Bölüm 1
Naima çok sinirliydi. Arkadaşlarının çoğu, ne olduğunu anlayamadığı aracın yeryüzüne inişini gördükten kısa bir süre sonra garip bir hastalıktan ard arda ölmüşlerdi. Hoş kendisinin durumu da çok içler açıcı değildi. Önce elleri ve yüzünde kabarıklıklar oluşmuş daha sonra da bazı bölümleri dökülmeye başlamıştı. O garip giysili adamın kendisine verdiği kutuyu adamın tarif ettiği mağaraya saklamış. Duvarı çalı çırpı ile örtmüş ve dönüşe geçmişti. Adının Avva olduğunu söyleyen adama geri dönüp söz verdiği 100 kapa sarı madeni alacaktı.
Naima adamı ilk gördüğünde kaçacak yer aramıştı. Avva nın boyu kendi boyundan tam iki misli uzundu. Üzerinde garip giysiler olan adam kendisine doğru yürüyünce son süratle oradan kaçmış ve bir çalının arkasına gizlenmişti.
Homurtular çıkartan büyük yuvarlak Kappa Dağına indikten sonra arkadaşı Enuk ellerini uzatarak “Bak, Naima, Tanrılar beni cezalandırıyor. Yüzüm artık benim değil. Ok attığım yeri artık göremiyorum. Tanrı bana ok atmak için beş parmak vermişti. Şimdi ise üç tane kaldı. Hiçbir şey hissetmiyorum. Ne açlık, ne soğuk. Sesim bile artık bana ait değil. Tanrılar bile burasını terk etti. Hava bir garip. Nefes alırken bile genzim yanıyor. O garip şey geldiğinden beri Atuk, Akidnu öldüler. Sıranın bana geldiğini hissediyorum. Bana bir şey olursa sen öcümü al kardeşim” diyerek Naima nın kollarında ölmüştü.
Şimdi ise Avvaya geri dönüyordu. Düşünceleri bulanıklaşmıştı. Tekrar çalılara saklandığı an geldi aklına. Uzun boylu adam ona doğru yaklaşmış boğuk bir sesle:
“Korkma! Ey insan oğlu, benden sana bir zarar gelmez. Ben yukarıdan geliyorum. Sana yardım edeceğim”
demişti. Onun orada olduğunu biliyordu. Naima dizleri titreyerek yavaşça saklandığı yerden çıktı. Adamın yüzü örtülüydü. Naimaya “Gel!” dedi.
Naima ayakları birbirine dolaşa dolaşa adamı takip etti. Uzakta Kappa Dağı görünüyordu. Dağın tepesinde garip bir şey vardı. Adam Naima nın dağa baktığını fark edince “Oradan uzak dur. O dağ sizler için ölüm demektir. Sana bir görev vereceğim ve sen bu görevi gerçekleştirdiğin zaman hayallerinde bile düşünemeyeceğin kadar zengin olacaksın. Sana tahmin bile edemeyeceğin bir güç ve zenginlik vereceğim. Hayatta olduğun sürece hiçbir güç sana karşı gelemeyecek. Sana insanlara ve hayvanlara hükmetmesini öğreteceğim.”
Bütün bunlar Naima nın algılama gücünün çok üstündeydi. Sonunda korkunun yerine merakı galip gelmişti. Ona doğru bir adım atmıştı ki o:
“Orada dur ve bana fazla yaklaşma. Sana istemeden de olsa zarar vermek istemem.” dedi. Sonra devam etti: ”Seni hiç görmediğin bir yere yollayacağım. Bu kutuyu sana tarif edeceğim yere bırakıp geri geleceksin. Şayet döndüğünde beni bulamazsan seni ilk gördüğüm çalılara 100 kapa sarı maden bırakacağım. Onlar senindir. Ancak madenleri aldığın yerde bir çukur göreceksin. Sana yolda kullanman için verdiklerimi o çukura atıp bir daha geri dönmeyeceksin.” dedi.
Daha sonraki günlerde uzun adam boynuna taktığı bir kolye ile yanına gitmeden bile sesini duyabiliyordu. Yanına yaklaşan her hayvan olduğu yere çöküyor. Öylece kalıyordu. İşin tuhafı Naima artık acıkmıyor, üşümüyordu. Zihni açıklayamadığı bir süratle çalışıyordu.
