Charlie Hebdo Yalnızca Charli Hebdo Değildir

Fransa’nın başkenti Paris’te, bir mizah dergisi olan Charlie Hebdo çalışanlarının oldukça soğuk kanlı bir şekilde katledilmesi olayı, dünya kamuoyunun gündemine tabiri caizse bomba gibi düştü. Teröristlerin, dergi çalışanlarını katletme gerekçesi, derginin İslam dini ve peygamberine yönelik karikatürler çizmesiydi. Terörisler, bu karikatürleri «hakaret” olarak nitelendirmekteydi. Terörist saldırının ardından, başta Fransa olmak üzere bütün Batı dünyası ve Batıcı dünya ayağa kalktı. Paris’te bol protokollü, bol takım elbise ve döpiyesli dayanışma yürüyüşü düzenlendi. Teröristler ve terörizm kınandı ve terörizmle mücadelede kararlılık yeminleri edildi.

Charlie Hebdo olayı, birçok açıdan oldukça çarpıcı bazı tartışmalara ve siyasi ayrışmalara zemin hazırladı. Her şeyden önce, Charlie Hebdo olayı, Müslüman dünya ile Batı dünyası arasındaki bir süredir unutulmaya yüz tutmuş olan ayrılıkları gün yüzüne çıkardı ve dünya kamuoyu neredeyse iki kampa ayrıldı. Bu iki kampın temel bileşenleri «düşünce” ve «din” kavramları etrafında birleşiyordu. Elbette bu iki temel kampın homojen bir yapısı olduğu iddia edilemez. Ama skalanın Batı ucunda konumlananlar, karikatürleri «düşünce özgürlüğü” kapsamında ele alırken, Müslüman ucu, kutsal addettikleri değerleri saldırı altında hissederek, saldırıları cüretkarca onayladı, yüksek sesle onaylayamasa bile en azından içlerinden «oh çekti”. Charlie Hebdo olayı, bu iki kutup arasındaki gerilimi tırmandırdı. Batı, olayı, Fransa’nın 11 Eylül’ü olarak nitelemeye başladı. Akıllara hemen, «medeniyetler çatışması tezleri” geldi. Medeni Batı, barbar Doğu’yu; Müslümanlar gavurları, tekrar tekrar düşmanlaştırdı.

Olayın, perde arkasında nelerin olduğu, «sıradan” bir terörist saldırı olup olmadığı, çeşitli gizli servislerin bu işin içinde bir parmağının olup olmadığı gibi tartışmalar yapıladursun, Charlie Hebdo olayı birtakım olayları, oldukça açık bir şekilde gözler önüne serdi.

«İnsan hakları” pamuk ipliğine bağlı

2. Dünya Savaşı sonrası dünya gündeminde sıkça yer almaya başlayan ama özellikle Soğuk Savaş sonrasında oldukça popülerleşen, «insan hakları” kavramının içini dolduran ilkelerin aslında günümüzde nasıl da çelişkileri bünyesinde barındırdığı oldukça üzücü ve endişe verici bir şekilde ortaya çıktı. «İnsan hakları”cıların ağızlarına pelesenk olmuş temel ilkelerden ikisidir «düşünce özgürlüğü” ile «din ve inanç özgürlüğü” (ya da din ve inançlara saygılılık) Oysa bu iki kavramın yanyana var olmasının olanaksızlığı kozmopolit toplumsal yapılarda sıklıkla ortaya çıkar.

Düşünce özgürlüğü aslında, düşünülenin ifade edilebilmesi özgürlüğüdür. İfade edilen düşünceden dolayı herhangi bir yaptırıma maruz kalmama, ayrımcılıkla karşılaşmama gibi uygulamalar ile varlığını sürdürebilir. Sıradan insanların yanısıra basın mensuplarının, akademisyenlerin başka bir ifade ile işi kalem ve kağıtla olanların etkinlikleri bu özgürlüğe en fazla ihtiyacı olanlardır. Düşünce ve ifade özgürlüğü, mevcut hali ile sınırları çizilemeyecek denli soyut bir alanı kapsar, hangi düşüncenin, hangi sözün ya da çizginin bir diğer düşünceye, inanca, ideolojiye yönelmiş bir «saygısızlık” olduğu, söz gelimi mizahın nerede bittiği, hakaretin nerede başladığı nesnel ölçütlerle belirlenemez.

