Atatürk dönemi Türkiye ekonomisini objektif olarak değerlendirebilmek için önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemindeki ekonomik tabloyu, diğer bir deyişle cumhuriyetin geçmişten devraldığı ekonomik mirası genel hatları ile saptamak gerekir. Türkiye birbiri peşi sıra gelen ve uzun süren savaşlar sonucunda başta nüfus olmak üzere büyük ölçüde kaynak kaybına uğramıştı.
1914 yılında 16.3 milyon olan nüfus 1927 yılında 13.6 milyona düşmüştü. Ayrıca bu düşüşün özellikle 18-35 yaş arası nüfusta meydana gelmesi durumu daha da ağırlaştırmaktaydı. Bu yüzden kadınlar bir çok köyde muhtarlık yapıyorlardı. Üretimi önemli ölçüde onlar gerçekleştiriyor, vergiyi de onlar veriyorlardı.
Diğer taraftan tarım büyük bir sarsıntı geçirdiğinden bunun sonucu olarak tohumluk, araç ve koşumluk hayvan bulunamıyor, toprağın büyük bölümü işlenemiyordu. 26 Nisan 1922’de adi suçlular tarlalarda çalışmak üzere bir ay süre ile geçici tahliye edilmiş, bu süre daha sonra üç aya çıkarılmıştı.
Bir tebeşir, bir kurşunkalem üretilemiyor, Almaya’dan dikiş iğnesi gelmezse halk söküğünü dikemiyordu. Fes bile Avusturya’dan ithal ediliyordu. Ülkenin ve toplumun hemen tüm hizmet ihtiyacını Avrupalı şirket ve işletmeler karşılıyordu. Devlet kendi sınırları içindeki demiryollarının bile sahibi bulunmuyordu.
Atatürk’ün 3 Temmuz 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin gizli oturumunda ifade ettiği gibi imalathanelerde Rum ve Ermeniler çalışıyor, onların çıkarılması durumunda makinalar duruyordu. Milli Kurtuluş savaşında komutanları cepheye götüren trenlerin makinist ve ateşçileri bile Rum ve Ermenilerden oluşuyordu. Ülke sanatkara hasretti. Bu yüzden her kasabada iki demirci ve marangozun askerlikleri tecil edilmişti.
Atatürk daha milli kurtuluş savaşının en bunalımlı günlerinde Ankara’da bir maarif kongresi topladığı gibi Ziya Gökalp’in başkanlığında oluşturduğu bir kurulu ekonomi konusunda görevlendirmişti. Ankara garındaki bir vagonda yeni devletin ekonomik politikasını belirlemek amacıyla yürütülen bu çalışmalara fırsat buldukça kendisi de katılmıştı.
Milli Kurtuluş Savaşının kazanılmasının ardından iktisat vekili Mahmut Esat Bozkurt İzmir’de bir iktisat kongresi toplama fikrini ortaya attı. TBMM’de bu fikre para ve zaman kaybına yol açacağı ve yarar sağlamayacağı gerekçesi ile karşı çıkanlar oldu. Atatürk ise hem kongre fikrini benimsemiş hem de fahri başkanlık önerisini kabul etmişti. Çünkü peşi sıra gelen ve uzun süren savaşlar ülkeyi harabeye çevirmişti. Türk halkının refaha kavuşturulması temel hedeflerdendi. Atatürk milli bir ekonomik yapı kurmayı ve ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmeyi yeni devletin büyük bedeller ödeyerek kazandığı özgürlük ve bağımsızlığını koruyabilmesinin ana koşulu olarak görüyordu. Sonuçta 17 Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi çalışmalarını 4 Mart tarihine kadar sürdürdü.