Günlerden bir gün yine Avva nın sesini duydu.
“Naima artık eğitimin bitti. Gün doğumu ile birlikte yola çıkacaksın. Nereye gittiğini ve niye gittiğini döndüğünde unutmuş olacaksın. Sesim hep yanında olacaktır. Yolda daha önce görmediğin, ama sana tanıdık gelecek bir çok işaret göreceksin. Sakın korkma ve devam et. Elindekini saklayacağın yere gelince zaten tanıyacaksın. Döndüğünde sarı madenler senindir.” dedi.
Hakikaten Naima hiç görmediği yerlerden geçerken bile sanki oraları tanıyormuş hissine kapılmıştı. Avva nın dediklerini yerine getirmiş, dönmeye başlamıştı. Ancak vücundaki değişiklikler Naimayı çok rahatsız etmeye başlamıştı. Artık boynundaki kolyenin sesi duyulmuyordu. Kafasının içinde tarifi imkansız uğultular oluşmuştu. Geçen gün vahşi bir hayvan yanına kadar yaklaşmış Naima yı ısırmıştı, yarası acımıyordu, ama çok korkmuştu. Dönüş yolunu hatırlamaya çalışıyor, fakat zihni eskisi kadar parlak değildi.
Kendi kendine “Galiba kayboldum”, dedi. Bitki örtüsü bile değişmişti. Ellerine baktı. Ok atan elinin parmaklarından biri yoktu. Çok şaşırdı. Hiçbir şey hissetmemişti. Kendi kendine “Avva beni kandırdı. Ne dönüş yolunu bulabiliyorum, ne de sarı madene sahip olabileceğim.” dedi. Birdenbire uzakta birtakım hareketler sezdi, saklanmak istedi, ama artık çok geçti. Karşısına dikilmiş on beş savaşçı hayretle yüzüne bakıyorlardı. Elini yüzüne götürdü gözünün ve burnunun olması gereken yerde bir boşluk vardı. Korkudan bir çığlık attı.
Savaşçılar atılan çığlık üzerine harekete geçtiler. Her biri elindeki kılıç ve mızrakla Naima nın bir kısmını koparıyorlardı. Sağ ayağı diz kapağından kopmuş. Sol kolu ise bilekten kesilmişti. Etrafta hiç kan olmaması savaşçıları şaşkınlığa düşürdü. Bir an durakladılar. Sonra yeniden saldırıya geçtiler. Naima arkasından yaklaşan iki savaşçıyı farketmedi bile. Birden bir kılıç havada bir yay çizdi ve Naimanın kafası havaya uçtu. Kesik baş yerde hareketlerine devam etti. Savaşçılar son bir gayretle başı bir çukura attılar. Üzerine toprak doldurdular ve olay yerinden uzaklaştılar.
Artık Naima için her şey bitmişti.
Bölüm 2
Hava korkunç denecek kadar sıcaktı. Etrafta ağustos böceklerinin çığıltısından başka bir şey duyulmuyordu. Adolf Hansen tam iki yıldan beri Ege sahillerinde Alman devleti tarafından desteklenen arkeolojik kazılar yapıyordu. Türk yetkilileri ile yapılan ikili anlaşma gereği buluntuların tamamı Türkiyede kalacak, Alman hükümeti sadece inceleme amacıyla bazı parçaları ülkesine götürebilecek, daha sonra da iade edecekti.
Adolf Hansen kendi kendine güldü. Çalışmaların altıncı ayında 2 adet gümüş sikkeyi kimsenin ruhu bile duymadan Türkiyeden çıkartmıştı bile. “Aptallar”, dedi kendi kendine. Ne kadar da kolay olmuştu. Bu sikkeleri satmaya niyetli değildi. Kendi özel koleksiyonuna ilave etmişti.
Şimdi iki adet anforayı onarmakla meşguldü. Son olarak kopuk olan kulpu da yerine taktı. Anforalar artık her şeyi ile orijinal ve eksiksiz olmuşlardı. Onların karşısına geçti. Eserine bir kez daha baktı. Sonra memnun bir ifadeyle masasının başına geçti. Özenle açtığı kurşun kalemi ile önündeki kağıda bir takım notlar aldı.
