12-15 Ekim 2016 tarihleri arasında Kazakistan’da düzenlenen I. Uluslararası Afro-Avrasya Araştırmaları Kongresi’nde bildiri sunmak üzere, Almatı’daydım. Kongre’de Avrasya’da konumlanan devletlerin, bu devletler arasındaki gelişen kurumsal ilişkiler aracılığı ile yeni bir tarihsel blok oluşturmak konusundaki potansiyeli ele alan bir bildiri sundum. Ancak bu ay, yazımda bu bildirinin içeriğini anlatmaktansa, Almatı’ya, Kazaklar’a ilişkin izlenim ve görüşlerimi sizlerle paylaşmak niyetindeyim.
11 Ekim gecesi, 22.00’de Atatürk Havalimanı’ndan Almatı’ya doğru yola çıktım. Almatı’ya vardığımda yerel saat 06.00 idi. Kazakistan TC vatandaşlarından vize talep eden bir ülke değil ancak bir ülkeye vizesiz giriş yapacak olmak bence beraberinde büyük bir belirsizlik ve potansiyel olarak da keyfiyet getiriyor. Kısacası, üzerimde ülkeye vizesiz giriş yapacak olmanın gerginliği vardı. Ancak endişelendiğim gibi olmadı ve ülkeye sorunsuzca giriş yaptım. Kazakistan’a gidecek olan TC vatandaşlarının aklında olsun diye söyleyeyim, Kazakistan’a girerken, sınır kapılarından alacağınız, size ve Kazakistan gezinize ilişkin temel bilgileri yazmanız gereken formu doldurmalı, gümrük memuruna mühürletmelisiniz. 5 günü geçen seyahatlerinizde bu formla birlikte göç ofisine gitmeli ve konaklama yerinizi kaydettirmelisiniz. Aksi takdirde, ülkeden çıkışınızda sorun olabilir ve/veya 120 dolar gibi bir para ödeyerek ülke dışına çıkmak zorunda kalabilirsiniz. Bilginize…
Saat farkının ve uçak yolcuğunun olumsuz etkilerini üzerimden atmamı sağlayacak tatlı bir uykudan sonra, şehri keşfetmek üzere dışarı çıktım. Kazakistan’a gitmeden önce ülkeyle ilgili bir araştırma yapmıştım elbette. Şimdi sıra edindiğim bilgilerin doğruluğunu test etmeye, kendi izlenimlerimden kendi görüşlerimi edinmeye gelmişti. Kaldığım otelin lobisinden aldığımdan kapsamlı olmayan bir harita ile Almatı sokaklarına attım kendimi. Dışarı çıktığımda yaşadığım ilk şaşkınlık hava sıcaklığı nedeniyleydi. Hava neredeyse İstanbul’dan daha sıcak ve ılımandı. Karasal iklim, denizden uzaklık, dağlarla çevrili olmak gibi hava durumu hakkında fikir uyandırabilecek kimi bilgiler, havanın soğuk olmasına şimdilik neden olmamış gibiydi. Haritaya bakmadan, tamamen içgüdülerime dayanarak yürümeye başladım.
Almatı’da geniş caddeler, geniş sokaklar, geniş mi geniş meydanlar var. Yürürken, bu genişlik dikkat çeken ilk şey oluyor. Türkiye’nin yaklaşık 4 katı büyüklüğü olan ve nüfusu Türkiye’nin beşte biri kadar olan bu ülkedeki, bu devasa genişliğe şaşırmamak lazım elbette. Ama İstanbul’un sıkışıklığından sonra şaşırmamak yine de elde değil. Sıradan bir cadde dört-beş şeritli, düşünsenize… Caddelerde, çoğu 4×4 olan büyük araçlar ilerliyor. Yaya geçidine geldiğinizde arabalar durup yayaya mutlaka yol veriyor. Bu uygarlık emaresi yalnızca Avrupa’da görülmüyormuş, ne güzel…
Almatı’da dikkat çeken ikinci en önemli şey bence, şehrin yeşilliği… O geniş caddelerin iki yanında boylu boyunca dev gibi ağaçlar uzanıyor. Yapraklar sararmış, hafif esen rüzgâra yenilenler yerlere düşmüş, hem yer yaprak hem gök yaprak, ne güzel…
Öylesine yürümektense bir amaca yönelmeye çalıştığımdaysa, bir turist için Kazakistan’da en önemli sorunun ne olabileceğini de anlamaya başladım. Öncelikle, Almatı’da, ki Kazakistan’ın en büyük şehri, Latin alfabesi ile yazılmış bir yazı görmeniz neredeyse imkânsız. Dolayısıyla Kiril alfabesi okuyamıyorsanız işiniz cidden çok zor. Yer adları çok karmaşık görünmeye başlıyor doğal olarak. Hem haritaya hem de yollardaki tabelalara dikkatlice bakmak, ikisinin birbirini tutup tutmadığını kontrol etmek lazım. Bu da insanı oldukça yavaşlatıyor. Zaten yer yön gösteren yeterince tabela da yok. Bu durumda yapılacak ikinci şeyi yapmaya kalkıştım ben de. İngilizce bilen birisine sormak. Ama büyük hata oldu. İngilizce bilen pek bir kimseye rastlamadım. Kazakistan’daki en büyük sorunum bu oldu diyebilirim. Su almak bile bir kâbusa dönüyor. Almatı’da kaldığım sürede beden dilini hayli geliştirdim aslında. El kol hareketleri çok yardımcı oluyor doğrusu. Ancak şunu ekleyeyim. Almatı’da Anadolu Türkçesi konuşan ya da anlayan birisine rastlama olasılığınız, İngilizce konuşan birisine rastlama olasılığından daha fazla. Bir şekilde Türkiye’den geldiğimi anlatabildiğim Kazaklar, benimle Anadolu Türkçesi ile konuşma girişiminde bulundu. Türkiye’yi ve bizleri çok seviyorlar. Bizleri gerçekten kardeş olarak görüyorlar. En azından benim karşılaştığım Kazaklar için bunu doğrulayabilirim. Bu bana hem garip geldi hem de içten içe hoşuma gitti açıkçası.
