Sabaha karşı alacakaranlıkta yatakhanelerden süzülen iki gölge, uzun koridorları sessizce geçip Askeri Tıbbiye’nin girişindeki koridorda pencerelerin arasındaki dev çıkıntılara yaklaştılar. Çevreden en ufak bir çıt gelmiyordu. Geniş bahçenin ilerisindeki karakolda zaptiyeler, derin bir uyuklama içindeydiler. Gölgelerden biri cebinden çıkardığı kömürle bembeyaz duvara kocaman kalın harflerle bir şeyler yazdı:
«Eyledik vatanı kisbimize sermaye
Biz bu denli hizmetle mi geldik dünyaya..”
Karşı duvara da hızla yazdılar:
«Mahveder kendini bülbül bile hürriyet için
Çekilir mi bu bela alemi bir mihnet için
Din için, devlet için, can çekişen millet için…”
Sonra yavaşça duvardan ayrıldılar. Askeri Tıbbiye’nin giriş kapısının tam karşısındaki boşluğa daha kalın harflerle alt alta iki cümle daha karaladılar:
«Yaşasın hürriyet, adalet, uhuvvet, müsavat
Kahrolsun zulüm, kahrolsun istibdat…”
Gölgeler işlerini bitirince, tekrar yatakhanelere süzüldüler. Karanlıkta bir kısım Tıbbiyeliler heyecanla Mazlum ve Nazım’ı bekliyordu. Hep beraber adeta titreyerek sabahı beklemeye başladılar.
Sabaha karşı tüm yatakhanelerden boşalan Askeri Tıbbiyeliler, okulun girişindeki dev salona toplanıyorlar, Namık Kemal’in hürriyet için yazılmış şiirlerini duvarlarda görünce, hep bir ağızdan dizeleri önce mırıldanarak, sonra haykırarak okumaya başlıyorlardı. Ve böylece 1907 yılının 22 Aralık tarihinde Askeri Tıbbiye’de en şiddetli öğrenci nümayişlerinden biri başladı.
O gün okulu teftiş etmeye gelen Sultan Abdülhamit’in Baş Müfettişi İsmail Paşa’nın yüzüne Namık Kemal’in dizeleri tokat gibi patlamıştı. Okul bir volkan gibi kükredi…
Öğlene doğru zaptiyeler, okulu bastı ve bir jurnal sonucu ortaya çıkartılan öğrencilerden Mazlum ve Nazım Beyler, gece duvarlara kömürle hürriyet şiirleri yazdıkları için tevkif edilerek, daha sonra idam istemiyle yargılanacakları Tophane zindanlarına gönderildiler.
Mazlum ve Nazım, zindanda idam edilecekleri günü beklerken, Tıbbiye’den başlayan hareket Harbiye’ye, oradan Makedonya’daki Osmanlı Üçüncü Ordusu’na atladı. Artık herşey yıldırım hızı ile İkinci Meşrutiyet’e doğru akmaya başlayacaktı.
***
Yaşantımın belki en heyecanlı anılarını, Jön Türk kuşağından günümüze ulaşmış eski ihtilalcilerle beraber olduğum söyleşilerde yaşamışımdır.
Şimdi toprak olan Emekli Tümgeneral Dr. Mazlum Boysan’ı (Hürriyet Kahramanı Tıbbiyeli Mazlum) Karşıyaka Aksoy semtindeki mütevazı evinde ziyarete gittiğim günlerde, 1908 Meşrutiyet eylemi ile ilgili anılarını büyük bir zevkle dinler ve çalakalem yazardım. Askeri Tıbbiye’nin duvarlarına kömürle vatan şiirleri yazan Mazlum ve Nazım, daha sonra hapisten kurtulmuşlardı. Tarihimiz onlardan Hürriyet Kahramanı Tıbbiyeli Mazlum (Cumhuriyet’te Atatürk’ün doktoru) ve İttihat ve Terakki’nin ünlü komitacısı Dr. Nazım Şakir olarak söz etmiştir.