Sıcaklık iyice artmıştı. Kapıdan çıkar çıkmaz kavurucu bir hava etrafını sardı. Bir anda terden sırılsıklam olmuştu. Kazı alanını dolaşmaya başladı. Alman asistanı Eva ve Türk asistan yardımcısı yerlerinde yoktu. Hoş ne halt ettiklerini adı gibi biliyordu ama, umurunda değildi. Tek merak ettiği bu sıcakta da olur muydu?
Beş on adım atıp barakalardan uzaklaştı. Kendi kendine “Burası ne garip bir ülke, neresini kazsak tarihin bir dönemine ait buluntulara raslıyoruz” dedi.
Adımlarını yavaşlattı. Sırtından oluk gibi ter boşanıyordu. Tepelere geldiğinde solukları iyice sıklaşmıştı. Durdu. Gölgelik bir yer aradı. Etrafta ne bir ağaç, ne de gölgesine sığınılabilecek bir yer vardı. Kendi kendine ”Keşke sahile gitseydim” dedi. Geriye dönmeden evvel bir kayanın yanına oturdu. Biraz soluklandı. Gözü hemen yanındaki kayaya ilişti. Altında akrep ve yahut yılan olma ihtimaline karşı yerini değiştirdi. Onca senedir arkeolojik kazılar dolayısı ile açık arazide olmasına rağmen her iki hayvanı gördükçe dehşete kapılıyordu. “Alışamadım şu soğuk hayvanlara, nerede görsem ayağımla ezmek geliyor içimden”, dedi. Sonra içinde uyanan merakla taşın bir ucundan ayağı ile itti. Taş yerinden bile kıpırdamadı. Bu sefer oturduğu yerden iki ayağı ile taşı oynatmaya çalıştı. Taş usulca yerinden oynadı. Altta kemik kalıntıları vardı. Merakını yenemedi ve taşı olanca gücü ile itmeye başladı. Tam bu esnada kulağına birtakım bağırtılar geldi. Biri bağırarak onu çağırıyordu. Mendiliyle terini kurulayarak sese doğru ilerledi.
Yolda bir taşa çarptı. Sendeledi. Başı ağrıyordu. Kendi kendine yanına şapkasını almadığı için küfretti. Az önce geçtiği tepeye geldiğinde iki işçinin bağırarak kendisine doğru koştuklarını fark etti. İkisi de yanına geldiğinde gözlerinin korkudan yuvarlarından fırlamış konuşamaz durumda olduklarını gördü.
– Ne oldu?
Her iki işçinin de boğazından homurtuya benzer sesler döküldü.
– Şeytan. Şeytanı gördük. Oradaydı. Ateş yakmak için çukur açtığımızda karşımıza çıktı. Öylece bize gülüyordu. Biz artık çalışmak istemiyoruz. Köyümüze döneceğiz. Bir daha buralara ayak atmayacağız. Bunca senedir kazı yaparız, şimdiye kadar böyle bir şey görmedik.
Önde işçiler arkada Adolf Hansen ateş yakmak için açılan çukura doğru ilerlediler. Birden işçiler durdular. İçlerinden biri:
-
Biz daha ileriye gitmek istemiyoruz. On adım daha gidersen şeytanı kendi gözlerinle görebilirsin.
Adolf ne olduğunu anlamak için birkaç adım daha attı. Çığlık atmamak için kendini zor tuttu. Kesik bir kafa kendisine gülerek bakıyordu. Bir tek burnu ve tek gözü yoktu. Öteki tüm organları sağlamdı. Zaten işçiler bu yüzden korkmuşlardı. Bir an yüzü oynuyormuş gibi geldi. Sendeledi. Bir iki adım geriledi. Kendi kendine ”Böyle şey olamaz. Sinirlerim beni yanıltıyor”, dedi. İşçiler onu merakla uzaktan izliyorlardı. Birden gözü kesik kafanın boynundaki garip şekilli kolyeye takıldı. Garip alaşımlı iki parmak eninde pırıl pırıl parlayan bir kolyeydi. Kararını verdi. Geriye dönüp adamlarına “Çabuk kampa dönüp bana bir çuval getirin. Ağzınızı sıkı tutun. Gevezelik edeni doğduğuna pişman ederim”, dedi.
