(23-24 Eylül 2016 tarihinde Milas’ta gerçekleşecek olan ”Tolga Çandar Sempozyumu’na sunacağım tebliğim aşağıdadır.)
“Gerizler Başı”, “Çubukbeli”, “Çökertme”, “Kerimoğlu”, “Ah Bir Ataş Ver”, “İzmir’in Kavakları”, “Elif”, “Feraye”, “Evlerinin Önü Mersin” gibi Ege türkülerini çağdaş düzenlemelerle aranje ederek, yüzlerce yıllık türkülerimizi yeniden dirilten, Ege’nin biricik çağdaş türkücüsü Tolga Çandar, bir Ege çocuğu olarak yöresinin ezgilerini toparlayıp yeniden yorumlamanın, bir zamanlar dünyanın kültür pusulasına yön veren, ancak günümüzde geçmişini unutan Ege kültürünün, yeniden diriltilmesi anlamına geldiğini belirtir.
Tolga Çandar, halkı içe kapanık ve nevrotik bir dünya ile baş başa bıraktığı için arabesk müziği, öz kültürümüzle, hatta devrimci ahlak ile çelişen bir akım olarak niteleyerek, arabeskin zaman zaman zorlayıcı yöntemlerle sanat dünyamızda yaygınlaşmasını da bilinçle ve korkusuzca eleştirmiştir. Bu bakımdan üzerinde durulması gereken bir müzik adamı olmasının ötesinde anlamlı bir ilerici kültür adamıdır. Hele hele biz Egeliler için bu yaklaşım çok önemlidir. Bu sempozyumda Tolga Çandar dostum için bana tebliğ sunma görevi verildiği için tüm ilgililere ve emek verenlere teşekkür ederim.
Giriş
Değerli konuklar, Kütahya’mızın ünlü “Gerizler Başı” türküsünü dinlemiş miydiniz?
“Gerizler başında hoplayamadım… Döküldü cephanelerim toplayamadım… Düşman gelip geldi haklayamadım… Amanın amanın efeler öldürmen beni… Güzel de Cemile’nin yoluna soldurman beni…
Mahkeme önünden eğildim geçtim… Sol yanımda kurşun yedim bayıldım düştüm… Ahbap düşman oldu ben buna şaştım… Amanın amanın efeler öldürmen beni… Bir hiç uğruna soldurman beni…”
Hele “İzmir’in Kavakları”nı dinlememiş ve bir Ahh çekmemiş iseniz, sizin Egeli olmanızdan şüphe edilir, değil mi?
“İzmir’in Kavakları… Dökülür yaprakları… Bize de derler çakıcı… Yakarız konakları… Selvim senden uzun yok… Yaprağında düzüm yok… Kamalı da zeybek vuruldu… Çakıcı’ya sözüm yok…”
“Çökertme” ise ünlü bir Bodrum türküsüdür ve bir aşk öyküsünü anlatır:
“Çökertme’den çıktım da Halil’im ama başım selamet… Bitez de yalısına varmadan Halil’im ama koptu kıyamet… Arkadaşım İbram Çavuş Allah’ına emanet… Burası da Aspat değil Halil’im aman Bitez yalısı… Yüreğime ateş saldı aman kurşun yarası… Gidelim gidelim Halil’im Çökertme’ye varalım… Kolcular gelirse Halil’im nerelere kaçalım… Teslim olmayalım Halil’im aman kurşun saçalım…”
Hele “Kerimoğlu Zeybeği”, Muğla efe kültürün destansı sembolüdür:
Haydülen de haydülen… Kerimoğlu’nun sandalı da sandalı… Vurulmuş da ganeyo… Kerimoğlu’nun heryanı da heryanı… Haydülen de haydülen… Şu dağlarda geyik kalmadı… Oyna len de kör Arabım sen oyna… Senden başka yiğit kalmadı…”
Yukarda sunduğumuz ünlü türkülerin yüzlercesi, belki binlercesi yüzyıllardır Egeliler tarafından köyde, kasabada, ovada, bayırda, tarlada, bağda, dağlarda yakılan ve dilden dile atlamış ünlü halk çığlıkları, feveranlarıdır. Halkımızın, kızı kızanı, efesi zeybeği, fakiri zengini, cahili bilgini bu türkülerle büyümüş, bu türküler de vatan Ege’nin destansı topraklarında yaşamışlardır.
