Yakınlarda önce Adana’ya sonra da Kapadokya’ya [Ürgüp’e] gitme şansım oldu. Adana’da Siyasi İlimler Türk Derneği ’nin düzenlediği lisansüstü öğrenci kongresi için; Kapadokya’ya ise kısa bir tatil için gittik. Kongrenin akademik yönünü atlayıp doğrudan yazının konusuna geçelim.
İki yere de ilk kez gidiyordum. Her ikisi de köklü tarihiyle ünlü yerlerdi. Kimler geçmemişti ki bu topraklardan… Her ikisinde de ortak olanlar yok değildi, ne var ki ikisi de kendine özgü tarihlere sahipti. Hititler, Pers İmparatorluğu, Büyük İskender’in istilası, Roma İmparatorluğu, Selçuklular, Osmanlı İmparatorluğu ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti devleti. Adana, çıkardığı edebiyatçılar, gazeteciler, oyuncularla pek ünlüydü. Kapadokya ise peribacaları, Avanos çömleği, balon turları, şarabı, testi kebabı, Ihlara Vadisi’yle pek ünlüydü. Her iki mekân da insanın ilgisini çekecek eşsiz birer anlatı mekânıydı.
Her iki yerden de şaşkınlıkla döndük. Kapadokya’dan eşsiz coğrafyası, şirin mimarisi, kiliseleri, ilginç sohbetler, huzurlu ara sokakları, beklenmedik yerlerdeki küçük sürprizleri, tarihsel anekdotları ile ayrıldık. Adana’dan ise, yemekleri hariç, derin bir hayal kırıklığıyla…
Şehrin belki de en önemli yapısı Taşköprü’ydü hayal kırıklığının dozunu biraz olsun azaltan. Saat kulesi, Ramazanoğlu medresesi, Ulu Cami de olmasa Sabancı Merkez Camii dışında modern zamanlara ait tek bir güzel yapı yoktu görebildiğimiz. Bu devasa caminin mimarisi, caminin içindeki büyüleyici yapı da olmasa hepten bir zaman ve umut kaybıyla sonlanacaktı gezimiz.
Ramazanoğulları tarafından yapılan medrese, bugün bakımsız bir şekilde, doğru düzgün bir turistik-kültürel bilgi sunulmaksızın öylece duruyor, tek bir ziyaretçi istemeksizin. Saat kulesinin ve kiliseden bozma diğer yapıların tamamı “bizim gibi” istilacılar tarafından işgal edilmiş durumda. Bakımsızlık, özensizlik bu tarihsel yapıların dört bir yanını sarmış, tarihin payına bu istilaya karşı teslim olmak düşmüş yalnızca.
Osmanlı’ya ait doğru düzgün tek bir yapı göremedik. Belki vardı da, kayıtsızca önünden geçip gittik. Tarih kitaplarında ve beylik sohbetlerde Osmanlı’nın tek yatırım alanının Balkanlar olduğu söylenmişti, gerçi bu söylentiyi, yerinde, Sırbistan’da gördüğümüzde de Osmanlı’dan yana bir hayal kırıklığı yaşamıştık ama neyse…
Ermenilerin, Romalıların yaptıkları da olmasa neredeyse çekilmez bir şehir Adana. İnsan şaşırmadan edemiyor doğrusu: Böylesi büyük ve köklü bir şehir nasıl bu halde bırakılır! Bunca ünlü insanı çıkarmış, Orhan Kemal’i, Muzaffer İzgü’yü, Demirtaş Ceyhun’u, Yılmaz Güney’i, Şener Şen’i ve daha nicelerini… Böyle bir tarihe sırt çevirmek, gündelik işlerle eskitmek bir tek bize yakışırdı zaten.
Gittiğimizde, şehrin bilinen tek arkeoloji müzesinin de kapalı olduğunu gördük, üstelik bir yıldır. Tabii, bir yıl nedir ki 600 yıllık Osmanlı karanlığının yanında…
Böyle zamanlarda düşünüyor insan… Ya Osmanlı yerine, Ramazanoğlu Beyliği yahut Karesioğulları veya Germiyanoğulları ile sürseydi tarihin akışı acaba Anadolu nasıl olurdu? Ya da Karamanoğulları devralsaydı bayrak yarışını Anadolu’da? Kim bilir!
Adana’nın kültürel mekânlarının tarihine bir göz atalım:
Yağ Camii: 1501 yılında Ermeni Saint Jacques Kilisesi, Ramazanoğlu Halil Bey tarafından kiliseye çevriliyor. Bitişiğinde yapılan camiyle birlikte oluşan kompleks, Selçuklu karakterinde bir eser. Avlu kapısının önünde yağ pazarı kurulması nedeniyle “Yağ Camii” adını almış.