Türkiye’nin Kayseri’de bir uçak fabrikası kurma girişimi 15 Ağustos 1925’te Alman Junkers firması ile bir antlaşma imzalaması ile sonuçlandı. Kayseri uçak fabrikası 6 Ekim 1926’da açıldı. Ancak ilerleyen zamanda Alman firmasının iflası üzerine satıldı. Tayyare Cemiyeti’nin Fransa’da yetiştirdiği mühendis Selahattin Reşit Bey ilk ulusal uçağı Eskişehir’de imal etti.
Türkiye’de devletçilik tarihsel bir zorunluluk olarak doğdu. Gerek yerli sermayedar ve girişimcinin yetersizliği, gerekse yabancı sermaye girişinin olmayışı devleti girişimci, yatırımcı ve işletmeci olarak insiyatif almaya zorladı.
Modelin seçiminde tarihi koşulların yanı sıra gerek 1929 dünya ekonomik krizinin kapitalist ülkelerde adeta bir yıkım etkisi yaratmasının, gerekse kapalı ekonomilerin krizden daha az etkilenmesinin de rolleri oldu.
Devletçilik liberal veya kolektivist bir sistem değildi. İki modelin de unsurlarına yer veren karma bir sistemdi. Türkiye’nin kendine özgü ihtiyaçlarından doğmuş bir sentezdi. Türkiye 1923-1926 yılları arasında sabit fiyatlarla GSMH ortalama %10.3 oranında büyümüştür. Bu dönemde yine sabit fiyatlarla ortalama olarak tarım sektörü yıllık %12.9 oranında, sanayi sektörü %7.5 oranında, hizmet sektörü ise %8.1 oranında büyümüştür. Bu dönemde sıkı para politikası benimsenirken parasal genişlemeden kaçınılmıştır. Dolayısıyla bu dönemde enflasyonist baskılar yaşanmamıştır. Bütçe gelir ve gider dengesi fazla vermiştir. 1930-1947 yılları arasında dış ticaret bilançosu da fazla vermiştir.
Atatürk döneminde ekonomik göstergeler böyle iken günümüz Türkiyesi’nin ekonomik verilerini ele aldığımızda, 2018’de özel sektörün borcu 365 milyar dolara ulaştı. Bu süreç içersinde dolardaki 1 TL’lik artış özel sektörün borcunu da 360 milyar TL olarak artırmıştır. ISO 500’deki şirketlerin geçen yıl karları toplamı 40 milyar TL oldu. Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin 9 yıllık kar toplamı dolardaki 1 TL’lik artış ile sıfırlanmış oldu.
Özel sektör artı kamunun borcuna cari açık rakamını da eklediğimizde bir yıl içinde ödeyeceğimiz rakama 260 milyar dolar olarak ulaşırız. Bu süreçteki aylık olarak bulmamız gereken rakam 21 milyar dolardır. 2004’te alınan kredilerin %60’ı sanayiye giderken 2018’de %60’ı hizmetlere gitmiştir. Halen Türkiye’de 26,5 milyon sade vatandaşın banka ve finansal kurumlara 430 milyar TL’lik bireysel kredi ve kredi kartı borcu var. Kişi başı ortalama borç ise 16 bin TL’yı geçiyor. Hane halkı borçlarının varlıklarına oranı %55 düzeyindedir ki bu oran dünyanın en yüksek borçluluk oranlarından biridir.
Fransa’da süt ve süt ürünleri üreten Danone firmasını Amerikan Pepsi şirketi satın almak istediğinde Fransız hükümeti Danone’yi stratejik firma olarak belirleyip satışına izin vermemiştir. Oysa Türkiye’de son 15 yıldır limanlardan bankalara bir çok önemli şirket yabancılara özelleştirme adı altında satılmıştır.
Sonuç olarak Atatürk dönemi Türkiye ekonomisinde enflasyonsuz ve her yıl istikrarlı büyüme hızı ile en başarılı dönem olmuştur.
Yazımı Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözü ile noktalamak isterim. “Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden rahat yaşama yollarını aramayı itiyat haline getirmiş milletler evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra istiklallerini kaybetmeye mahkumdur.”
Aydınlık bir ay dileği ile,