Öte yandan, «din ve inanç özgürlüğü” hangi inanç ve dine mensup olursa olsun, kişilerin ya da cemaatlerin herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmaksızın ibadet edebilmesi ve dininin gereklerini yerine getirmesini gerektirir. Bu durum ise, günümüz sosyo-kültürel yapısı açısından ise çok önemli riskleri taşımaktadır. Örneğin dindar bir Hristiyan için, Yahudiler, peygamberlerinin katilleri soyundan gelen kişilerdir. Benzer şekillerde, İslam’ın birçok yorumu açısından, dinin yayılması ve din için savaşılması gerekir. Bu durumda, cihat ve din için ölmek dini bir görev olduğu gibi, cennetin de kapılarını ardına kadar açar. Yani, din adına ölmek de öldürmek de, İslam’ın birçok yorumu açısından meşrudur. O halde siz «din ve inanç özgürlüğü”nü bir ilke olarak benimserken, korkunç bir riskin altına da imza atmış olabilirsiniz. Özgürlük tanıdığınız o din, sizi öldürmeyi meşru sayabilir. Burada vicdanlı dindarlar, «ama gerçek din böyle değil”, «bu insanlar dini çarpıtıyor” gibi savları öne sürer. Burada, asıl mesele hangisinin «gerçek din” olduğunu tespit etmeye gelmiştir. Bu konuda ise evrensel bir konsensusa varılması olanaklı değildir.

Görüldüğü gibi, bazı koşullarda din ve düşünce özgürlüğünün birarada var olabilmesi olası değildir. Bazı okurların «ne yapalım yani dinleri mi yasaklayalım” ya da «düşünce özgürlüğünden vaz mı geçelim” demesi muhtemeldir. İkisi de çözüm değildir. Çözüm o kadar da basit değildir zaten. Burada gerekli ama yeterli olmayan koşul, katı bir laikliğin uygulanmasıdır. Bu laiklik dindarların hoşuna pek gitmeyecektir, çünkü böyle bir laiklik dini birey ile Tanrı arasına sıkıştırarak, dinin toplumsal vecibelerine yönelik bir kısıtlama getirecektir. Ancak bu tarz katı bir laikliği kodlarına işlememiş her toplum, sürekli topun ağzında yaşamaya mahkum olacaktır.

Gün olur devran döner

Uluslararası terörizm, özellikle küreselleşmenin etkisi ile birçok açıdan bir bumerang gibi işlemektedir. Charlie Hebdo olayı da bazı kesimler tarafından bu şekilde çözümlenmiştir. Bumerang savının basit bir sistematiği bulunmaktadır. Batılı devletler kendi topraklarından uzak yerlerdeki çıkarlarını korumak ya da hedeflerini gerçekleştirmek için, bu uzak yerlerdeki bazı grupları desteklerler. Silahlandırırlar, eğitirler, donatırlar. Bu gurupları, kolay seferber edebilmenin en akılcı yolu, çimento olarak dini ya da etnisiteyi kullanmaktadır. Çünkü genellikle, insanlar bu gibi soyut kavramlar üzerinden çok daha rahat hipnotize edilebilmekte, o grupların yönetici kadroları kitle içinde örgütlenebilmektedir.

Bu Batılı devletler, eğitip donattıkları bu grupları, Batılılar için küçük, teröristler için büyük hediyeler karşılığında, Batılı topraklardan uzak yerlerdeki düşmanlarına karşı savaştırırlar. Ancak, bu terörist grupların çimentosu olan din/mezhep ve etnisite gibi kavramlar, bu grupların bir zaman sonra kontrolden çıkmasına ve Batılı değerleri «tehdit” olarak algmasına neden olur ve teröristlerin hedefi Batı topraklarına yönelir. Böylece Batılılar kendi silahları ile vurulmuş olurlar. Bu bumerang savına göre, Batı, bumerangı fırlatmış ama geri döneceğini hesaplayamamış, kendi ayağına kurşun sıkmış olur. ABD Afganistan’da El-Kaide’yi beslemiş, El Kaide 11 Eylül’de İkiz Kuleleri indirmiştir. Ya da Fransa gibi Batı devletleri Suriye’de, Libya’da, Irak’ta köktendincileri mevcut rejimlere karşı desteklemiş birçok vatandaşları bu örgütlere katılmıştır, ama bu militanlar gün olup o topraklara dönmüş ve Batının başına çorap örmüştür. Olabilir. Bu savın küçümsenmeyecek denli önemli bir doğruluk payı bulunmaktadır.

Gün olup da devranın döneceğini gösteren bir yaklaşım daha bulunmaktadır. Buna göre ise, yukarıdaki her şey doğru olmakla birlikte, Batı yukarıdaki durumu kendi çıkarları için kullanmaktadır. Batı bu terörist eylemleri ya kendisi düzenlemekte ya da haber aldığı halde sessiz kalmakta olayları önlememektedir. Batı böylelikle, kendinden uzak topraklara çöreklenmek için geniş toplumsal bir destek sağlamakta. Hem dünya kamuoyunu hem de iç kamuoyunu, çeşitli isimler alan askeri müdahaleler için ikna edebilmektedir. Afganistan ve Irak işgalleri, El Kaide olmaksızın gerçekleştirilemezdi nitekim.

