2017 Referandumu sonucu ”Türk tipi Başkanlık” sistemine geçtik. Bu sistemle birlikte %50’yi geçen düdüğü çalıyor. Hal böyle olunca iktidarı isteyen veya malum tarafın iktidarını istemeyen taraf mecburen %50’yi tamamlayacak bir yola giriyor. Teoride böyle görünüyor en azından.
Gelgelelim, fiilen de ülke en az iki kampa bölünmüş oldu. HDP merkezli siyaseti saymazsak iki kamp oluştu. HDP merkezli siyaset de kendi kısa ve orta vadeli hedeflerine göre bu kamplardan birine destek vermeye gitti. Nihayetinde, iki kamptan biri kazandı. Birleştirici tek bir zemin bile kalmadı. Yerinde ama acı bir saptamayı tekrarlayayım: ”Bir devlet iki millet olduk adeta”. Buna HDP merkezli siyaseti de katarsak millet sayısını arttırabiliriz.
Başlıkta ”Siyasetin Amerikanlaşması” ifadesine yer verdim. Çünkü bu referandum değişikliği ve ülkemizdeki siyasal yelpazenin halktaki karşılığı nedeniyle Türkiye siyaseti Amerikanlaşmış oldu. Buna ilişkin gözlemlerimi özetle paylaşıyorum:
-
Tıpkı ABD’deki gibi iki ana eksen oluştu. ABD’de Demokratlar ve Cumhuriyetçiler biçimindeki iki eksen, ülkemizde ”demokratlar” ve ”otokratlar” biçiminde iki karşıt kamp oluştu. ”Güçlü” devlet isteyenler AKP, MHP, YRP, Hüda-Par, Vatan Partisi, DSP iken; ”Demokratik” devlet isteyenler CHP, İYİP, SP, GP, DEVA, DP ve bunları dışarıdan destekleyen HDP oldu. İşin esasına bakarsak iki tarafın muradı da bu başlıklara indirgenemez. Ama işin görüneni böyle en azından. Burada bir ayrıksı durum Zafer Partisi’nde görülüyor. Zafer Partisi de ”Güçlü” devlet istiyor; fakat ”Güçlü” devlet isteyen ana aksenin Türkiye’yi başta sığınmacı istilası olmak üzere çeşitli alanlarda sorunlara hapsettiğinden ötürü sığınmacı istilasına karşı olduğu için Zafer Partisi karşıt eksene, yani CHP’nin merkezinde bulunduğu eksene destek verdi.
-
Tıpkı ABD’de olduğu gibi ülke sathındaki siyaset seçim süreciyle sınırlandı. Demokratik Kitle Örgütleri, bunların varlığı epey kuşku götürmekle beraber, seçim mücadelesinde konumlandılar. Seçimin ötesinde veya berisinde herhangi bir iddia süren olamadı.
-
Tıpkı ABD’de olduğu gibi seçim süreci, halkla ilişkiler, reklamcılık ve iletişim alanlarının hükümranlığında geçti, geçiyor. Siyaseti inşa edenler halkla ilişkilerciler, reklamcılar ve iletişimciler oldu. Ekonomistler, hukukçular, sağlıkçılar, mühendisler ve hatta siyaset bilimciler ve sosyologlar mevzi kaybettiler. Kulağa hoş gelen veya en azından incitici gelmeyen söylemlerin inşası ve bu söylemlerin sunumu siyasetin başat uğraşı haline geldi.
-
Tıpkı ABD’de olduğu gibi siyasetçiler örgütlerindense seçmenlerle bir araya gelmeye yöneldiler. Hatta seçmenin huzurunda örgütleri veya yöneticileri eleştirmek bir alışkanlık haline geldi.
Bu Amerikanlaşmanın sonuçları ise ortada: Daha fazla parası olan, daha fazla medya gücü olan, daha ”prezantabıl” olan veya hiç yoksa halkın bastırılmış duygularını daha fazla ayağa kaldıran siyasetçi daha makbul siyasetçi oldu. Sosyal medyanın da etkisiyle yankı odaları üzerinden konsolide olanlar kendi zihinsel ve söylemsel hapishanelerini yarattı; teknolojinin ve devletin getirdiği olanaklarla her eve girebilenler kazandı.
Her şeye karşın, seçim aritmetiğinden bağımsız olarak kurulan ve Türkiye’deki tüm toplumsal kesimleri bir araya getirme projesi olan Millet İttifakı bir seçim ittifakına dönüştü ve böylece bu fiili durum, ittifakın esas sosyolojik ve siyasal iddiasının etkisini zayıflattı.
Peki ya panzehir?
Siyasette yapılabilecek değişiklikleri, ideolojik farklılıkları ve kadroları uzun uzadıya konuşacağız gibi görünüyor. Ama kanımca mevcut durumun panzehiri bunların hiçbiri değil. Siyasetin Amerikanlaşmasıyla koşut olarak örgütsüzlenme çözmemiz gereken acil sorun olarak görünüyor. Dolayısıyla, hem mevcut sorunumuzun çözümü hem de siyasetin Amerikanlaşmasına panzehir olarak örgütü güçlendirmeyi ve örgütlenmede yeni yöntemlere yönelmeyi öneriyorum. Örgütlenme doğru düzgün sağlanmış olabilseydi, Türkiye’nin her köşesinde muhatabını bulan seçmen veya karşıt taraf elemanı, kendilerine dair yürütülen asılsız propagandanın akamete uğramasını sağlayabilirdi; hedeflenen seçmen kitlesiyle daha yoğun bağlar kurabilirdi; adayların belirlenmesi daha sağlıklı yürütülebilir ve Amerikanlaşmanın getirdiği yönetici kadroları gerçekler düzlemine çekebilirdi. Esasında geç de değil. Çünkü Türkiye’nin önünde çözülmeyi bekleyen acil sorunlar, bu sorunları çözmeye talip hatta çözmek zorunda olan ve örgütlenmeyi bekleyen milyonlar var. Dolayısıyla, tüm eleştiriler ve çözüm önerileri bu milyonları sevk ve idare etme imkan ve kabiliyetlerini arttırmaya odaklanmalı. Daha da geç olmadan!