İki adam biran önce oradan ayrılmak için arkalarına bile bakmadan son süratle kampa doğru koşmaya başladılar. Adolf gittiklerinden emin olduktan sonra yerden bulduğu tahta bir sopayla kesik başın yanına geldi. Mendiliyle
burnunun ve yüzünün büyük bir kısmını kapatarak sopa ile başı dürttü. “Tuhaf şey”, dedi kendi kendine. ”Etlerin çoktan çürümüş olması gerekliydi. Ama yerli yerinde duruyor. Toprak killi veya çamurlu olsa hava ile temasın kesilmesinden dolayı bozulmadan durmuş olabilir, ama bu da mümkün değil.” Elini uzattı. Kolyeyi yavaşça boynundan çıkarttı. Kolye güneşte pırıl parlıyordu. Onu mendiline sardı. Gömleğinin içine koydu. Gözü birden kafaya ilişti. Sanki çenesi oynuyordu. Dehşetle kafaya bir tekme savurdu. Kendini de bir iki metre uzağa fırlattı. Olduğu yerden kafayı görebiliyordu. Sanki bir el kafayı oynatıyormuş gibi önce sağa sonra sola yattı ve hareketsiz kaldı. Önce etler daha sonrada kıkırdaklar erimeye başladı. Artık karşısında geçmiş zamanlardan kalan bir kafatası vardı.
O sırada ellerindeki çuvalla iki işçisi geldi. Ürkek bakışlarla çuvalı uzattılar. Adolf kendini toparladı ve “Baksanıza korktuğunuz şey sadece bir kurukafa, çuvala bile gerek yok, üzerine toprak atın ve unutun. Kampta da kimseye bir şey söyleyip de alay konusu etmeyin kendinizi. Hadi bakalım doğru kampa, marş marş”.
İki işçi inanılmaz gözlerle kafatasına baktılar. Patronun dediği doğruydu. Korktukları şeyin kurukafa olduğunu görünce bir tanesi okkalı bir tekme savurdu. Kafatası senelerin yorgunluğu ile havada un ufak olup etrafa dağıldı.
Adolf terden sırılsıklam olmuş bir halde kamptaki odasına yürüdü. İçeri girer girmez kapıyı kilitledi. Perdeleri sımsıkı kapattı. Işığı yaktı. Gömleğinin içinden mendile sarılı kolyeyi çıkartıp masanın çekmecesine kilitledi.
Kendi kendine “Şimdilik. Önce bir yıkanayım, sonra seninle meşgul olurum.”,dedi.
Soyundu, banyoya girdi, musluğu çevirdi ve bekledi.
Kahverengi bir su akmaya başladı. İlk geldiği günler geldi aklına, musluğu açmış ve beklemeden girmişti duşa. Sonuçta eskisinden daha pis ve ıslak olarak çıkmıştı duştan.
Sonunda su temiz akmaya başlamıştı. Soğuk su bölümünü açmasına rağmen su kaynama derecesine yakın bir sıcaklıkta akıyordu. Bu suyla ancak temizlenir, ama serinlenilemezdi. Duştan hemen çıktı. Ayağına bir pantolon giydi. Islak saçlarını kurulayarak tekrar odasına döndü. Bir sigara yaktı. Masanın çekmecesini açtı. Mendile sarılı kolyeyi yavaşça masaya bıraktı. Gece lambasını yaktı. Usulca mendili açtı. Bir an nefesini tuttu. Kolye yine pırıldamaya başlamıştı. Üzerinde ne bir pas, ne de çürüme vardı. En önde dikdörtgen bir plaket vardı. Plaketin üzerindeki işaretlere boş gözlerle baktı. Üzeri bir takım geometrik şekillerle süslüydü. Şimdiye kadar buna benzer şekillere rastlamamıştı. Şekiller çok düzgündü. Tek tek her birini ölçtü. Şekillerin birbirlerine oranları 1,3,5,
7 idi. Ölçülere inanmadı, tekrar ölçtü. Oranlar gerçekten 1,3,5,7 idi. Hepsi asal sayılar. Bunun anlamı çok ileri bir matematik bilgisiydi. Çünkü asal sayılar bir ve kendinden başka hiçbir sayıya bölünmezlerdi. Ege de kurulan bir çok antik sahil kasabası vardı, ama hiçbirinin matematik bilgisi bu kadar ileri değildi. Astronomi ve denizcilik bilgileri sayesinde kıyı ticareti yaparlardı ancak bundan daha ileri bir teknolojileri yoktu.
