgeçtim. Kendilerine başarılar dilerim.
Ama Nihat Genç’i pek severiz. Yolu açık olsun..
(Not. Neden Prens Efdalettin ismini yarattım?.. Daima merkezi veya özerk iktidarlardan yana olan, oralardan beslenen, yani devletten, akademiden veya yerel yönetimden maaş alan, ama parıltılı muhalif görünümünü güya hiç kaybetmeyen bir kişiyi düşünelim.. Hiç güvenilmez, omurgası olmayan, saray veya saraycıklar (bir üniversitenin bir bölümü de olabilir) yetiştirmesi olduğu için sokakta olmayan, arkasında daima iltimaslı rüzgarı olan kişi anlamında bu ismi yarattık.
Bunlar tıpkı meşhuuur gerici yuvası Hürriyet ve İtilaf Fırkası sembolü Prens Sabahattin’i anımsatırlar bana.. Murat Belge de böyledir, Ahmet – Mehmet Altan kardeşler de, Mete Tuncay da..
Tarihten örnek verelim.. Hem devrimci (!) görünümlüdürler, hem de Sultan Abdülhamit’in gözdeleridir, gizliden gizliye Sultan ile pazarlık yaparlar, af dilerlerse Payitaht’a dönerler, af dilemezlerse Paris’te beyzadeler gibi yaşarlar, çünkü devletten tahsisatları vardır.
Hey gidi Prens Sabahattin hey.. Dedesi ve babası, mutlaka “Paşa”dır, anası ise Sultan Abdülmecit’in kızı, aynı zamanda Sultan Abdülhamit’in kız kardeşi Seniha Sultan’dır.. Sarayda yetişmiştir.. Ama güya Sultan’a muhaliftir.. Bu yüzden Prens Sabahattin örneğini verdik.. Hem liberal, hem Sultancı, hem solcu (!), hem batıcı hürriyetçi, hem istibdat karşıtı, hem muhalif, hem hiç kesilmeyen devlet tahsisatından yana.. Yani her yerle hesabı – kitabı olan biri… )
EFDAL EFENDİ’NİN HAKARETLERİ
Efdal Sevinçli’nin Veryansıntv’deki çok uzun yazısından kısa bölümler sunuyorum.. Beni tanıdığını söylüyor, hatta arada birlikte olduğumuzu bile belirtiyor. Hayır, kendisine hiç selam vermedim, hiç konuşmadım. Onunla hiç ilgilenmedim. “Yaşar Aksoy’a açık mektup.. Hasan Tahsin’e inanarak.. Hasan Tahsin’i tanımak” başlıklı 1 Temmuz 2024 tarihli yazısındaki hakaretlerine geçelim:
(…)
En galîz sözcüklerle doldurulmuş, külhan kabadayılarının üslubu yanında sözde kavga ettiği çocuğu korkutmak için parmak sallayan ergen bir çocuk tavrıyla, onu savunacak ne kadar ulusalcı avukat arkadaşının olduğunu vurgulayarak beni korkutmaya çalışıyor!…
(…)
Bu galîz dille yazdığınız yazınızın Veryansın-TV’de yayınına nasıl izin verdiler, çok şaşırdım?
(Yanıt: Anlamadın, bir daha vurguluyorum. Ben Veryansın-Tv ye yazı göndermedim. Onlar benim Facebook sayfamdan alıp kullandılar.
(…)
Evet, hakkınızı yemeyelim, kitabınızın 241, sayfasında, ayraç içinde şunları yazmışsınız: (Önemli Not: Hasan Tahsin’in ilk direnişi ve Konaktaki ikinci direniş ile ilgili tüm belgeler ve ayrıntılı açıklamalar kitabımızın “Hasan Tahsin’e eleştiriler, iddialar ve tartışmalar bölümünde geniş bir şekilde sunulmuştur)”.. Güzel, çok güzel… Güzel de kitabınızda bu bölüm nerede? Bu bölümü eklemeyi siz mi unuttunuz yoksa…
(Yanıt: Hasan Tahsin kitabımın 100 sayfalık suçlamalar, iftiralar, iddialar, tartışmalar bölümü, yayınevinin baskı öncesi “Burayı atmaz isek, kitabın fiyatı astronomik olacak” haklı önerisi üzerine o bölümler atıldı. Böylece Efdal Efendi gibi art niyetli okuyucuların karşısında savunmasız kaldım. Ama yakında başka bir kitabımda tümüyle yayınlanacaktır)
(…)
Benim size önerim, yaşınızın hiç önemi yok, yine de Osmanlıca öğrenin!… Ayrıca, kitabınızın yeni basımında, yararlandığınız, alıntı yaptığınız yazıları, lütfen dipnot ve kaynakça düzeninde yazın!… İnanıyorum ki editörünüz Sayın Mehmet Ali Güller de bu yazım düzeninizden mutlu değildir!