İngilizce bilmeseler de Kazak insanlarının oldukça yardım sever olduğunu mutlaka söylemeliyim. Sorduğunuz bir soruyu anlamaya çalışıyor ve yanıtını vermeye çalışıyorlar. Haritadan göstermek suretiyle yer sorduğum bir Kazak kadının, bana yolu göstereceğini sanırken arabasının yanına götürmesi ve beni gideceğim yere bırakmayı önermesi gerçekten çok ilginçti. Daha ilginç olanı ise, normalde inanılmaz tedbirli ve güvensiz olan benim, bu teklifi kabul etmem oldu. Bunu nasıl yaptım cidden bilmiyorum, belki çok büyük bir aptallıktı ama başıma hiçbir şey gelmedi. Hatta kadınla arabada Türkçe sohbet ettik. Kadın bir yıl kadar İstanbul’da bulunmuş. Türkiye’yi çok seviyordu. Yeri gelmişken eklemeden geçmeyeyim. Gece geç saatler de dâhil olmak üzere Almatı’da bir an bile kendimi güvensiz hissetmedim. Bu his güzeldi.
Gitmeye çalıştığım yer, Almatı’nın en büyük parklarından birisiydi. Büyük ve yemyeşildi. İçerisinde şirin bir mimariye sahip Zenkov Katedrali’nin yanı sıra, Kazakistan tarihine ilişkin önemli anıtlar da bulunuyordu. Kuşkusuz, bu parkta şimdiye kadar gördüğüm en etkileyici heykellerle karşılaştım. Tam ortasında, yıldızı parlayan büyük Sovyet dönemi hükümet binası ne kadar ihtişamlıydı. İhtişamı sadeliğinden geliyordu. Bina ile heykeller arasında, sonsuz ateş yanıyordu. Tüm Kazak kahramanlar anısına, kocaman bir yıldızın içinden çıkan sonsuz ateş… Heyecan vericiydi.
Geç olmuştu, Rumi adlı restoranda, Özbek pilavımı yedim, otelime dönüp, sunumuma hazırlandım.
Ertesi gün 19.00’a kadar süren oturumlardan sonra Kok-Tobe’ye gitmeye karar verdim. Kok-Tobe, Kök Tepe demek. Almatı şehir merkezinden teleferik ile yapılan yaklaşık beş dakikalık bir yolculuktan sonra Kok Tobe’ye ulaştım. Buranın en güzel yanı, tüm şehri, şehrin geniş düzlüklerini, dağların arasına nasıl usulca sokulduğunu gözler önüne sermesiydi. Ağaçlar içerisinde hoş bir atmosferi olan bir tepe. Tepe’de hediyelik eşya satan birkaç küçük dükkân, geleneksel yemeklerin yapıldığı bir iki restoran var. Ben de o restoranlardan birisinde, Kazak usulü mantı ile kımız tattım. Mantı güzeldi. Ama farklı tatlara çok açık olmayanlara, midesine güvenmeyenlere kımızı önermiyorum. Şahsen ben yalnızca iki yudum alabildim. Kımız mağlubiyetimi gören çalışanlar sütlü Kazak çayı ile gönlümü aldı doğrusu. Pek de iyi oldu.