Adolf yerinden kalktı. Kitapların durduğu dolaba
doğru ilerledi. Dolabın içi yerden tavana kadar gelişigüzel atılmış bir yığın kitapla doluydu. Kitapları büyük bir özenle yere indirmeye başladı. Sanki kolyenin üzerindeki işaretleri bir yerlerde görmüştü. Aradan iki saat geçmişti ki aradığını bulamadı. Tekrar masaya döndü. Kolyeyi yeniden incelemeye başladı.
Kolyenin üzerindeki plakette birbiri içine geçmiş on iki yuvarlak vardı. İki yuvarlağın etrafında halkalar mevcuttu. Birden kafasında bir şimşek çaktı. Okul döneminde güneş sistemi ile ilgili çizimler görmüştü. Bu çizimlerde ona çok benziyordu. Hemen en ortadakini güneş olarak kabul edip gezegenleri yerine oturtmaya çalıştı.
Merkür,Venüs, Dünya, Mars yerine oturdu,hem de oranlarıyla, ancak karışıklık ondan sonra başlıyordu. Marstan sonra gelen gezegenin Jüpiter, daha sonra da Satürn olması gerekirken Marstan sonra Marstan daha küçük bir gezegen görünüyordu. Daha sonra hem Jüpiter, hem Satürnün halkaları olduğu görünüyordu. Uranüs, Neptün, Plutodan sonra çok uzakta, ancak sistemin içinde bir başka gezegen daha görülüyordu. Adolf “Elimdeki her neyse üzerinde tam on iki gezegen görülüyor. Yani şimdikinden iki fazla”,diye düşündü. Sağ altta asal sayıları gösteren enine ve dikey çizgiler vardı. Sağ üstte ise ne olduğunu anlamadığı,bir dikdörtgen içinde çeşitli semboller vardı.
Adolf Hansenin başı çatlayacakmış gibi ağrımaya başlamıştı. Kendi kendine ”Çok yoruldum, hem de başım ağrımaya başladı. Daha sonra tekrar araştırırım”, dedi. Kolyeyi masanın üzerine bıraktı. Kapıyı açtı. Havanın karardığını, etrafın serinlediğini fark etti. Kapıyı kapatmadan dışarı çıktı. Cebinden bir sigara çıkarttı. Kibriti ile yaktı, derin bir nefes çekti. Kendine gelmişti. Birkaç adım atıp karanlıklar içine daldı. Gökyüzü pırıl pırıldı. Milyonlarca, belki de milyarlarca yıldız sanki ona göz kırpıyordu.
Gündüz ki boğucu sıcak yerini tatlı bir melteme bırakmıştı. Birkaç adım daha attı. Bir taşın üzerine oturdu. Birden gözüne kapısının önünde bir karaltı ilişti. Sanki tarihin sisleri arasından sıyrılmış biri kapının önünde duruyordu. Gözüne ilk çarpan adamın boynundaki kolye oldu.
Aynen masasında durana benziyordu. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Ayağa kalktı ve odasına doğru ilerlemeye başladı. İki adım atmıştı ki görüntü kayboldu. Kapının altından mavi soluk bir ışık süzülüyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Kapıya geldiğinde artık ışık kaybolmuştu. İçeri girdi, masanın üzerinde duran kolyeyi görünce rahatladı, ancak kolye ilk bıraktığı yerde değildi. Gece lambasının ışığı artık tümünü değil yarısını aydınlatıyordu.
Hemen cebinden çıkarttığı mendille kolyeyi sımsıkı sardı. Mendilin içinden sanki inleme sesi geliyormuş gibi geldi. Adolf işine devam etti. Dolaptan ortası oyularak özel bir takım şeyleri taşımak için yapılmış kalınca bir kitabı açtı. Kolyeyi mendille birlikte kitabın içine yerleştirdi.