Mazlum Paşa’dan o derin dostluk günlerimizde öğrendiğim en çarpıcı gerçek, Osmanlı mülkündeki o dev Jön-Türk ayaklanmasının şiirle başladığı idi. Her türlü davranışın yasaklandığı bir ortamda sığınılacak tek yer, şiirdi. Ve, kömürle duvarlara yazılan şiirler, o gün için «yeni bir düşünü” topluma iletiyordu. Düşün, şiir olmuştu. Topluma ulaşmak, onu sarsmak ve başkaldırmak için..
***
Şiir, kaynaklık ettiği, etkilediği ve yönlendirdiği olguyla, topluma düşün taşır. Şiirsiz bir toplum eylemine şimdiye kadar rastlanmadı. Hemen her düşüncenin, felsefenin, ideolojinin temelinde şiir ve şiirsellik yatar. Osmanlı tezinin temelinde yatan «Divan Şiiri” veya Osmanlı anti-tezinin temelinde ilerleyen «Halk Şiiri” olayları rastlantı değildir. Evrensel ve ulusal boyutların hemen her kesiminde, toplumsal olgulara dayalı şiirin işlevi ve konumu vardır. Fuzuli, Baki ve Nefi, Divan şiirine hangi amaçlarla sözcük ustalığı aktarmışlarsa, Fransız Sembolist şairleri de aynı amaçla Fransız Şiirini etkilemişlerdir.
Montaigne, bu yüzden «İyi şiir, kuralların ve aklın üstündedir” dedi. Şiirin bu tanımı doğru olmasıydı, Bir Mayakovski, doğunun mistik inanç temeline dayalı mujik çerçevesini sarsabilir miydi, yırtabilir miydi?… Rimbaud, «Şiir eyleme uymaz, eylemin önünde yürür” derken, Refik Durbaş’ın «Şiir, hayatı tanıyıp geliştirebilme yeteneğini özünde taşıyandır” sözünü anımsatmıyor mu?..
Magosa sürgünü Namık Kemal’in,
«ölürsem görmeden millette ümid ettiğim feyzi
yazılsın sengi kabrimde vatan mahzun, ben mahzun” dizelerinin öncülük ettiği vatan tutkusu ile yine Nazım Hikmet’in,
«o duvar
o duvarınız
vız gelir bize vız..” dizelerinin sürüklediği özgürlük düşüncesi, söylendikleri zaman dilimi içinde toplumun değer yargılarından oldukça ilerde anlamlarla yüklüdür. Pablo Neruda’dan Afrikalı şairlere, Filistinli vatan şairi Mahmut Derviş’ten uzak Asya’nın çekik gözlü şairlerine kadar politik süreçleri kanları ve canları ile yaşayanların şiire yaslanmalarındaki gizemli tutkunun kaynağı, şiirin çağlar öncesinden Homeros’lardan kopup gelen insanüstü gücü değil midir?
***
Şiirin özellikle Türk toplumu içinde gizli gizli akan dev bir akarsu olduğunu el yordamı ile hissettiğim yıllar, kurucu başkanlığını üstlendiğim İzmir Halkevi’nde şiir yarışmaları ve matineleri düzenlediğimiz yıllara (1975’ler) rastlar. Bir şiir yarışması düzenler ve duyurusunu sadece şimdi rahmetli olan «Demokrat İzmir” gazetesinde (1979’da kapandı) yayınlama olanağı bulurduk. Halkevi’nin suntadan yapılmış posta kutusu, her gün ülkenin her köşesinden akıp gelen şiirlerle ağzına kadar dolup taşardı.
Hele 1979 yılında Hasan Tahsin’i Yaşatma Derneği Başkanı olarak düzenlediğim «Hasan Tahsin Şiir Yarışması”, bizim için müthiş bir deney olmuştu. Dört ay içinde ulusal kurtuluşumuzun şanlı simgesi Hasan Tahsin için yazılmış iki bini aşkın şiirle baş başa kalınca, artık biz değil, şiiri ülkede yayınlanan altı-yedi edebiyat dergisi sanan ünlü şair dostlarımız da şaşkınlığa düşmüşlerdi. Kıbrıs Bayrak Radyosu’nun şiir yarışmamızla ilgili yayınını mutfağında dinleyen Lefkoşeli ev kadını da şiir yazmıştı, Diyarbakır’ın Dicle’sinde koyunların süren çoban da kaleme sarılmıştı. Kim için?… Hasan Tahsin için.. Hangi ruhla?… Ulusal bağımsızlıkçı ruhla.. Hangi yoldan?.. Şiir yolundan.. Silahtan farkı mı vardı sanki şiirin? Gerçek şiirden yurtseverlik fışkırıyordu…
Şiir yazma ve şiir tutkusu konusunda hiçbir toplumdan geri kalmadığımız, ama toplumun tüm kesimlerine yönelen, tabandan gelen şiir yönelişlerine sağlıklı kanallar açan geleneklerimizin olmadığı da gerçektir. Basılan şiir, tanınmış şairlerimizin tekelindedir. Hele günümüz ortamında çevresi olmayan bir genç yeteneğin şiirini yayınlatabilmesi ve dizelerini halkına sunabilmesi imkansızdır.