Ege Türküleri Öksüz Mü Kalmalıydı?
Ege Türküleri, ne yazık ki uzun yıllar boyunca kapsamlı bir araştırma ile halkın ağzından toplanıp bilimsel yöntemlerle tasnif edilip yeniden icra edilmemiştir. Radyo arşivlerimizde bu yönde bir birikimin olduğu bilinir, ancak makara bantlardan dijital arşivlere geçişte nice türkünün de ihmal edildiği, böylece kaybolduğu bilinir. Üniversitelerimizin Müzikoloji bölümlerinin de Cumhuriyet Tarihinde hayli geç açılması ve akademik imkânsızlıklar yüzünden yine bilimsel arşiv çalışmaları geç ve eksik yapılmıştır. Çalışmaların pek kalıcı ve yaygın olmaması yüzünden nice Ege türküsü yok olmuş ve arabesk ile pop müziğin emperyalist egemenliği, öncelikle büyük şehirlerimizde ve Ege’de yaygınlaşmıştır.
1985’te, Arabeskin en zalim olduğu yıllarda Tolga Çandar isimli bir genç sanatçının ortaya çıkışı ve “Türküleri Egenin” ismiyle yayınladığı kaseti, bu acınası tablo içinde hüzünle yaşayan “Türkü severlere” kurtarıcı olmuş, sanki serviler altındaki mütevazı bir köy kahvesinde yorgunluk çayı içilmesi kadar ferahlık dağıtmıştı. Ben de onlardan biriydim.
“Türküleri Egenin” isimli kasette şu parçalar yer almaktaydı:
“Ah Bir Ataş Ver, İzmir’in Kavakları, Elif, Evlerinin Önü Merin, Feraye, Gerizler Başı, Çubukbeli, Çökertme, Kerimoğlu, Sobalarında Kuru da Meşe Yanıyor…”
Eve gidip kasetteki nefis türküleri zevkle dinleyince hemen Tolga Çandar ile temas kurmak istedim. İzmir Kemeraltı girişindeki Konak Kitabevi’nin sahibesi dostum Nuray Hançer’in yardımıyla bir hafta sonra Tolga kardeşle, çalıştığım Yeni Asır Gazetesi’nde buluştuk ve kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleşi, 22 Ocak 1989 tarihinde Pazar günü Yeni Asır ’da tam sayfa yayınlanmıştı.
Bu söyleşiyi buraya aktarırken, genç bir Egeli kültür adamının ruh ve düşünce dünyasını ve türkülerimize olan tutkusunu size sunmak, bir müzikoloji belgesi olarak kayıt altına almak istiyorum. İlk sorum şuydu:
Bize Geçmişini Anlatır Mısın?
Ben, 1959 yılında Milas’ta doğdum. İlk, orta ve lise öğrenimimi Milas’ta tamamladıktan sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne girdim; bu üniversiteden İnşaat Mühendisi olarak mezun oldum. Sanatsal etkinliklere duyduğum ilginin başlangıcı, Milas Lisesi’nde öğrenci olduğum 1973 – 74 yıllarına denk düşer. Milas Lisesi’nde kültür-sanat etkinliklerinin yoğun ilgi gördüğü yıllardı. Edebiyat öğretmenimiz Necati Karaçay’ın hazırladığı ortamda yetişen öykü yazarı, şair arkadaşlarımız çeşitli dergilerde ürünlerini sergilemeye devam ediyorlar.