-
Bu benim özel koleksiyonuma konacak nadir parça olacak, bunun ne olduğunu anlamadan kimseye bir şey söylemeyeceğim. Böyle bir şeyi kimseyle paylaşmaya niyetim yok.
Sonra yüzünden akan teri elinin tersi ile silerek kendini kapının dışına attı. Dışarıda da boğucu bir sıcaklık vardı. Gökyüzünde milyarlarca yıldız sanki birbirleri ile göz kırpıştırıyorlardı.
Aklından kolyeyi çıkartmak istiyor ancak ne yaparsa yapsın kolye hep gözünün önüne geliyordu. Birden kolyenin sağ alt bölümündeki rakamların bir şeyler ifade ettiğini fark etti. Emin değildi. Tekrar odasına döndü.
Kapıyı sıkıca kilitledi. Dolabı tekrar açtı. Kendi kendine
“Bunu çözene kadar bana rahat yok”, dedi.
Kolyeyi masanın üzerine bıraktı. Işığı ayarladı. Yüksekçe bir taburenin üzerine tünedi. Evet yanılmamıştı. Sağ alt köşedeki rakamların dizilişi onu lise dönemlerine götürdü.
Yüksek sesle “Bunların enlem ve boylam olma ihtimali çok yüksek” diye bağırdı. Heyecanlanmıştı. Kalbi deli deli atıyordu. Bir dünya atlasının üzerinde enlem ve boylamları birleştirdi. Koordinatlar bulunduğu bölgeyi gösteriyordu.
-
Bana daha detaylı haritalar gerekli.
Sonra elinde bölgenin topografik haritalarının bulunduğunu hatırladı. Bunları kazıların yapılabilmesi için bağlı bulunduğu üniversiteden zimmetle almıştı. Acaba onları nereye koymuştu? Birden haritaların yardımcısı Evanın odasında durduğunu hatırladı. Kendi kendine “Bu saatte Evanın odasının kapısını çalmak azgın aslanların kafesine girmekten bile zor. Ama ne yapayım başka çarem yok”, dedi.
Kapıyı açtı. Parmaklarının üzerinde hiç ses çıkartmadan yardımcısının kapısı önüne geldi. Birden yalnız olmadığını
hissetti. Arkasını döndü. Birkaç saat önce kapısının önünde gördüğü siluet karanlıklar arasında kayboldu.
Tuhaf bir gece. Sanki gün doğmadan bir çok şey değişecek. Sonra tedirginlik içinde Eva nın kapısını tıklattı.
Kapıda uzun bir süre bekledi. Sonunda kapı açıldı. Eva bu saatte gelenden memnun olmamış gibi yüzünü buruşturdu.
-
Ne istiyorsun?
-
Şu yanımızda getirdiğimiz topografik haritaları.
-
Sabaha kadar bekleyemez miydi?
-
Hayır. Hemen lazım.
-
Peki. Bir dakika bekle.
Eva homurdana homurdana içeri girdi. İçerideki fısıldamalardan yalnız olmadığı belliydi. Az sonra elinde
Bir tomar haritayla geri döndü.
-
Ne o rüyanda Midasın hazinelerini mi buldun?
-
Çok daha önemli şeyler. Sadece bir takım ölçümler yapmak istiyorum.
-
Gecelerini bu şekilde değerlendirmen bana hep tuhaf gelmiştir.
-
Bu bir tercih meselesi.
Sonra başka bir şey demeden son süratle odasının yolunu
tuttu. İçeri girer girmez haritaları masanın üzerine yaydı.
Kolyedeki enlem ve boylamları haritanın üzerinde işaretledi. Koordinatların kesiştiği nokta kampın hemen yanındaki kayayı gösteriyordu. Kaç kez önünden geçmiş ama yılan ve akrep korkusundan yanına yaklaşmamıştı. Ama bu sefer bu korkusunu yenecekti. Alet dolabından bir kürek ile kuvvetli bir el feneri aldı ve yeniden dışarı çıktı.
