Tüm dünyanın Kazanova diye çağırdığı ünlü İtalyan aktör Marcello Mastroianni, cep telefonu ile ilk karşılaştığında (o ölmeden cep telefonları piyasaya çıkmıştı), büyük ihtimale, “İşte tabutuma koyacağım nesne bu!” diye bağırmıştır.
Yetmişlere merdiven dayadığı ve her geçen gün ölümü ensesinde hissettiği bir anda cep telefonu ile karşılaşmak, Kazanova’yı çok heyecanlandırmıştı, ama yakın arkadaşı Biagi tüm hevesini kaçırdı:
“Boşuna heveslenme, o sana yaramaz! Aklından geçenlerin tekini bile yapamazsın onunla.” Marcello dehşetle, “Niye,” diye sordu. “Baksana küçücük bir şey. Avuç içi kadar… Tam bana göre…”
“Yaramaz dedim,” diye sürdürdü çıkışını arkadaşı. “Çünkü onların sık sık şarj edilmesi lazım. Bir süre sonra pili biter, konuşamazsın.”
1960 yılında kendisine Roma’nın en ünlü mezarlıklarından birinde yer ayırtan Marcello, oraya bir de ahizeli telefon koyulmasını vasiyet etmişti. Cep telefonunu ilk gördüğünden de aklına hemen ahizeli telefonla bu küçük “nesneyi” değiştirmek gelmiş olmalı.
Çaresiz vazgeçti…
Marcello Mastroianni’nin annesinden ve çevresinde dolanan güzel kadınlardan sonra en büyük tutkusu telefondu. Öyle ki, bir telefon ahizesi gördüğü anda hemen üzerine atlar, ceplerinde dağınık halde bulunan kâğıtlara yazılmış yüzlerce telefon numarası içinde eline gelenleri hemen aramaya başlardı.
Set arkadaşları, Marcello’nun bir an ortadan kaybolduğunu fark ettiklerinde, iki olasılık gelirdi akıllarına: Ya Anita Ekberg’e veya Sophia Loren’e veya dişi “starlardan” birine kızmış bir yerlerde uyuklamaya çekilmiştir ya da onlardan biriyle telefonla konuşuyordur.
Mastroianni’nin en büyük “ruhani” tutkusu ise, iflah olmak Katolikliğinden kaynaklanan, ölümsüzlük tutkusuydu. Yani, Katolikliğin önerdiği o “muhteşem” cennete gitmek yerine dünyada kalmanın yollarını arıyordu. Bu tutkusuna tek çözümü de erkenden mezar yeri almasıydı. Zira eski Mısır firavunları gibi o da bazı şeylerini mezara koymak ve yanında götürmek istiyordu. Ama telefon ahizesi koymasının en önemli nedeni, mezara girdikten sonra dış dünya ile irtibat kurma umuduydu.
Telefon ahizesi eğer yanında olursa, ölümsüz olacağını düşünüyordu. Ölümden dehşetli korkuyordu Marcello…
Ama telefon ahizesiyle gömülmek istemesinin altında yatan en büyük neden telefona olan düşkünlüğü değildi. En büyük korkusu diri diri gömülmekti. Öyle ki, sık sık rüyalarında, baş kısmında küçük cam bir pencere olan tabut içinde kendini görüyor ve suratına fırlatılan ilk toprakları da görerek kan-ter içinde uyanıyordu.