Ben çayımı içerken başlayan yağmur dinmek bilmedi. Beni de Tepe’den nasıl ineceğim korkusu aldı. Teleferiğin yağmurda çalışıp çalışmadığını öğrenmek için türlü şaklabanlıklar yapsam da bu konuda bilgisi olabilecek insanlarla düzgün iletişim kuramadım. Şansımı denemek için yağmur altında, teleferiğin hareket ettiği yere doğru yürüdüm. Neyse ki çalışıyordu. 5 dakikalık teleferik yolculuğunda kendimi bir gerilim filminde hissettim. Teleferiğin camları buğulanmıştı, camlara yağmur damlaları çarpıyordu hızlı hızlı. Rüzgâr bir yandan teleferiğin sallanmasına neden oluyor diğer yandan, uğultusuyla gerilimi tırmandırıyordu. Tüm ürkütücülüğüne rağmen, bir film sahnesinde hissetmek güzeldi.
Film kısa sürdü. Teleferikten inip otele döndüm.
Ertesi gün uyandığımda bütün şehir bembeyazdı. Sürpriz. İki gün önceki bahar havası gitmiş, yerine kış gelmişti bütün ihtişamıyla. O geniş caddeler yemyeşil görkemli ağaçlar hiçdi bambaşka gözüküyordu. Oturumlardan sonra, Almatı pazarını görmeye gittim. Adı “Yeşil Pazar” olarak geçiyor. Pazar’ın açık olan alanlarında, prefabrik olduğunu tahmin ettiğim küçük dükkânlar içerisinde hediyelik eşyalar, kıyafetler, oyuncaklar, kırtasiye malzemeleri gibi şeyler satılıyor. Bu açık alandan merdivenlerle inilince büyük bir yarı kapalı alan daha çıkıyor karşınıza ve burada da türlü türlü meyve, sebze, kuru yemiş, baharat ve şarküteri ürünü satılıyor. Türkiye pazarları ile hemen hemen benzer ürünlerin olduğunu söyleyebilirim. Yine de Türkiye pazarlarından çok daha sakin. Ne bağıran satıcılar ne de kalabalıkta birbirini ezerek yürümeye çalışan müşteriler var. Ürünler ise, benim gözlemleyebildiğim kadarıyla Türkiye’dekine benzer fiyatlarda.
Sonraki gün yaklaşık dört saatlik bir otobüs yolculuğu ile Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e gittim. Yollar düzgün ve yine genişti. Tengri (Tanrı) Dağları yol boyunca görüş alanınızdan hiç çıkmasa da alan göz alabildiğine düzlük, göz alabildiğine bozkırdı yollar… Yol boyunca bir iki defa büyük heykel ve en güzeli de özgürce gezen at sürüleri gördüm. Atlar ne güzeldi…
Bişkek’e girdiğimde, buranın bir başkent olduğuna inanmakta zorlandım. Daha çok derme çatma bir kasaba gibi duruyordu. Sınır kapısının hemen yanında bulunan tuvaletler Roma döneminden kalmış gibiydi. Tuvalet yoktu yani. Betonun ortasında bir delik, deliğin aşağısında kanalizasyon gözüküyor. İnanamadım. Şehrin derinliklerine ilerledikçe ortam biraz değişti elbette. Alanlar Almatı’dakinden daha da genişti. O görkemli binalar, büyük heykeller, alanların genişliğinde ufalıyor küçücük kalıyordu. Baktıkça içim daraldı. O an düşündüm, agorafobi (açık alan fobisi) böyle bir şeydi herhalde. İlk defa duyumsuyordum bunu. Düşünmemeye çalıştım. Yine büyük ve güzel olan ama yeşili, Almatı’dakilerden daha soluk olan parklara odaklandım. Parklar güzeldi. Bir tek bu sanırım.
Almatı’ya geri dönerken yolda düşündüm. Orta Asya’nın kalbindeydim. Bu uzak diyarda, dillerini konuşamadığım ve anlamadığım insanlar arasında kendimi hiç yalnız ve güvensiz hissetmemiştim. Bu çok ilginçti. Almatı ile (Kazakistan’ın eski başkenti) Bişkek arasında on yıllar var gibiydi. O dört saatlik yolda sanki on yıllar boyunca zamanda yolculuk etmiştim. Şimdi de zamanın içinde uygarlığa geri dönüyordum. Düşündüm. Petrol, doğalgaz nelere kadirdi… Para nelere kadirdi. Sonra yine düşündüm, sadece para olamaz herhalde…
Gece 01.00 gibi otele ulaştım. Birkaç saat sonra İstanbul’a uçacaktım. Hazırlıklar ve havaalanı… Zamanda yolculuk asıl şimdi başlıyordu. Karmaşa ve keşmekeşe yolculuk… 6 saat süren yolculuğumdan sonra İstanbul’a vardığımda Almatı’da onca yorgunluğa rağmen dinlendiğimi fark ettim. Ya da İstanbul yoruyordu. İstanbul kesinlikle yoruyordu…