Çocukluğumdaki seçimleri hatırlıyorum. Çok büyük bir heyecanla beklerdim seçimleri ve sonuçları. Küçükken annem ve babamın elinden tutup giderdik sandığımızın olduğu okula. Oturduğumuz binanın hemen arkasındaki bir ilkokulda olurdu hep sandığımız. Biraz daha büyüdüğümüzde annemle babam, kardeşimle beni evde bırakıp giderdi. Her durumda da sabahın ilk saatlerinde verirlerdi oylarını. En önemli yurttaşlık ödevi gibi… Babam normalde hafta sonları yoğun çalıştığı için seçim günleri bizim için babamızın nadiren evde olduğu bir Pazar günü anlamına gelirdi. Annemle babam oy verip eve döndükten sonra ailecek kahvaltı yapılırdı. Kahvaltıda sandıklar kalabalık mıydı, sandıklarda komşulardan kimlerle karşılaşıldı gibi seçim temalı konuşmalar yapılırdı.
Oy işlemi sonrası en çok hoşuma giden şeylerden birisi, annemle babamın parmağındaki mürekkebi görmekti. O mürekkebe çok özenirdim. Evde kendi kendime siyah boyayla tırnağıma “mürekkep” yapardım. O mürekkep ki genellikle tırnakta kaldığı yaklaşık 1 ay boyunca kimin oy verip vermediğini gösterirdi. O zamanlarki aklıma göre oy verenler “bizden”di, vermeyenler ise yabancılar. O mürekkebi her gördüğümde seçimleri hatırlardım. Büyüyüp de kendi oy vereceğim günleri düşünürdüm. Oy vermeyi çok büyük bir “kahramanlık” sanırdım.
Şimdi geri dönüp baktığımda, sıklıkla hükümetlerin düştüğü, seçimlerin genellikle “erken” yapıldığı bir dönemmiş. Çok politize bir aile değildik. Ama hiçbir zaman da “siyasetin” konuşulmadığı, çocuktan saklandığı bir aile olmadık. Atatürkçü, aydınlanmacı, sol değerlerle bezenmiş merkez siyasete yakın bir aileydik. Türkiye’deki büyük siyasal gerilimlerin ne denli farkındaydım bilmiyorum. Ama hatırladığım şey İslamcılar’ın her seferinde biraz daha güçlenmesini kaygıyla izlediğim. Sanki o zamanlar Türkiye ikiye bölünmüştü benim kafamda. Atatürk’ü sevenler ve sevmeyenler diye… Atatürk’ü sevmeyenlerden korkardım. Uzak durmaya çalışırdım. Çevremizde de pek yoktu hani. Eskişehir sokaklarında gördüğüm tek tük çarşaflı teyzeden korkardım çocuk aklımla.
Akşam seçim yasağı kalkıp da televizyonlarda sonuçlar açıklanmaya başladığında yeni bir heyecan başlardı içimde. Annemle babamın oy verdiği parti ne durumda sürekli izlerdim. Çoğunlukla seçim sonuçları konu komşuyla birlikte takip edilirdi. Akşam telefonlaşmalar olurdu. Şimdi hatırlıyorum da gerçekten çok eğlenceliymiş seçim günleri. Bol sosyalleşmeli, adrenalini yüksek. Gece yarısına doğru çoğunlukla sandıkların anca yarısından biraz fazlası açılmış olurdu. O saatlerde yorulup koltukta uyuyakalmış olurduk. Tabi sabah gözümüzü yatağımızda açardık. İlk iş anneme seçim sonucunu sorardım. Bizimkilerin oy verdiği parti ne yapmış diye. Sonra pek bir değişiklik olmadan devam ederdik hayatımıza. Okulda aklımız erdiğince arkadaşlarımızla konuşurduk. Muhtemelen annemizden babamızdan duyduğumuzu birbirimize satardık.