Daha da ilginç olanı, düşlerinden hiç çıkmayan tabut sahnesi yüzünden, dostlarından, içine yatırılacağı tabutun bir köşesine, uzandığında hemen yakalayabileceği bir noktaya telefon koymalarını istemişti. Rüyasında olduğu gibi, hani yanlışlıkla diri diri gömülür veya ölüp de aniden dirilirse, hemen yakınlarına telefon edip kendisini kurtarmalarını isteyecekti…
Gerçekten de böyle düşünüyordu Kazanova…
Çevresinde dolaşan birbirinden güzel kadınları görenler, Marcello’nun “cennette yaşadığını” düşünüyordu. Özellikle de erkekler. Ama arkadaşı Biagi aynı şekilde düşünmüyordu: “Bugün emin olun ki, dünyada cennet yok. Bu, ona dokunmayı başarmış, elinden geçmiş ünlü kadınların dileğinden dolayı kendinden zalimce öç almak isteyen erkeklerin gözünde ve kadınların ‘anlamlı düşlerinde’ yer alan çağdaş Kazanova Marcello Mastroianni için bile cennet bu dünyada değildi.”
Marcello Mastroianni’nin yakın arkadalarından Biagi’nin Kazanova efsanesi için söyledikleri bunlar. Biagi “Suso Cechi d’Amico” adlı kitabında “Marcello her zaman âşıkları tarafından terk edilmek gibi bir şansa sahipti. Eğer bu böyle olmasa kendisine nasıl çeki düzen verebilirdi bilemiyorum,” diyor.
Marcello, Biagi’ye göre her zaman kendi yaşamının kıskanç bir gardiyanıydı.
Çağdaş Kazanova’nın kadınlarla ilk kez karşılaşmasına ilişkin bir anısı var. Bu anı, onun kadınlarla ilişkisinin bazı ipuçlarını vermesi açısından önemli.
“Yaşamımda ilk kez bir çıplak kadın gördüm, hayır iki. Bu olay Parioli’de (Roma’da bir mahalle) bir randevu evinde başıma geldi. Olay çok hızlı gelişti. Sanki biz hiçbir şey yapmamış gibiydik ve çok üzgündük. Kadınlara, ‘Peki şimdi ne olacak,’ diye sorduk. Kadınlar, ‘Bir şey olacağı yok. Bitti. Şimdi defolun,’ dediler.”
Yine Biagi ile görüşmesinin bir yerinde Marcello, kendine ilişkin olarak, “Benim sahip olduklarımdan daha fazla kadına sahip olan ustalar var. Küçük yaşlardayken fiziksel görünüşümden nefret ediyordum. Yakışıklı değildim. Hiçbir zaman da olamadım. Benim halk tipi ve biraz da eşeği andıran bir yüzüm var. Benim bir Kazanova olduğum ise hiç doğru değil. Hele bundan sonra, 70 yaşın getirdiği idrar ve diğer sağlık sorunlarıyla boğuşan bir Kazanova kimliğim var. Kollarımın arasında sürekli olarak güzel kadınların olduğu filmlerde, çekim setinde bulunan herkes, makinistinden elektrikçisine, makyajcısına kadar, bu sahnelerin çekimi sırasında bende ereksiyon olup olmadığını görmek istiyorlardı. Umduklarını bulamayınca da gelip soruyorlardı: “Ama nasıl olur? Sophia Loren, Ursula Andress, Gina Lollobrigida gibi kadınlar elinin altındayken, bu nasıl olur?..”
Almanlar’ın İtalya üzerinde büyük tahakküm kurdukları yıllarda Marcello, Alman güçlerinin yanında harita uzmanı olarak çalışıyordu. Savaş yıllarının getirdiği kargaşalıkta askerliği bir şekilde “atlatmayı” beceren Mastroianni, bir arkadaşı ile birlikte bir yıl kadar İtalya’nın çeşitli kentlerinde dolaştı. Hiçbir işi sürdüremedi. Nerede iş bulsa, mutlaka bir yolunu buluyor ve ayrılıyordu. Sonunda, Roma’da bir başına bıraktığı annesini çok özlediğinden yanına döndü ve bir İngiliz firmasının reklam işlerini üstlendi.
O sıralar Marcello, günlük işlerini bitirir bitirmez hemen sahne eğitimi veren okuluna koşuyor ve provalarını sürdürüyordu.