***
Ülkemde yurtsever şiir derken, düşünsel planda halkçı şiir ile toplumcu şiirin kesiştiği ortak alan içinde ulusalcı kaynaklardan harekete geçmeyi kastediyorum. Bu alan Ceyhun Atuf Kansu ile Nazım Hikmet’in, Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Hasan İzzettin Dinamo’nun, Enver Gökçe ile Arif Damar’ın su içtikleri, beslendikleri; gerçekte Namık Kemal’lerin, Ömer Seyfettin’lerin, Ziya Gökalp’lerin, Selanik’teki «Genç Kalemler” dergisi idealistlerinin oluşturduğu, ama Mehmet Akif’i de es geçmeyen bir tarihi tabanın sonsuz verimli yurtsever deryasıdır.
Yurtsever şiir, bu alandan esinlenecek, eskinin ileri yorumu ile yeninin doğmacı ve slogancı olmayan insancı-gerçekçi yorumlarına yaslanarak, ulusal evrenselle kucaklaştığı ve bütünleştiği düzeyi amaçlamalıdır.
Bu şiir yolunu yurtseverler olarak çizmek, yaratmak zorundayız, hele günümüzde, Emperyalizm ile her cephede vuruştuğumuz bu süreçte bu daha acil bir görevdir… Yurtsever şiir, Emperyalizm ile çarpışmalıdır… İlk amacı bu olmalıdır…
***
Şimdi «Yurtsever Şiir” olarak, ilkeleri sıralamanın zamanı geldi.
Behçet Necatigil şöyle der, «Gizli şair sayısı, gizli işsiz sayısından aşağı değildir. Birçok şairler varlıklarını duyuramaz, kendilerine bir elin uzanmayışına sessizce katlanırlar”.
Bu gerçekten hareketle, yetişmiş ozanların ününe ün katmak için değil, çığlar halinde bekleyen isimsiz şairlere boy veren, yol veren, onları halka götüren bir halkçı şiir çizgisi…
Özgürlük dinamiklerini ustaların yapıtlarına gömen değil, halkın beyninde yaratan bir eylemci şiir hareketi..
Slogancı ve amigoluk görevi üstlenmiş, teröre destek olan şiir değil, her olayı ve olguyu tartışan, doğmaları ve tabuları yıkan, özgürlüğü ne pahasına olursa olsun yakalamak isteyen ve cesurca her türlü teröre karşı çıkan insancı, hümanist bir şiir yolu…
İmge cambazı, modern matematik aşığı bir şiir değil, açık ve net olarak düşünceyi yaratan ve geliştiren, hayattaki güncel matematik gibi reel bir gerçekçi şiir tercihi…
Ulusal tam bağımsızlıktan yana, ulusalın ilerici yorumu ile evrenselin hakça bilimsel-küresel uzanışını yakalayan ve gerçek demokrasiyi halkımıza yaşatma idealine gönül vermiş bir toplumcu şiir eylemi…
Ve korkmadan göğsümüzü gere gere söyleyelim: Gerilerde tutsak kalmış değil, İzmir’e akan kalpaklı kurtuluş süvarileri gibi çağdaşlığa akan, ileriye akan, devrime akan bir Kemalist şiir vurgusu…
Başarabilirsek, kömürle duvara özgürlük dizeleri yazan Mazlum’ların kavgasına yeni bir boyut getireceğimize inanmalıyız.
