Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi, İnsan Hakları ve Özgürlükler

 

Karşılaştırmalı üstünlükler teorisi, modern uluslararası ticaretin modellenmesi, anlaşılması ihtiyacına yanıt olarak ortaya atılmıştır. Bir malın üretiminde daha düşük fırsat maliyetine sahip olan ülkenin o malı üretmesinin, en azından, iki oyunculu bir rekabette bir üstünlük yarattığı ve benzer bir durumun bir başka malın üretiminde diğer oyuncu için geçerli olduğu durumda toplam yararın arttığı ileri sürülmektedir. Her biri hem üretici hem tüketici olan iki ülkeli bir uluslararası ticaret modelinde güzel görünüyor, değil mi? Burada, iktisat teorisinin varsayımlarını, modellerini ve bu modellerin eksik yanlarını masaya yatırmayı amaçlamıyorum. Dikkat çekmek istediğim nokta, gerçekten de en az bir oyuncunun belirli bir malın üretiminde diğer oyunculara göre daha düşük fırsat maliyetine sahip olmasının mümkün olduğu ve bu sayede rekabette avantaj kazanabildiğidir. Üstelik, bu oyuncunun mutlak avantajlı olmasının gerekmediğidir.

Bu kısa girişten sonra gerçekler düzlemine inelim. Zamanında, yanılmıyorsam 2000’lerin başında, ABD-Meksika arası ticarette bazı sorunlar çıkmıştı. İki ülke arasında ticari mallar kamyonlarla taşınıyordu. Belirli mallar bakımından iki ülkenin de karşılaştırmalı üstünlükleri vardı. Ne var ki, nakliye araçları ABD tarafından üretiliyor, hiç değilse nakliye araçlarının sahip olması gereken nitelikler pratikte ABD tarafından belirleniyordu. Borçlanma kapasitesi, alım gücü ve siyasal kararlılığı daha fazla olan ABD, iki ülke arasındaki ticaret gayet güzel devam ederken ülkesinde taşımacılıkta kullanılabilecek kamyonlara dair birtakım sınırlamalar getirdi. Elbette, öncesinde kendi kamyonlarını bu sınırlamalara uygun olacak şekilde yenilemişti. Meksika’nın taşımacılıkta kullanılacak kamyonları bu yeni sınırlamalara uygun hale getirmesi zaman aldığından ABD ticaret savaşında çok büyük bir üstünlük elde etmişti. ABD, elbette ki ileri teknoloji kamyonlara dair özel bir aşk duymuyordu. Bütün mesele, kendisinin sahip olduklarının kendisine sağladığı üstünlükten yararlanabilecek olmasıydı.

Bir İhraç Malı olarak İnsan Hakları ve Demokrasi

Sol, sosyalist veya yurtsever çevrelerde ”İnsan Hakları”, ”Demokrasi”, ”Hukuk” gibi kavramların emperyalizmin silahı olarak az gelişmiş, gelişmekte olan yahut düpedüz ”ilerici” ülke iktidarlarını hizaya sokmak amacıyla kullanıldığına dair yaygın bir kanı var. Bu kanıya destek oluşturacak yığınla olgu da var, hiç kuşkusuz. Ne var ki, buradan hareketle bu kavramların emperyalizmin olduğu yahut ‘gerektiğinde” yurtseverlik adına bu kavramlara karşı çıkılması sonucuna varmak hatalı bir tutumdur. Emperyalizmin bu kavramları kullanmasının nedeni, ne kendisinin bunları ”sözde benimsemesi”dir ne de bu kavramları başka ülkeleri sömürmek için üretmiş olmasıdır. Bilakis, bu kavramlar kapitalizme ve emperyalizme karşı üretildi, fakat zamanla kapitalizm ve emperyalizm bu kavramları kendi bünyesinde ehlileştirmenin yollarını aradı, kimi zaman da buldu. Emperyalizmin bu kavramları kullanmasının nedeni, hedefine oturttuğu ülkelerin çoğunun bu kavramlar bakımından tam bir yoksunluk içinde olması ve bundan ötürü emperyalizmin ”karşılaştırmalı bir üstünlüğe” sahip olmasıdır. Şu veya bu nedenle (sözgelimi, feodalizmle savaşın mirası olarak yahut SSCB’nin merkez ülkelerdeki kültürel ve ideolojik hegemonyasına karşı çıkmak ve kendi halklarının rızasını sağlamak için yahut kültürel ve bilimsel birikimin bir sonucu olarak) emperyalist merkezler kendi içlerinde ”gerçekten” daha demokratik, insan haklarına daha saygılı, hukuk devleti ilkelerine daha uygun siyasal rejimlere sahiptir. Bunun ardından sömürüden gelen zenginlik, insanlığın bilimsel birikiminin üstüne konma gibi Doğu’ya nasip olmamış tarihsel ve konjonktürel etmenler olabilir. Fakat her nasıl olursa olsun Kuzey Kore, Afganistan, Saddam’ın Irak’ı, Chavez ve Maduro’nun Venezuelası ve emperyalizmin ”haydut” veya ”başarısız” devlet ilan ettiği niceleri gerçekten de ne demokratiktir ne de insan haklarına saygılıdır. İnsanlık bir bütün olarak göç edilecek, sığınılacak, güvenilecek ülke olarak emperyalizmin merkezindeki ülkeleri görmekte, diğerlerindense kaçmakta ve korkmaktadır. Bu durum salt ideolojik hegemonyanın ya da ekonomik ve askeri baskının bir sonucu değildir. İnsanlar buna ”inandırılmamaktadır”. Bilakis, ”baskıcı” devletler (ister antiemperyalist olsunlar ister emperyalizmin hedef tahtasında olsunlar ister bir başka baskıcı devletle çelişmekte olsunlar) demokrasiden, hukuk devletinden ve özgürlüklerden uzaktır, hatta bunlara karşıdır.