Adana Ulu Camii: Ramazanoğulları Beyliği tarafından 1509-1541 yılları arasında yapıldı.
Bebekli Kilise (Aziz Paul Kilisesi): 1880-1890 yılları arasında yapılmış, çeşitli zamanlar Ermeniler, Katolikler ve Protestanlar tarafından kullanış bir kilise. Kilise, 2011 yılında barbarlar tarafından saldırıya uğruyor, İsa ve Meryem ikonaları kırılıyor, eşyalar zarar görüyor.
Büyük Saat: Osmanlı Modernleşmesi’nin ürünü, yapımı, bir Genç Osmanlı olan Ziya Paşa tarafından başlatıldı. Ülkemizin en uzun saat kulesi…
Adana’nın sıcağını, en azından en kötü zamanlarını hissetmedik çok şükür. Kasım ayındaki sıcak bile yetti gerisini düşünmek için, evet, yazın hiç çekilmez.
İnsanın Kapadokya’nın güzelliklerini anlatası geliyor. Ama şu barbarlardan bahsetmişken, onların Kapadokya’daki eserlerine değinmeden de geçmeyelim.
Kapadokya, tam anlamıyla bir inanç merkezi. Kervanlar, yer altı sığınakları ve inziva için çilekeşlere kapılarını açan kiliseleri ile büyüleyici bir yer. “Büyüsü”nü daha da iyi hissetmek için Peribacaları Açık Hava Müzesi’ne gidiyoruz. Derken ne görelim, onca yıldır dayanan duvar resimlerine küçük ama bir o kadar da sık eklemeler yerleştirmeyi uygun görmüş barbarların eserleri karşımızda… “Semra”, “Hasan”, “Hasan [kalp] Semra”, “BJK” gibi büyük aziz ve azizelerin adları da kazınmış duvara. Ne de olsa volkanik tüflerden oluşmuş duvarlar, biraz dokununca çizmek çok kolay. Onca imkânsızlıkta o kiliseleri oya gibi işleyen Anadolu insanının eserlerine tükürmüş barbarların eserleri gezimize eşlik etti. Duvarlara açıklama notlarını koymayı ihmal eden Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın açığını, halkımız gidermişti. Evet, birileri birilerini seviyordu, o zaman, derhal duvara işlemek gerek, hem de öyle boya falan lazım da değil, anahtarlık, çakı elde ne varsa onunla işlemek gerek…
Gittiğimiz her yerden ilginç çöp birikintileri, gürültü eşliğinde koşuşturan, bağrışan kalabalıkların ardından, aklımızda duvara kazınmış notlarla dönüyoruz Ürgüp’e. Odamıza geçerken eski bir hamamın önünden geçiyoruz. Duvara kazınmış hamam yazısı dışında doğru düzgün hiçbir açıklama yer almıyor elbette. İki günde önünden en az 10 kez geçtiğimiz bu binanın yola bakan duvarına doğru düzgün bakmadan geçmişiz meğer. Ayrılmaya vakit, Ürgüp’te otel işletmecisi Adnan Bey’in söz açması sayesinde fark ettik. Meğer bu hamamın yola bakan duvarında Grek Alfabesiyle yazılmış iki ayrı dilde birer yazı bulunuyormuş: biri, Grekçe; diğeri Karamanlıca. Hani şu, mübadelede ülkemizi terk edip gurbet ellerde de gâvur muamelesi gören Karaman Türklerinin Türkçesi… Her bir adımı tarih, her bir adımı can çekişiyor canım memleketimin.
Biraz nefes alsa, biraz olsun huzur bulsa kendini açacak bize. Ne var ki, o vakit, çok gecikirse, o kendini açtığında onu işitecek bir biz kalmayacak. Lakin günah! Çiniler bile pek arabesk, duvarlar “aşık” notlarıyla dolu, Derin Kuyu’daki kilise duvarları yarı politik yarı edepsiz notlarla işlenmiş, çöplerin yanı başına muntazaman yerleştirilmiş post-modern çöpler,… Tüm bunlar ve kayıtsızlığımızla karşısında bizi bulacak. Bitmeyen, tükenmeyen bizi… Bastığı yerleri toprak deyip geçenleri… Toprağı sıkarken şühedayı çimentoya katan ve binalar diken bizi… Tarihi eserlere kaçak kat çıkan bizleri… Atalarımız utanacak daha da fazla cehaletimizden!
Oysa tarihin dümenini kırmıştık… Tarih Sümer’de başlıyordu. Sümerbank, Etibank, Hitit Güneşi, vb. vardı tarihin müfredatında. Lakin kaldırdılar müfredatı. Artık, pek kuru, betona bulanmış bir bulamaç toprağın üstündekiler! Ya altındakiler? Kaldı mı dersiniz?