Katkı dostlardan, emek şairlerimizden, kavgası bizden olsun…
OKUMA PARÇASI
(Ülkemizin değerli yurtsever şairlerinden Mardinli Ümit Yaşar Işıkhan’ın «Dergicilik silahşörlüktür efem…” başlıklı yazısını takdim ediyorum. Ege’de Bugün gazetesinde 30.8.2013 tarihinde yayınlanan bu yazı, 1979’da İzmir’de yayınladığımız yurtseverlik çizgisindeki «Kocatepe Şiir Dergisi” üzerine hatıraları tazelemektedir. Mardinli bir işçi-öğrenci gencin bu dergi çevresinde nasıl yetişip, günümüzde yurtsever bir şair olduğun belgesidir aynı zamanda. Okunmasını tavsiye ederim…)
«Dergicilik silahşörlüktür efem…”
«Sabaha karşı alacakaranlıkta yatakhaneden süzülen iki gölge uzun koridorları sessizce geçip, Askeri Tıbbiye’nin girişindeki koridorlarda pencerelerin arasındaki dev çıkıntılara yaklaştılar… Geniş bahçenin ilerisindeki karakolda zaptiyeler derin bir uyuklama içindeydiler… Gölgelerden biri cebinden çıkardığı kömürle bembeyaz duvarlara kocaman ve kalın harflerle bir şeyler yazdı:
Mahveder kendini bülbül bile hürriyeti için
Çekilir mi bu bela alemi mihnet için
Din için, devlet için, can çekişen millet için
Bu bir şiir parçasıydı.. Daha sonra yavaşça süzülerek Askeri Tıbbiye’nin devasa kapısının karşısındaki boşluğa daha kalın harflerle daha coşkulu bir telaşla şunlar yazıldı:
Yaşasın hürriyet, adalet, uhuvvet, müsavat
Kahrolsun zulüm, kahrolsun istibdat!
Namık Kemal’in bu dizelerini duvara yazdıkları için Askeri Tıbbiye öğrencileri Mazlum ve Nazım Beyler tevkif edilerek idama mahkum edildiler… Tıbbiye’den başlayan bu hareket Harbiye ve oradan Makedonya’daki Osmanlı Üçüncü Ordusu’na atladı. Ve her şey yıldırım hızıyla İkinci Meşrutiyet’e doğru akmaya başladı. Jön Türk ihtilal hareketinin şiirle başlaması, şiirin toplum üzerindeki etkisini göstermesi açısından önemli bir örnekti”
Bu satırları 1980’lerde yayınlanmaya başlayan bir şiir dergisinin başmakalesini kapsayan iki sayfalık sunuş manifestosundan aldım. «Kocatepe” isimli dergiyi yayınlayan bir adamın kaleme aldığı iki sayfalık manifestonun yarattığı etkiyi, bugüne kadar hiçbir edebiyat dergisinin ilksunu yazılarında hissetmemiştim. Kocatepe daha birinci sayısında mevcut ayakta durmaya çalışan birçok edebiyat dergisinden farklı olduğunu haykırıyordu.
Sosyalist düşüncenin ulusal motiflerle harmanlanmasını, bir toplumun kendi iç dinamikleriyle, değerleriyle yaşama dönüştürülmesini düşünen ve savunan adam, elinde deneme baskıdan artmış gazeteye sarılı dergilerle bütün kapıları kuzeye bakan eski bir otelin ana kapısından içeri girdi…
Hayatımın bütün renklerini saklayan ve birden beynimi ve ruhumu şekillendiren olağanüstü bir bildirinin, eylemin içindeydim artık.. Tıpkı rengarenk baloncunun peşinden koşan çocuklar gibi. Kapının önünden geçen seyyar şekercilerin tablasındaki elma şekerlerine, pamuk helvalara imrenerek bakan dahası cezbedici şeker kokularının ve renklerinin peşinde koşan zebani çocukların en uysalı olarak bana da uzatılan dergiyi o eski otelin avlusu içinde okumaya başladım.
