Klasik Rus edebiyatının en büyüklerinden biri sayılan, hatta Rus edebiyatının miladı kabul edilen Aleksandr Sergyeviç Puşkin’in «özgürlük düşüncelerini”, mezuniyet tezi olarak almıştım.
Mezuniyetten sonra da Puşkin üzerine yazılar yazmayı sürdürdüm. Ancak, son derece yalın bir dille yazan Puşkin’in tüm eserlerini Türkçe’ye şu ana kadar kimse kazandıramadı. Bunun en önemli nedeni, Türkçe’ye çevrildiğinde özellikle şiirsel anlatımı kaybetmesi. Bir ara Ataol Behramoğlu kalkıştı bu işe, ama sanırım o da hepsini tamamlayamadı.
Puşkin’in şiirlerin üzerine çalışırken, bir şiiri dikkatimi çekmişti: Rusçası «Meşçanin” olan şiir, Türkçe’ye «Küçük burjuva” olarak çevrilebilir. Puşkin de şiirini «Ya tolka meşçanin,” yani «ben yalnızca bir küçük burjuvayım,” diye bitiriyordu.
O sıralarda (yıl 1976-77) Ataol Behramoğlu da Militan dergisinin başındaydı. Puşkin’in «küçük burjuva” olduğunu öğrendim ya, serde de «devrimcilik” var, hemen Puşkin üzerine bir yazı döşenip, Ataol Behramoğlu’na gönderdim. Behramoğlu uzun bir mektup yazarak, yazıma cevap verdi. Puşkin’in yaşadığı dönemde «küçük burjuva” olmanın bile bir devrimcilik sayılacağını, o dönemde henüz feodal yapının devam ettiğini, Puşkin’in zamanı için büyük bir devrimci olduğunu anlatan bir mektuptu.
Ataol Behramoğlu ile aynı fakülteden mezunduk, ama benim başladığım yıl o mezun olmuştu sanırım. Okuldayken tanışamadık. Yıllar sonra, yani seksenli yılların ortalarında, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda metnini yazdığı bir tiyatro oyununun galasında karşılaştık. Ben o sıralarda henüz TCDD’de memuriyete devam ediyordum, bir yandan da Bilim ve Sanat dergisinin kültür sanat bölümü sorumluluğunu yürütüyorum. Galaya davet de zaten bu nedenle gelmişti.
Akşam galaya gittiğimde, oyun başlamadan önce Ataol Behramoğlu’nu yanında birkaç kişiyle birlikte bir köşede gördüm. Çekinerek yanına gittim ve kendimi tanıttım. Bir de, bu tür tanışmalardan, kendimi tanıtmaktan hoşlanmadığımdan olsa gerek, iyice tedirgindim. Behramoğlu’nun yanında Toplum Kitabevi’nin sahibi, yazar Remzi İnanç ile adını bilmediğim birkaç kişi daha vardı.
Behramoğlu’na, yıllar önce yazdığım Puşkin yazısının yanlışlığını ve mektubuyla beni uyarmasının çok yerinde olduğunu anlattım. Tabii o anımsayamamıştı, ama biz yine de, o sıkışıklıkta bir Puşkin tartışması başlattık. Şiirlerinin çevrilmezliği, Dekabrist ayaklanması, Pugaçev ve Stenka Razin ayaklanmaları üzerine konuştuk. Etrafımıza doluşan kalabalık Behramoğlu’na sürekli bazı şeyler sorup söylediğinden, tartışmayı kesmek zorunda kaldık ve ben ayrıldım.
Tam o sırada, şu anda Rusça’dan Türkçe’ye çevirileriyle Türkiye’nin en iyi çevirmeni olarak tanıdığım, sınıf arkadaşım Mazlum Beyhan girdi. Tiyatronun fuayesine inen merdivenden inerken Ataol Behramoğlu’nu uzaktan gördü ve çok yakın bir arkadaşıyla selamlaşır gibi ellerini sallayarak selam verdi.
Müthiş bir kıskançlık duydum o anda. Bizim Mazlum, koskoca Ataol Behramoğlu’na, sıradan bir arkadaşıyla selamlaşır gibi selamlaşıyor, hatta yanına gitmeye bile gerek görmüyordu. Daha da korkuncu oldu ardından. Tuttu, Ataol Behramoğlu Mazlum’un yanına geldi. Şaşkınlığım da iki kat oldu tabii…
Hep yazarları, sanatçıları ulaşılmaz kişiler olarak gördüğümden olsa gerek, Mazlum ile Ataol’un bu şekilde selamlaşmaları sonucu, Mazlum Beyhan’ın da «ulaşılmazlar” kategorisine yükseldiğini düşündüm.
1984 yılında Akademi Kitabevi İnceleme Araştırma ödülünü aldığım zaman jürimde Ataol Behramoğlu da vardı. İstanbul’daki ödül töreni sırasında Ataol Behramoğlu ile tekrar karşılaştık.
Sonra dostluğumuz, aralıklı da olsa sürdü gitti. Onun yazılarından, telefonlarından, sohbetlerinden çok şey öğrendim Rus edebiyatıyla ve çeviri tekniğiyle ilgili olarak.
Ama hâlâ, ne zaman dostlarımdan biriyle karşılaşıp da, uzaktan uzağa elimi sallayarak selamlaşsam, aklıma Ataol Behramoğlu geliyor.
Kimi zaman, özellikle de çeviri yaparken, öyle an olur ki, tıkanır kalırsınız. Ne sözlükler size yardım edebilir o an, ne bildiğiniz Rusça, ne kelimelerin büyüsü. İşte böyle anlarda, elinizin altındaki telefona sarılıp sorabileceğim insanlardan biri de Ataol Behramoğlu’dur: «Abi, ben bu cümleden bir şey anlamadım…”
En son, 2 yıl kadar önce Mülkiyeliler Birliği’nin Yüksel Caddesi’ne bakan bahçesinde, Hasan Uysal’ın masasında birlikte olduk.
«Bir ortaya çıktın, ortalığı allak bullak ettin. Sonra da kayboldun Mümtaz,” dedi.
Sözünü ettiği, 1984 yılıydı.
«Gerçeklik ve Roman” kitabını yazdığım yıl.
Ardından «Sovyet Romanı” çalışması…
Sonra bir süre kış uykusu.