(Yanıt: Sen hiç merak etme Efdal Efendi, Mehmet Ali Güller hayatımda tanıdım en güzel devrimci insandır, işini de pek iyi bilir.
(…)
Ne diyelim, Allah, Sayın Yaşar Aksoy’un yardımcısı olsun!…
(Yanıt: Allah’ı karıştırma.. Merak etme Efdal Efendi, ben halkımı, istiklal aşığı milletimi senden milyon kere fazla seviyorum ve güveniyorum.. Ve hiçbir saldırı veya menfaat beni satın alamaz.. Bir düşün bakalım, sizin muhitlerinizde dolaşıp hiç çıkar istedim mi sizlerden. Sizlere gülümsemedim bile. Niye çoğul konuşuyorum, çünkü siz, her şeyi kendinize yontan bir ekipsiniz. Beni ilgilendirmiyor..)
YORUMLARDAKİ HAKARETLER
Efdal Sevinçli doğal ki, Veryansıntv’deki bu yazısını Facebook sayfasında da yayınladı. Orada Efdal Efendi’nin hemen beğeni vurgusu yaptığı ve onayladığı okuyucu hakaretlerinden sadece birini buraya alacağım:
Ali Özpalanlar: “Yaşar Aksoy çok sayıda tanıdığıma ve bana benzer hakaret, iftira ve karalamalar yapan biridir. Herkese saldırabilir. Saldırması için mantıklı bir gerekçesi olmasa da kişiliği gereği bunu sık sık yapar. Pek çok kişi “Delidir, ne yapsa yeridir.” “Çirkefe taş atma üstüne sıçrar.” “İftiraların yanıt vermeye değmez. Emeğimize, zamanımıza yazık.” diye diye tepemize çıkardık. Eftal Sevinçli dostuma Yaşar Aksoy’un ipliğini pazara çıkardığı için ben başta olmak üzere teşekkür etmeliyiz. “Koyunun olmadığı zamanlarda keçiye Abdürrahman Çelebi derler” sözüne uygun abartma, uydurmalarla dolu sözde araştırmalar yapmış Megaloman bir kişidir. Bu yorumda değindiğim noktalardan hareketle zaman ayırabilirsem ben de Facebook ve WhatSapp guruplarımda bir yazı yazmayı düşünüyorum.
Yaşar Aksoy’dan Yanıt: 50 yıl süren gazetecilik ve yazarlık emekçiliği sebebiyle yerel yönetimler tarafından ismi bir parka, okuduğu Karşıyaka Lisesi Sokağı’na, o sokak üzerindeki bir kütüphaneye, son olarak yaşadığı Çeşme’de yine bir kütüphaneye verilen, TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nın 2012 Onur Yazarı seçilen. 50 kadar kitap yazmış, Dil Derneği ve Yunus Nadi Ödülleri gibi bir çok ödül kazanmış sözü geçen kişi, demek ki, abartma ve uydurmalarla dolu sözde araştırmalar yapmış Megaloman bir kişiymiş..
Hukuki süreçlerin buna bir diyeceği olmalı. Ama biz Ali Özpalanlar isimli kişinin 50. yıl önceden, her ortama girip çıkan ve yanından hiç ayırmadığı fotoğraf makinesiyle her ortamı ve kişiyi fotoğraflayan biri olarak, daha ilk anda hiç güvenilmez bir kişi olduğunu hemen anlamıştık. Onun ateşli Doğu Perinçek taraftarı davranışlarına da hiç inanmadık.
Başka bir hanım için terk ettiği ve çocukların anası eşinin, evimize kadar telefon ederek bize onun hakkında anlattıklarını da unuttuk..Acı şeylerdi..
Daha bir yıl önce, İzmir Kitap Fuarı’nda imza standımın önüne kadar gelerek bin bir iltifat ve reverans ile bizi, yüzümüze karşı pek fazla, pek aşırı övdüğünü de unuttuk.