Emperyalistler üzerinde yükseldikleri siyasal iktisadi düzenin temellerine halel getirmediği ölçüde insan haklarına saygılı ve demokratiktirler. Ne var ki, hem siyasal iktisadi düzenleri sömürdükleri ülkelere göre daha sağlam olduğundan hem de siyasal iktisadi düzenlerinin sürmesi için halklarında rıza yaratabilmek için insan haklarına saygılı olmanın ve sınırlı da olsa katılımcı bir demokratik sisteme sahip olmanın ekmeğini yediklerinden sömürdükleri ülkelere nazaran fersah fersah daha demokratiktirler. Bu saptama, hiç kuşkusuz, solcu ve yurtsever dostlarımızı rahatsız edecektir. Umalım ki bu saptama hatalı olsun. Ancak, saptamada bir sorun olmasa bile solcu veya yurtsever siyasetin akamete uğraması gerekmez.

Yurtseverliğin Önündeki Sorun(lar)

Meseleye kaba Marksist açıdan bakan dostlarımız, kolektifin üretkenliğinin artmasını hiçbir koşula bağlamaksızın (emperyalizmin zayıf halkasını koparmak dışında) hareket ettiklerinden ”demokrasi”yi ve ”insan hakları”nı, ”Halkın acil ihtiyaçları”nın karşılanmasının önünde bir ayak bağı, hatta emperyalizmin de müdahil olmasıyla birlikte bir truva atı gibi görürler. Ne var ki, bu bakış açısı, sömürüye direnen ülkeleri ”demokratik müdahalelere” karşı daha da kırılgan hale getirir ve ”demokrasi talebi” hem meşruiyet kazanır hem de daha çok taraftar toplar. Sezar’ın hakkı Sezar’a! Demokrasinin arkasından dolanmanın getireceği pratik sorunlar, ahlaki çarpıklıklar bir yana solun ve yurtseverliğin en büyük motivasyon kaynağı olan eşitlik, özgürlük ve kardeşlik arzusundan, seferberliğin getireceği sinerjiden ve yaratıcılıktan da olmamız işten bile değil. Demokrasi emperyalizm açısından rıza üretme aracı ve karşısında konumlanan baskıcı devletlere karşı bir truva atı olabilir. Ama sol ve yurtseverlik açısından demokrasi ve insan hakları mücadelenin tam kalbinde yatmalıdır, yatmaktadır. Dolayısıyla, demokrasiyi ve insan haklarını da bunların altını oyan bir siyasal iktisadi düzenin hakimlerine bırakacaksak dükkanı kapatıp gidelim.

İnsan malzemesinin erimesinin, liyakatın kaybolmasının, işçi sınıfının örgütsüzleşmesinin önüne geçmek, dahası insan malzemesinin zenginleşmesini, liyakatın hakim olmasını ve örgütlü bir toplum istiyorsak demokrasi ve insan haklarını üç beş çakala bırakmamalı, ”ilericilik” veya ”sosyalizm” adına despotluğu ve koyu itaati savunanların defterini kendimiz dürmeliyiz. Demokrasi ve insan hakları olmadıktan sonra zulmün yerlisi diye kabile reisliğini kabul eder buluruz kendimizi.

İşte bu yüzden işimiz zor. Hem insanlığın birikimini ve büyük özlemlerini sırtlayıp ileriye yönelmeliyiz hem de bu birikimi arkasına alanların demokrasiyi ve insan haklarını manipüle etmelerinin, yozlaştırmalarının karşısında durmalı hem de küresel egemenlere karşı ”direniyor görünenler”in kendilerini meşrulaştırmak için inşa ettikleri ”sahte anti-emperyalizm”e karşı durmalıyız.

Bunları da sevebilirsiniz