1948 yılına kadar, yani ünlü İtalyan yönetmen Luchino Visconti tarafından keşfedilinceye kadar yaşamındaki bu koşuşturma dağınık biçimde sürdü gitti. Mastroianni, kendisini sinema dünyasında adam eden kişinin Visconti olduğunu asla reddetmedi.
Yeni gerçekçi akımın en ünlü isimlerinden Visconti için “sinemanın yıldız fabrikası” deniyordu. Visconti’nin Marcello Mastroianni’ye üç kez filmlerinde başrol vermesi, onu bir anda dünyanın en ünlü aktörlerinden biri haline getirmişti. Sonra da sinema onu asla bırakmadı. Ardından Federico Fellini, 1949 yılında Marcello’yu ikinci kez keşfeden yönetmen oldu. Mastroianni ile “Dolce Vita (Tatlı Hayat, 1960) filmini çekti. Film sayesinde Marcello, zaten dünya çapında yayılan ününü daha da pekiştirdi.
Artık Marcello için “ciddi ve önemli” filmler dönemi başlamıştı…
Dolce Vita’nın özellikle Anita Ekberg’in tarihi Roma Aşk Çeşmesi’ndeki banyo sahneleri akılda kalan en önemli sahnelerden biri oldu. Öyle ki, bu ünlü Trevi Çeşmesi, tanıtımlarında hala Dolce Vita’nın sahnelerini kullanmaktadır. Fellini’nin ölümünün onuncu yılında Fellini adına bir festival düzenlendi ve Anita Ekberg de bu festivale yıllar sonra ilk kez katıldı ve Dolce Vita’nın çekimlerinin nasıl başladığını, rol arkadaşı Marcello’yu uzun uzun anlattı. “Dolce Vita” macerasına nasıl başladığını da anlattı Anita Erkberg: “İsveç’te biraz da olsa ünlü bir yıldız adayıydım. İsveç dergilerinden biri için Roma Aşk Çeşmesi’nde fotoğraf çekimleri yapıyorduk. Bir an ayağım kaydı ve mermere çarptı. Kanamaya başlamıştı. Ayağımı çeşmeye soktum. Ağustos ayı olduğu için oldukça sıcak bir hava vardı. Su hoşuma gitmişti. Öteki ayağımı da soktum. Fotoğrafçı o halimle birçok resmimi çekti. Sonra, eteklerimi hafifçe sıyırıp çeşmede yürümemi istedi. Bu resimler daha sonra birçok gazete ve dergide yayınlandı. O sıralarda California Films Company ile çalışıyordum. Federico Felli’ni resimleri görmüş olmalı ki, Los Angeles’e beni görmeye geldi. Benimle Aşk Çeşmesi’nde böyle sahneler içeren bir film yapmak istediğini söyledi. ‘Gönderin senaryoyu bakayım. Ben İsveçli’yim, senaryoyu görür, ona göre oynarım,’ dedim. ‘Ne senaryosu,’ diye şaşkınlıkla yüzüme baktı Fellini. Sonra umursamaz biçimde elini sallayarak, ‘O zaman senaryoyu sen yaz,’ dedi. O ana kadar Fellini’yle hiç karşılaşmamıştım. Tanımıyordum. Hayatında hiç senaryo yazmadığını sonradan öğrendim. Genelde çekim sırasında aklına gelirmiş sahneler ve sözlü olarak uygularmış.” “Filmi çekmeye karar verdik. Dolce Vita’nın en ünlü sahnesini çekmek için gece saat birde çeşmeye geldik. Ocak ayıydı, hiç unutmam. Kadınların üzerinde kürk mantolar, erkeklerde paltolar var. Bir baktım Marcello Mastroianni tir tir titriyor. Birden Fellini, “Hadi Anita, suya gir.” dedi. Titreyen Marcello, benim düşeceğim durumdan olsa gerek, kıs kıs gülüyordu. Kürkümü çıkarttım. Sağ bacağımı suya soktum. Çok soğuktu. Parmaklarımın donduğunu sandım. ‘Hayır, yapamayacağım!’ diye bağırdım. Tam üç saat çekimlerle uğraştık. Sürekli sıcak bir şeyler içiyor, ısınmaya çalışıyorduk. Marcello benden de kötü durumdaydı. Karşıdaki otelin lobisine oturmuş sürekli ayaklarına sıcak su pansumanı yaptırıyordu…”
Marcello Mastroianni, Anita Ekberg’in de bir söyleşide belirttiği gibi, film işlerini de çok ciddiye almıyordu. Bir süre sonra sıkılmaya başlıyor ve sürekli problem yaratıyordu. Aslında alçak gönüllü bir adam olduğu söylenir, ama setlerde kendini kaybettiği oluyordu.