Kasım 2002 seçimleri dün gibi aklımda. Nasıl olmasın zaten? 16 yaşına gelmiş, kendi siyasal fikirleri oluşmuş, 2 sene sonra oy vermeye hazır bir bireydim. O dönemlerin anadolu lisesinde hayli politize bir çevremiz vardı. İlkokuldan sonra başlamıştık liseye. Biz 11 yaşındayken, 17-18 yaşındaki abilerle ablalarla birlikte okurduk. 11’imizde takım üniformaları giyince, kendimizi de büyümüş sanmıştık. Ama anadolu liseleri o dönemde cidden daha erken büyütüyordu sanki çocukları. Bizler okulun yeni çaylakları olarak, kendimizi hem o abilere ablalara hem de ailemize ispatlamaya çalışırdık. Şimdi 11 yaşındaki çocuklardan hayli farklıydık gibi geliyor bana. Çok daha fazla şeyi tek başımıza yapardık. Bu farklılığın içinde politikleşmek de vardı. Okulumuzdaki hemen her öğretmenin siyasal görüşü bilinirdi. Öğrencilerin de öyle. Siyasal görüşlerimiz etrafında gruplaşırdık. Okullarda siyasal kavgalar az görülür şey değildi. Bu süreçlerde çok sancılı şeyler de yaşanırdı. Ben de 16’ımda annem babamdan çok daha politize biriydim. Gençliğin verdiği heyecanla, arkadaş ortamlarında tutunma talebiyle hayli de keskin görüşlerim vardı. Tabi şimdi geri dönüp baktığımda görüşlerimin altının pek de dolu olmadığını kulaktan duyma bilgilerle mobilize olduğumu çok net görüyorum. Pek çok arkadaşım da benim gibiydi muhtemelen.
İşte o 16’ımda, bir seçim! 3 Kasım 2002 günü. Yine bir aile dostumuzun evinde takip ediyorduk sonuçları. Sandıklar açıldıkça içim karanlığa gömülüyordu. Kaygı, karamsarlık, korku, hüzün. Rahatsızlık verici tüm duygular. İçim sıkkın. “Her şey bitti artık” diyordu bizimkiler. Aynı kaygıdan onlarda da… Ve ertesi güne kim bilir nasıl başladık? Hatırlamıyorum. İşler giderek daha da kötüleşti. Çocukken hayalini kurduğum gibi, bilmiyorum kaç kere sandığa gittim. Verdiğim ilk oydan bugüne, oy pusulasında o ampul… Karanlık giderek daha da büyüdü. Bunu 90’lar güzellemesi yapmak için söylemiyorum. Artık “siyaset” işi olmuş biri olarak çok daha fazla şey biliyorum eski seçimlerin bana anımsattıklarından. 80’lerin, 90’ların suçlarını gayet iyi biliyorum. Ama karanlık giderek daha da büyüdü işte.
O zamanlardan hatırladığım, bir şekilde “siyaset” yapılıyordu. Siyasetin kendi kurallarına uyuluyordu. Uyulmadığında ya halk ya kurumlar gerekli yanıtı veriyordu. Meşru siyasal mücadele zemini mevcuttu. Seçim günleri kitlesel ölüm kalım savaşı anlamına gelmiyordu. Seçimler birer “beka” sorunu değildi. Gelecek birkaç yıl siyasal mücadele zemininin yapı taşlarını belirliyordu.
İşte şimdi bu seçim, bu ülkede yeniden meşru siyasal mücadele zemini olacak mı olmayacak mı onun oylanacağı seçim. Bu seçim o seçim değil, geçmiş defterlerin hatim edildiği. Bu seçim o seçim değil, tarihsel hırsların ağızlara sakız edildiği. Bu seçim o seçim değil ebedi düşmanlıkların sandıklara yansıdığı. Bu seçim o seçim değil çocukların seçim ekranları karşısında uyuyakalıp ertesi gün hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam edeceği. Bu seçim o seçim değil! Bu seçim bizim seçimimiz. Kendi kavgamızı, amaçlarımız, ideolojimiz, özlemlerimiz çevresinde özgürce ve meşru olarak yapabilecek miyiz, bunu oylayacağız. İşte bu seçim o seçim! Bu seçim demokrasinin seçimi!