Müzik Yaşamınızın Gelişimi?
İlkokulda okuduğum dönemde okul bünyesinde açılan kursa katılabilmem için mandolin alınmıştı bana, uzun üre mandolin çaldım. Daha sonra ortaokulu bitirme ödülü olarak gitar, lisede ise bağlama alındı. Bunlar müzikle amatörce kurulan dostluğun aracı oldular. Amatörce diyorum çünkü lise döneminde tiyatro ile daha içli dışlı idim. Bu yakınlık üniversite yıllarında da sürdü. 1982 yılında ODTÜ oyuncuları olarak Amatör Tiyatrolar Şenliği düzenlemiştik. Şenlikte sergilediğimiz oyunun müziklerini yapan Eftal Küçük, birlikte bazı çalışmalar yapmayı önerdi. Önce gitar ve bağlama ile bazı denemeler yaptık, piyanist arkadaşımızın da katılımıyla çalışmalarımızı üçlü olarak sürdürdük. Besteler olgunlaştıkça stüdyo gereksinimi doğdu, derken bir anda kendimi özgün müziğin içinde buldum.
“Çağdaş Türkü Topluluğu” olarak “Bekle Beni” ve “Delikanlıya” isimli iki uzunçalar ve kaset yaptık. “Bekle Beni” isimli kasetimiz aynı zamanda “Sen Türkülerini Söyle” isimli filmin konusunu ve müziğini oluşturdu. Bu iki çalışmanın yanı sıra ben, “Türküleri Egenin” ismini verdiğim uzunçalar ve kaseti yayınladım.
Niye Türkü Söylüyorsun?
Şilili ozan Victor Jara diyor ki, “Ben sesim güzel olduğu için türkü söylemiyorum, ne de türkü söylemeyi sevdiğim için. Ben türkü söylemenin gerekliliğine inandığım için türkü söylüyorum”. İzin verirseniz, neden türkü söylemek bir gerekliliktir, bunun üzerinde birazcık duralım ve Şili’yi örnek alarak, niye bu tür müziği seçtiğimi anlatayım.
Şili, tarihi boyunca çeşitli ulusların istilasına uğramıştır. İstilacılar yalnızca ekonomik alanda değil aynı zamanda kültürel alanda da etkili oldular. Şilili, gerçek bir kültür bombardımanına tutuldu. En etkili olanlar da İspanyollardı. İspanyol istilası esnasında Şili halkı kendilerini korumak için And dağlarının karlı tepelerine çekildi. İspanyollar ise sıcak ülke insanı olduklarından buralara ulaşamadılar. Aradan uzun yıllar geçti.
Günün birinde yaşanmakta olan kültürel karmaşanın farkına varan birkaç üniversiteli genç, “Bizim öz müziğimiz nedir?” diye sordular ve sorularına yanıt bulabilmek için tüm ülkeyi baştan aşağıya dolaştılar ve aradıklarını And dağlarının karlı tepelerinde buldular. Bu genç müzisyenler daha sonra, kaynağını buldukları müziği geliştirip yaygınlaştırmak için kurdukları toplulukların adına “And Dağının Güneşi” dediler.
Benzeri guruplar, yabancı yoz kültürlerin etkisi altında kalan bazı üçüncü dünya ülkelerinde de görülmüş ve bu müzik türüne “New Song Movement” (Yeni Şarkı veya Yeni Türkü Akımı) adı verilmiş.
Biz de bu türün, Türkiye’deki temsilcilerinden biri olduğumuza inandığımız için, grubumuzun adını “Çağdaş Türkü” koyduk. Yapmaya çalıştığımız şey kısaca şudur: Yerli ritim, motif ve ezgi birikimimizi temel alıp, Batı popüler müziğinin çokseslilik tekniğinden de yararlanarak çağdaş bir bileşime ulaşmak”.
-Peki, Niye Ege?