Ama merhum 68.kuşağının sözünün eri devrimcilerinden, Sıkıyönetim afişlerinde “Yakalayın, vurun!..” sözleriyle fotoğrafları yayınlanan Yusuf Savaş Emek’in bu şahıs için bana, “Bu Ali, Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarını, güvenlik güçlerine ihbar eden kişidir” sözünü hiç, ama hiç unutmadık.
Bu yüzden yukarına bana yağdırdığı itham ve iftiralar beni çok yükseltti. Konunun şahitleri olarak, Ali Özpalanlar’ın terk ettiği eşini ve Yusuf Savaş Emek’i, sevgiyle hatırlıyorum ve bağrıma basıyorum.
SONUÇ.. YUNAN BAKANI NE DEDİ?
Kadir Mısıroğlu gibi soysuz yobaz kişileri veya Yalçın Küçük gibi sahte solcu kimlikli kişileri, ya da Efdal Sevinçli gibi Hasan Tahsin mücadelesine 1960’lardan itibaren sokakta tek gram ter akıtmamış kişileri çok gördük. Geçelim..
Niye kıvır kıvır kıvranıyorsun Efdal?.. Gerçekten art niyetin yoksa, “Ben Hasan Tahsin’in tüm eylemini ve hayatını destekliyorum ve savunuyorum” dersin, benden ve Hasan Tahsin Anıtı’ndan özür dilersin, konu kapanır.
Ama hayır!.. Hasan Tahsin’i bayraklaştıran isimler arasında sağ kalan tek kişi olan Yaşar Aksoy’u, şöyle veya böyle her platformda yok etmeye çalışıyorsun. Vız gelirsin.. Ben sizleri iyi tanırım..
Ama ben, çok önemli bir görev yaptım bu polemikte.. Efdal Efendi, artık eski yazılı gazete okumalarında çelişkili veya farklı anlamlar bulduğunda, gerçek tarihçi olmadığı için, bu durumların tarihsel analizini yapmadan, hemen Hasan Tahsin’i “malum çevrelere” jurnalleme gayretine artık giremeyecektir, çünkü artık izlendiğini biliyor. Dahası, zor durumda kaldı ve “İnanarak..” diye bağlayıcı bir dil de kullandı. Artık işi, bundan böyle çok zor..
Bir haber..
Yunanistan Savunma Bakanı Nikos Dendias’ın Kıbrıslı Türkleri ve Türk Ordusu’nu hedef alan skandal demeçleri Ankara ve Atina arasındaki tansiyonu yükseltirken, Yunanistan Sağlık Bakanı Adonis Georgiadis de Türkiye ile ilgili akıl almaz açıklamalara Open TV’de imza attı.
Yunanistan’ın aldığı F-35’ler, Amerika ve Fransa ile kurduğu savunma ittifakları ile çok daha güçlü bir hale geldiğini söyleyen Georgiadis, Atina’nın son 5 yıl içinde havacılık konusunda merdivenleri hızla tırmanarak Türkiye’yi zor durumda bıraktığını iddia etti.
“.. F-35lerle bir gece ansızın Ankaraya gelebiliriz”, dedi. Yani, “Türkiye havacılıkta sıfır. F-35’lerle Ankara’ya bir gece ansızın gelebiliriz” ifadelerini kullandı.
SON SÖZ: Biz, Yunan F-35’lerini cephede Hasan Tahsin ruhu ile bekleriz Efdal Efendi.. Hayatımız buna şahittir.. Cephede sırtımızdaki heybede, hepsi Kırmızı Kedi Yayınevi’nden basılan ve hepsi ödüller alan, alın terlerim, Hasan Tahsin, Gavur Mümin, İstiklal Süvarisi, Efeler İsyanı, İzmir Yangını, Vatan yahut Cumhuriyet, Elveda Selanik kitaplarım olacaktır..
Sen, o zaman nerede olursun bilemem..
Unutma..
Bizi ilk kurşun yetiştirdi, demiştik!
“Tarih, doğru okununca Emperyalizme karşı direnişi önerir”, demiştik!
……………………………
SON NOT: Kırmızı Kedi Yayınevi’nden 7 kitabım yayınlandı.. Bu yazımın da içinde bulunacağı 8. kitabım da müthiş bir çalışma oluyor. Emperyalizm ile mücadele bağlamında tüm gemileri yakıyorum!..