Batı toplumlarındaki iflah olmaz çatlaklar

Charlie Hebdo olayının, yankıları süredursun, bu olayın birçok kimsenin görmezden gelmeye çalıştığı bir gerçeği daha gözler önüne serdiği ortadadır. Bu gerçek, post-modern dönemde Batı toplumlarında çok derin bir ayrışma olduğudur. Bu, sosyo-ekonomik bir gerçektir ve kökenleri sömürgecilik dönemlerine kadar dayandırılabilir. Batı sömürgeciliği ve sonra emperyalizm, uzak topraklardan hammadde ile birlikte insan ticaretini de beraberinde getirmiştir. Sömürgelerden çok fazla sayıda insan, köle, ucuz işgücü vs. olarak Batı’ya taşınmıştır. Dekolonizasyon sürecinde ve sonrasında sömürgelerden Batı’ya yerleşen bu insanlar, Batılı «kardeşleri” ile kağıt üzerinde aynı vatandaşlık haklarına sahip olsa da, sosyo-ekonomik olarak asla Batılı ev sahipleri ile eşit olanaklarda olamamışlardır. Öte yandan, üçüncü, dördüncü kuşaktan bu sömürgelerin torunları, Batılı ev sahipleri kadar o toprakların sahibi konumunda olmuşlardır. Ancak o topraklara tam olarak sahip olamadıkları gibi, tamamen entegre de olamadıklarından çoğunlukla suça bulaşmış ve bu kısırdöngü toplumun bu iki bileşeni arasındaki uçurumu besleyip durmuştur. Bu bağlamda sömürgecilik döneminin mirası, ekonomik olduğu kadar sosyo-kültürel (dinsel-mezhepsel- etnik) özellikleri açısından da Batılı toplumlardaki onulmaz çatlağın en derin unsurlarından birisi haline gelmiştir.

Batılı toplumları bölen diğer bir unsur ise, yukardaki ile benzer özelliklere sahiptir. Ancak kökenleri daha yakın zamanlara dayanmaktadır: Göç. Özellikle 1960’lardan itibaren, taşı toprağı altın diyarlara, köyünden bucağından bir umutla çıkıp giden göçmenler, o dönemde ucuz işçiye aç olan Batı ekonomilerine nefes aldırmıştır. Ancak bu durum toplumsal olarak çeşitli bölünmeleri beslemiştir.

Öncelikle, ucuz işçiler, yerli ve daha kalifiye işçilerin «işsiz” kalmasına neden olmuş ve bu durum bir noktada tepki toplamıştır. İkinci olarak, bu kitleler genelde eğitimsiz ve feodal bağları güçlü kişiler oldukları için ya da oradaki olumsuz yaşam koşulları nedeni ile o toplumlara asla entegre olamamış gettolarda kendi özerk cumhuriyetlerini kurmuşlardır. Bir süre sonra, bu göçmenler o toplumların sırtında birer kambur olarak algılanmaya başlamış özellikle de ekonomik daralma süreçlerinde toplumsal refahın önünde engel olarak görülmeye başlanmıştır. Bu göçmenlere yönelik çifte standartlar bu karmaşık ilişkiyi daha da geren birer unsur olarak resme eklenmiştir. İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler ile ise, bu göçmenlerin etnik ya da dinsel olarak aidiyet durydukları gruplarla iletişimleri gelişmiş ve farklı bir sosyalizasyon süreci başlamıştır. Nerede başlayıp nerede son bulduğu tam kestirilemeyen bu etki-tepki durumu bu toplumlarda yabancı-düşmanlığını, ırkçılığı, dinciliği, mezhepçiliği beslemiş ve toplumun derin çatlaklara sahip olmasına neden olmuştur.

Sonuç

Görünen o ki, Charli Hebdo olayı basit bir terörist saldırı değildir. Çözümlenirken en azında yukarıda bahsedilen üç unsur ile birlikte değerlendirilmedir. Çok açıktır ki, Charli Hebdo olayı, Batı’nın demokrasi lojistikçiliğinden, sömürgecilik ve emperyalizmden bağımsız düşünülemez, bu sorun düşünce ile dinin olanaksız aşkından da bağımsız değildir. Postmodernizmi kendine rehber edinmiş bir küreselleşmenin hem Batı’da hem de Doğu’da dünyanın neresine olursa olsun istikrarsızlık, kan ve göz yaşı götürdüğü açıktır.

Bunları da sevebilirsiniz