Kayayı hemen buldu. Kazmaya başladı. Çok kısa bir süre sonra kürek sert bir cisme çarptı. Adolf küreği bırakıp elleriyle kazmaya devam etti. Toprağın içinde bulduğu kolye ile aynı metalden yapılmış takribi 15 x 25 santimlik bir plaket vardı.
Aceleyle plaketi çıkardı. Temizlemeden gömleğinin içine sokup son süratle odasının yolunu tuttu. Odaya girer girmez gömleğinin içinden terden sırılsıklam olmuş plaketi çıkardı. Üzerini bir bezle sildi. Masanın üzerindeki haritaları eliyle itti. Işığı yaktı. Plaket ışıkta pırıl pırıl parıldıyordu. Önce hangi tarafının üst kısmı olduğunu kestiremedi, ama çok kısa bir sürede yazının başındaki klasik yol gösterici işareti fark etti. Plaketi işarete göre düzeltti. Artık üzerindeki semboller anlaşılır bir hal almıştı. Taburesinin üzerine tekrar tünedi. Işığı yeniden ayarladı.
Birden yazılanları okuyabildiğini fark etti.
**************
Irkımızın gelişmesi için yeni yerleşim yerleri bulmamız lazımdı. Isı kaynağına belirli bir mesafede olmalı, hem de yaşamın devamı için temel kaynak su olmalıydı. Uzun araştırmalar sonucu ısı kaynağına, yani güneşinize mesafe olarak en uygun gezegen sizin Dünya diye adlandırdığınız gezegendi. Ancak güneş sisteminin bu üçüncü gezegeni hem güneşe yakın, hem de üzerinde yaşamın devamı için gerekli olan suyu barındırmıyordu. Önce bizim Mojer adını verdiğimiz gezegeni ortadan kaldırarak neslimizin devamı için ön gördüğümüz gezegenin güneşten biraz daha uzaklaşmasını sağladık. Sıra gezegeniz de yaşamın temel taşları için gerekli olan suyun elde edilmesine gelmişti. Dördüncü gezegeninizde yeterli su vardı.
Önce onu katı hale getirerek sistemin üçüncü gezegenine getirdik. Bundan sonrası doğanın kendi işiydi. Zaman ile ilgili sorunumuz yoktu. İlk hayat belirtileri denizlerde başladı. Daha sonra karalara geçti. Bu bizim sizinki gibi gezegenlerde yaptığımız standart bir çalışmaydı. Unutmayın zaman her şeyin anasıdır. Gözümüz hep üzerinizdeydi. Tabii, daha sizler o dönemde ortada yoktunuz. Belirli bir zaman sonra gezegeninizi kaplayan, ağırlığı fazla olan dev hayvanları yolladığımız göktaşları ile ortadan kaldırdık. Daha sonra ortaya çıkmış olan primatları dölleyerek sizlere bir ortam yarattık. Sonunda sizler meydana geldiniz. Zaman içinde bizlere benzeyecek, geliştikçe bizlerin görevini üslenecek olan sizler.
Burada gerekli aşamaları geçirdikten sonra hepiniz evrenin sonsuz boşluğu içinde kendi gezegenlerinizi yaratmaya başlayacaksınız. Bizler sizleri her zaman gözetim altında tuttuk. Bu evrenin yeni efendilerinin kendi kendilerine zarar vermemeleri içindi. Geliştikçe ve kudretinizin farkına vardıkça bizlerin de buradaki görevi sona erecekti. Bundan sonrası sizlerin elinde. Önünüzde milyarlarca gezegen ve yıldızı barındıran bir evren var. Hatta kendi evrenlerinizi yaratacak kadar da kaynak mevcut.
Ve sen plaketi bulup yazıyı çözmeyi başaran kişi,
bundan sonrası sana bağlı.
Adolf Hansen’in sırtı buz gibi olmuştu. Kendini bir anda yirmi yaş birden yaşlanmış gibi hissetti.
-
Ne yapmam gerektiğini biliyorum.
Gitmeliydi. Her şeyi bırakıp gitmeliydi. Alelacele giyindi. Odanın ışığını söndürdü. Arkasında senelerini verdiği her şeyi terk edip karanlıklar içinde kayboldu.
Artık önünde yeni bir yaşamın kapıları açılmıştı.
2 Mart 1998, Üsküdar.