– Benim Ege’ye duyduğum ilgi, bütün Anadolu Uygarlıklarına duyduğum ilginin bir parçası. Ege türkülerine duyduğum ilgi ise, Ege’nin bütününe duyduğum ilginin çok küçük bir bölümüdür. Yalnızca türkülere ilişkin bir şey söylemek gerekirse denebilir ki, Ege türküleri hem yapısal olarak, hem de tavır olarak diğer yörelerimizden oldukça farklıdır. Beni çeken bu farklılıktır.
Ege’ye ilişkin bir çalışma yapmanın bende duygusal boyutu vardır ki, bence bu daha önemlidir. İskender Ohri’nin kitabında okuduğum bir olayı kısaca anlatarak duygusal dediğim boyutu açıklamayı çalışayım.
Devlet Konservatuarı’nın kuruluş aşamasında görev alan insanların arasında Alman müzisyen Carl Ebert de bulunuyor. Atatürk bir sohbet sırasında Ebert’e, “Tamam konservatuarı kurduk, ama 5 yıl sonra sizden bir opera isterim” der. Peki diyen Ebert, hemen çalışmalara başlar. Seçilen oyun, Madam Butterfly Operası’dır. Oyundaki başrolü Mesude Çağlayan isimli bir genç kız oynayacaktır. Oyunun bir yerinde acıklı bir aşk sahnesi vardır ve provalar sırasında bu sahneye gelindiğinde Mesude’yi gülme krizi tutar. Dakikalarca Mesude’yi yatıştırmaya çalışırlar, prova aksar, Carl Ebert’in umudu kırılır, ama 5 yıl sonra oyun sahnelenir ve büyük başarı kazanılır. Carl Ebert, oyun sonrasının heyecanı ile dostu ve yakın arkadaşı Vedat Nedim Tör’e gider, sesi titreyerek, “Çok mutluyum… Hiç umudum yoktu… Bu oyun nasıl çıktı hala anlayamıyorum” der.
Vedat Nedim Tör, Ebert’e der ki; Bu çocuklar birçok uygarlığa beşiklik etmiş Anadolu’nun çocuklarıdır. Bu topraklar üzerinde kurulmuş her uygarlığın izleri vardır bu çocuklarda. Onların başarısı buradan gelir. Buna şaşmamalısın.”.
Bunun üzerine Carl Ebert, “çok haklısın, hiç böyle düşünmemiştim” der.
Kültür mirasımız bir hazinedir.
Kültür birikimi kuşaktan kuşağa aktarılan dinamik bir yapıya sahip ise, Emperyalizme karşı yiğitçe direnen efelerde ve o direnişin türküsünü yapan duyarlı insanlarda eski Egeliden hiç iz yok mudur? Karşı kıyıda Atina halkı Orfizm adı verilen dini bir akımın pençesinde kıvranırken, Sparta’da faşizmin temelleri atılırken, Anadolu’da diyalektiğin temellerini atan Aydınlı Heraklit, ünlü matematikçi Miletli Tales, İzmirli ozan Homeros, Bodrumlu tarihçi Herodot gibi kültürel değerlerin Batı’da Helen olarak anılmasına; güzelim Anadolu efsanelerinin Helen efsanesi olarak anlatılmasına göz yuman ve bu konuda yapılan çalışmalara hak ettiği değeri vermemiş düşünce ile Rönesans’a, Anadolu’nun kapılarını kapatan düşünce aynı düşüncedir.
Tarihsel, kültürel mirasa sahip çıkmanın ne denli önemli olduğunu gören Atatürk’ün kurduğu Türk Tarih ve Dil Kurumu’nu kapatan düşünce ile “Halk müziği çok sesli olamaz” diye bağıran düşünce de akrabadır. İşte bunun için türkü… İşte bunun için Ege diyorum.
Nasıl Bir Yöntem İzliyorsunuz?