Federico Felli ile çalışmaya başladıktan sonra Marcello, “La Notta (Gece, 1961), “8,5/Otto e Mezzo, 1963”, “Casanova ’70, 1965”, “Liza, 1971” gibi sinema tarihinin kilometre taşı sayılacak filmler çekti.
Bugün, kendi rol aldığı 159 filmlik dev bir sinema koleksiyonu olan Marcello’nun gençlik filmlerinde çektiği “kadınları baştan çıkaran” filmler sayesinde edindiği Kazanova lakabını hep bir yük gibi taşıdı.
“Yesterday, Today and Tomorrow (Dün, Bugün, Yarın, 1964)” adlı filmde dönemine göre oldukça cömert soyunma sahnelerinde rol almayı kabul eden Sophia Loren, bunu yalnızca Mastroianni’nin hatırı için yaptığını söylemiştir. Marcello’nun hatırını kırmamak için kamera karşısına geçen ve gerekirse vücudunu sergilemeyi de kabul eden yalnızca Sophia Loren gibi dev bir yıldız değildi. Mastroianni’nin oldukça kalabalık bir “kadın sanatçı” kolleksiyonu vardır ve hemen hemen yarısı ile de adı aşk dedikodularına karışmıştır. Marina Vlady, Greta Garbo, Silvina Pampanini, Claudia Cardinale, Silvana Mangano, Michele Morgan, Monica Vitti, Brigitte Bardot, Gina Lolobrigida, Anita Ekberg, Jean Moreau, Stefania Sandrelli, Maria Schell gibi bir döneme “dişilik” damgasını vurmuş kadınlarla filmler çeken Mastroianni’nin “kolleksiyonunda” daha birçok dönemin “dişilik” sembolü kadın vardır.
“Casanova 70” filminde Marcello’nun peşinde koşan, ona ulaşmak için kendisini parçalayan onlarca kadın bile, Marcello’nun listesinin ne kadar kabarık olduğunu göstermeye yeter. Tüm zamanların en çok beğenilen erkeklerinden biri olarak tarihe geçen Marcello Mastroianni’de kadınları çeken “şeytan tüyü” neydi?
Erkekler, Marcello için düşüncelerini söylemeye başladıklarında, kendilerindeki kusurları anlatır gibidirler, kadınlar ise, kocalarının Marcello Mastroianni’ye benzemesi için adeta onları özendirmektedirler. Çelişki yumağı gibidir bu. Hem kocanızı seveceksiniz, hem de onun, tüm kadınların hayran olduğu, peşinden koştuğu bir Kazanova gibi davranmasını isteyeceksiniz…
Gerçekte, Mastroianni de kadınların kendisine neden bu denli düşkün oldukları konusunda bir fikri yoktur. O kendini hiç beğenmemektedir ve Clark Gable, Marlon Brando veya “çirkin” diye nitelenen Jean Paul Belmando’ya benzemediği için de kahrolmaktadır ve kendini şöyle açıklar: “Belki de yüzümdeki çocukça çizgileri seviyorlar. Aptalca bakışımı, komik yüzümü…”