Kalabalık bekliyordu, salona bir uğultu hâkimdi. Daha ışıklar sönmeden bir ayak sürüme sesi, derken bir homurdanma duyuldu. Gözler sahneye döndü, oyun başlamıştı, sahnedeki oyun.
Homurdayan ses: “Sıradaki? Sıradaki?”
Elindeki küreği toplaya saplamıştı. Evet, oyun başlamıştı.
18 Ocak 2019. Yer, Yılmaz Güney Sahnesi, Çankaya Ankara.
Oyunun adı “Koleksiyon-cu”. Çiçeği burnunda Kök Sahne Sanatları’nın ilk oyunu… Prömiyeri.
Başroldeki Berkan Şal, sıradakini çağırıyordu. Bedeni toprağın altına girecek ruhlara sesleniyordu. Esasında, koltuklarında ölmeyecekmişçesine oyunu izleyen ölümlülerin zihinlerine, vicdanlarına ve en derin korkularına sesleniyordu.
Yazar (Hakan Boyav) ve yönetmen (Berkan Şal) ölümlülerin ölüm korkusuyla, ölümle başa çıkma çabasındaki ironiyi, hüznü ve güçlükleri olağanüstü bir biçimde ele almış. Oyunu izledikçe, varoluşçu felsefenin, nihilizmin ve gündelik bilincin kesiştiği, birbirleriyle çarpıştıkları ve nihayetinde ölümle birlikte hayatın anlamının sorgulandığı bir metinle karşı karşıya olunduğu anlaşılıyordu.
Koleksiyoncu, ölülerin eşyalarını topluyordu; bedenleriniyse toprağın altına gömüyordu. Gömmekle övündükleri ve eşyasını sakladıkları arasında kimler yoktu ki… Kimler olduğunu merak edenlerin meraklarını diri tutalım, ne de olsa oyun hala gösterimde.
Koleksiyoncu ile hırslı, ölüme (ve aslında yaşama) inanmayan, daha doğrusu ölümü beklemeyen, doğru düzgün yaşamadığı gibi ölemeyen bir işkadınının diyalogu izlenmeye ve üzerine düşünülmeye değer.
Koleksiyoncu mu? Mezar kazıcı mı? Azrail mi? Ölüm Tanrısı mı? Yoksa basbayağı bir deli mi? Yoksa ölümden korkan bir ölümlünün hayal ürünü mü? Hepsi mi? Hiçbiri mi? Siz tüm bu soruları sorarken, hayat, ölüm, varoluş, özgürlük, erdem, iyilik ve kötülük üzerine düşünmeye itiliyorsunuz. Mezar kazıcısı kim gerçekten de? Kişiyi öldürenler mi? Kişinin kendisi mi? Yoksa kişiyi var eden bir varlık, doğa yahut alelade bir kişi mi? Öznelik, nesnellik, değerler ve gündelik yaşam katman katman üst üste binip iç içe geçmiş bir halde sunuluyor izleyiciye.
Madonna’nın “material girl” şarkısında betimlediği kadını ete kemiğe büründüren Özbir Erciyas, ölüm korkusunu, hayattan kopamamayı, maddi arzularının kölesi olmayı ve sahiplik-yabancılık hislerinin çatışmasını başarıyla sergiliyordu.
Berkan Şal ise kimliği ne olduğu belli olmayan koleksiyoncuyu “can”landırırken, koleksiyoncunun kimliğine dair hiçbir ipucu vermeden, çeşitli filozofların düşüncelerini seslendiriyordu. Tipik bir Epikürcü’den bir Stoacı’dan bir Nihiliste, bir varoluşçuya dek, ölümle başa çıkmaya çalışmış, hayatı anlamlandırmaya veya hayatın anlamsızlığını açığa çıkarmaya çalışmış nice düşünürün sesi oluyordu. Hakan Boyav’ın yalnızca iyi bir oyuncu olmadığı aynı zamanda ülkemizin ihtiyaç duyduğu bir oyun yazarı olduğu gün gibi açıktı.
Yeni ölen bir ölümlü ve yüzyıllardır ölüleri gömen bir koleksiyoncu deyince aklınızda ne canlanıyor bilmiyorum ama bu ikisinin tiyatro sahnesine taşınmasını sağlamak zor iş. Zülal Süer, kostümde ve makyajda harikalar yaratmış.
Meraklısına bir not: “Behzat Ç”nin doğuştan ya da amatör ruhlu olay yeri inceleme uzmanı Akbabası’nın yine ölümle içli dışlı bir rolde olması başlı başına bir ironiydi.
İyi ki varsın, iyi ki doğdun Kök Tiyatro!
Ölümü hatırlatan, ölümün ciddiyetiyle yaşamın değersizleştirilmesine direnen tüm tiyatro ekibine saygılar!