Bu çalışmaya başlamadan önce teknik sorundan çok, daha yaşamsal olduğunu düşündüğüm bazı konular beni çok yormuştu. Örnekse: Benim yapacağım çalışmanın bugüne dek yapılmış olandan ne farkı olacak, nasıl bir yenilik içerecekti?… Değilse, niye bu tür bir çalışma yapılmalı idi?
Para için mi?.. Komik. Çünkü istatistikler bu tür bir çalışmanın kaç adet satabileceğini gösteriyor, hiç ekonomik değil. Kaldı ki, ben yalnızca para kazanmak için üretilen yapıtın sanatsal bir değeri olabileceğini de sanmıyorum. Sanatçı denildiğinde herkesin uyuduğu saatlerde uyanık olan, adı dedikodu sütunlarından eksik olmayan, sık sık skandallara konu olan bir kişiliğin akla geldiği ülkemizde, gerçek aydınlara düşen görev, piyasadan etkilenen değil, piyasayı etkileyen ürünler vermektir.
Bu hesaplamanın sonucunda denemeye karar verdiğimiz şey, şu oldu: Alt yapıda basit bir armoni anlayışı egemen olacak, elektronik çalgı kullanma zorunluluğuna karşın serbestçe kullanabileceğimiz tek enstrüman konumundaki perdesiz bas gitara fazla iş yüklemek ve baştan beri hiç vazgeçmediğimiz “yerelliği koruma kaygısını” solistin yorumunda gidermek. Dolayısıyla yerellikten uzaklaşmadan yapılmış bir çalışmanın altına imza atabilmek. Sanırım amacına ulaşan bir çalışma oldu.
İçte Ve Dışta Sevdiğiniz Şarkıcı Ve Besteciler?
Ülkemizde son yıllarda varlıklarını hissettiren genç toplulukları, Timur Selçuk hocayı, Yavuz Top ve Arif Sağ’ın çalışmalarını, besteci olarak Zülfü Livaneli’yi ve türküleri yorumlayışı ile Hale Gür’ü zevkle izliyorum.
Dışımızdan ise, deneysel cazın temsilcilerini, Chick Corea, Weather Report topluluğunu, New Song Movement akımının temsilcileri ile her ülkenin folklorik müziklerini ilgi ile bağrıma basıyorum.
Yöre türkülerini derlemenin ulusal kültüre katkısı var mı?
Elbette… Bence izlenmesi gereken yol şudur. Yerel olanı bölgesele, bölgesel olanı ulusala, ulusal olanı da evrensele taşımalıyız. Yaratımına katkıda bulunmaya çalıştığımız Çağdaş Türk Kültür ve Sanatı için bir yöre sanatçısının da, konservatuardaki bir öğretim üyesinin de payı olmalı diye düşünüyorum. Ulusal kültürümüze yabancılaşmak kimseye yarar getirmez.
Yurt Dışından İlgi Var Mı?
Evet. BBC’nin Türkçe Yayınlar Servisi ile söyleşi yaptık. Bestelerimiz yayınlandı. Hür Berlin Radyosu ile söyleşi yaptık. Ege türkülerini anlattım. İsveç ve Hollanda’nın çeşitli kentlerinde konserler verdim. TRT’den ise hiç ses çıkmadı.
Sonuç
Değerli izleyiciler, sunduğum söyleşi genç ve gelecekten umutlu bir Ege sanatçısının tam 25 yıl önceki çok derinlikli ve anlamlı görüşlerini kapsadığı için, bu sanatçı geçen çeyrek yüzyıllık süre içinde ideallerinden ve müziksel tutumundan hiç taviz vermeden, gerçekten gıpta edilecek bir düzeye ulaşıp, Ege Türkülerini hem yurt içinde hem de yurt dışında tanıtabildiği, sevdirebildiği için bir belge hüviyeti taşımaktadır.
Bunu sizlerle paylaştığım için sevinçliyim. Değerli sanatçı Tolga Çandar’a başarılar diliyorum.