Bir yılı aşkın süre önceydi. İstanbul’da yaşayan adamın biri, İzmir’de uzun süredir birlikte yaşadığı kadını öldürmüştü.
Sıradan bir Türkiye haberi.
Sıradışı yönü de var elbette: Kadın adamın kendisini taciz ettiğini belirterek Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuş. Savcılık da kadıncağıza bir koruma vermiş.
Adam, hiçbir engelle karşılaşmadan kadının İzmir’deki evine gelmiş, tartışmışlar ve malum sonuç. Adam kadını bıçağıyla bir güzel doğramış.
Koruma? Ortada yok.
Cesedi dolaba tıkıştırıp, İstanbul’a işinin başına dönmüş. Hiçbir şey olmamış gibi de çalışmaya devam etmiş.
Yakalanmış elbette.
Buraya kadar, dedim ya, «zavallı, yalnız ülkemin” sıradan hikayelerinden biri. Ama adamın mahkemede verdiği ifade insanı bir tuhaf ediyor. Olamaz, dedirtiyor.
Meğerse katilimiz, kadıncağızı parçalara ayırdıktan sonra pişman olmuş. Polise verdiği ifadede demiş ki, «Pişman oldum. Koli bantıyla yaralarını kapatmaya çalıştım. Ama bant tutmadı. Dolaba saklayıp evden çıktım. O sırada ölmüş herhalde.”
Bu cümleye soru işareti falan yetmez. Bu cümleye vahşetin tanımı da yetmez. İndirim alabilmek için uydurulmuş «kurnaz” öyküsü bu.
Hep söylerim: Zeka aklın perakende sunuş biçimidir. Kurnazlık ise zekanın pazara düşmüş hali.
Yine böyle bir kavga sırasında adam karısını delik deşik ettikten sonra son hamle için üzerine yürüdüğünde, zavallı kadıncağız can havliyle, son bir hamle yaparak kocasına televizyon kumanda aletini fırlatmıştı. Mahkeme bunu «indirim” nedeni olarak görmüş ve uygulamıştı.
Amerikalı fotoğrafçıyı öldüren Laz Ziya’yı hiç saymayalım, bir yığın indirim nedeni var. «Kadın yarı çıplaktı,” diyor mesela.
Yüz yıl kadar önce, o günün ilerlemiş ülkelerinde medyanın bu konuda büyük suçu olduğu kabul ediliyordu. Medya bunu üzerine hiç almadı, üçüncü sayfa cinayet haberlerini sürdürdü. İşin tuhaf tarafı, kurbanın adını açık açık yazan medya çoğu zaman saldırganın adını baş harfleriyle veriyordu. Daha da ileri götürdüler, taciz ve tecavüz olaylarında da kurbanlar açıkça teşhir edilirken, tecavüzcüler korunmaya başlandı.
Bu, «ben sizi korurum, devam” mesajı vermekten öte bir şey değildi elbette. Nitekim azalması beklenen kadın cinayetleri, tacizler ve tecavüzler tarihinde olmadığı ölçüde artmaya başladı. Şiddeti var olduğu an ile sınırlayan, ardından gelen pişmanlığı da ömür boyu sürecek olarak kabul eden mahkemelerimiz, «ölenle ölünmez” düsturuyla canileri göstermelik cezalarla «ödüllendiriyor”.
Artık şiddet bu topraklarda «çocukların öldürülmesi”ne kadar indirgenmiş durumda. Neden bu kadar büyük bir şiddet toplumu olduğumuzu sormaya bile gerek yok: Yasalar, caydırıcı değil. Arabanızla kaldırımda yürüyen dört beş kişiyi ezip geçseniz, «taksiratla adam öldürme” suçuyla birkaç yılda yırtabiliyorsunuz. Kimi zaman ceza bile almadan «kurtulanlar” var.
Bunlar günlük «şiddet” olayları ve gazetelerin üçüncü sayfalarını kaplıyor. İnsanlar bunları okudukça, «şükür” etme durumuna düşüyorlar, o yüzden çok ilgi görüyorlar. Ama şiddet yalnızca «öldürme” veya «tecavüz” ile bitmiyor. Yaşamın birçok noktasında «orman kanunları” geçerli olduğu için, haksızlıklar daha büyük şiddetler yaratıyor ve insanlar kendi yasalarını kendileri uygulama yoluna gidiyorlar. İşte toplumun raydan çıkmasına neden olan en büyük nedenlerden biri de bu: Yani insanların kendi cezalarını kendilerinin kesme yoluna gitmesi.
Ama şiddet çok özendirildi, bunu unutmamak gerek. Benim çocukluğumda «Tom ve Jery” çizgi filmlerinin yerini, benim çocuklarım zamanında Ninja Turtles dizileri aldı. Orada kalsaydı da bir derece içselleştirilebilirdi, ama daha vahşete dönüştü iş. Çizgi filmlerdeki komik «şiddet” sahneleri, gerçekleriyle yer değiştirdi. Kedileri sevmeyi öğrenmeden çocuklar, onlara şiddet uygulamaya başladılar. Canlıya gösterilen bu müsamahasızlık, doğal olarak çevreye şiddet olarak yansımaya başladı.
Sonra Spartacus, Game of Thrones gibi şiddetin temel alındığı diziler gündeme geldi. İnsanların tavuk gibi doğrandığı sahneler tercih edilir oldu. Buna gerçek yaşamdaki vahşet de eklendi. Suriye gibi iç savaşın hüküm sürdüğü ülkelerdeki ciğer yeme, yürek çıkarma, kör bıçakla kafa kesme sahneleri internete düştü. Filmler besledikleri şiddetin aslı karşısında «izlenebilir” düzeye çekildi, ama şiddet değişmedi.
Tehdit altında olana koruma vermekle bu işin çözülmeyeceğini devlet de biliyor. Öldürmek isteyen biri, ne yapar eder zaten öldürür. Korumayla bu işin üstesinden gelinebilseydi, Hafız Esad, Benazir Butto, Mahatma Gandi kurtulurdu suikastlardan.
Sonuçta iş dönüp dolaşıp eğitim ve kültüre dayanıyor. Otobüste ayağına bastığınız birinden özür dilemek yerine, «ayağın orada ne arıyor kardeşim,” saldırısına geçtiğiniz anda şiddet kapıda demektir.
Şiddetin yaygınlaşmasının kapitalistleşme sürecini tam olarak tamamlayamamış ülkelerde, bazılarının işine yaradığı çok açık. İnsanın doğasında en az sevgi kadar gizlenmiş bir şiddet dürtüsü de bulnduğu sürece, hangisini daha çok desteklerseniz onun öne çıkacağı belli. Sevgi dürtüsünün desteklenmeye pek ihtiyacı yok, zira zararsızlığı nedeniyle o kendini şu veya bu şekilde ticari alanda götürüyor, ama şiddet dürtüsünün mutlaka desteklenmeye ihtiyacı var. Ego onu denetliyor ve belli sınırda tutuyor, bunu aşmak için de şiddet ögeleri sürekli vurgulanıyor, gündemde tutuluyor. Yani şiddet öz suyunu ne yazık ki toplumun aydın kesiminden alıyor.
Kısa vadede şiddetin önüne geçme olanağı yok. Ancak bir zamanların Atina kent devletinde yapıldığı gibi, insana beden olarak değil de beyin olarak yaklaşıldığında şiddet ortadan kalkacaktır, ama ne yazık ki insanlık bunu 10 bin yıldır başaramadı.