Böyle bir bildiriyi benim yazmam gerekiyordu veya yazmak isterdim. Ama bu güzel ve anlamlı dergiyi tasarlayan, yaratan, hamallığını yapan; uzun boylu, yakışıklı, ideolojik ve sanatsal söylemleriyle donanımlı, kavgası ve sevdası olan adam Yaşar Aksoy’du… Şair, yazar, gazeteci, araştırmacı, tarihçi ve tek başına «İzmir Şövalyesi” unvanıyla, ülkenin en karanlık döneminde (1980 öncesi ve sonrası) sanatsal üretimleriyle aydın sorumluluğunu yerine getiriyordu.
Genç bir şair olarak, o güne kadar ve sonrasında ülkemde ilk sayılarına tanık olduğum tüm kültür-sanat dergilerinin pabucu dama atılmıştı. Belli bir gurubun, gettonun sesi olmuş, ahbap çavuş ilişkilerine göre içeriği şişirilmiş dergilerin yanında bu dergi, çoğulcu bir anlayışın evrensel ruhunu, ulusal ırmaklardan beslenmiş şair-yazar ve düşünürlerle buluşturarak; okuyuculara, sanat ortamına farklı ve anlamlı bir seçenek ve tat olarak sunuyordu.
Yalnızca İzmir’de değil, o dönemde ülkemizde yayınlanmış bütün yazın-şiir dergileri arasında içeriği ile, baskı tekniği ile özgün bir yer edinen «Toplumcu Kocatepe Şiir Düşün Dergisi”, İzmir’in onurlu bir fotoğrafıydı.
1980 karanlığının, kargaşasının ve ideolojik çatışmaların her gün onlarca gencin hayatına mal olan kanlı sürecin içinde, Kuvayi Milliyeci bir ruhla ve «Ulusal bağımsıklıktan yana, ulusal ileri yorumu ile evrenselin ileri uzanışını yakalayan ve gerçek demokrasiyi halkımıza yaşatma amacına gönül vermiş bir toplumcu şiir ve düşünce dergisi… Ve korkmadan göğsümüze gere gere söyleyelim, bir Kemalist şiir dergisi” biçimde kendini ilan etmiş olması, duruşu ve tavrıyla ayakta kalması o dönemde olağanüstü bir başarıydı.
Kurucusu ve yayıncısı Yaşar Aksoy olmasına rağmen, şehrin en eski mahallesinde, Tilkilik’te, Anafartalar Caddesi üzerindeki Lale sinemasının bitişiğinde yıkık dökük bir avlusu olan ve akşamları seyyar satıcıların arabalarını bıraktığı, bir köşesinde odun, kömür satılan, kedilerin ve farelerin koloniler kurduğu hanın sahibi olan Necmettin Şit Allameoğlu isminde genç bir edebiyat meraklısı derginin sahibi gözüküyordu. Yazı işleri müdürü, sevgili annemiz İzmir’in soylu tarihçisi, hanımefendisi, Yaşar ağabeyin annesi Fatma Zehra Aksoy’u. Derginin yönetim yeri de yine aynı semtteki Uşak-Söke Oteli’ydi. Bir gariban oteli olan bu mekanın işletmecisi ise dergiye destek veren Demokratik Sol Esnaf Derneği Başkanı rahmetli Saim Saatçıoğlu’ydu. Yani fikri-zikri olan bir edebiyat dergisi, şehrin en yoksul ve eski mahallesinin fakir, gariban otellerinde örgütlenmişti.
Kocatepe, bir dergiden çok okul gibiydi ve ekol yaratma sevdasındaydı. Yayınlanmakta olan dergilerden farklı söylemi ve tavrı olması, gençlere yer vererek okumaya-yazmaya özendirmesi, bizi hayatın içinde bu küçük ama anlamı büyük dergide, yoksul bir aile sıcaklığı ile sarıyordu. Her gün yanımızda genç şairlerle, sevgilimizle, abimiz, hocamız Yaşar Aksoy ile görüşmek için Kemeraltı’ndaki gizli karargahımız Meserret Hanı içindeki kahvehaneye (Meserret Kafe) giderdik. Şiiri, politikayı, Kuvayi Milliye’yi, Mustafa Kemal’i, Sultan Galiyev’i konuk aldığımız masamızda heyecanla ortaya döker, ülkeyi kurtarmaya çalışırdık. Hele o sayıda şiirimiz, yazımız yayınlandıysa, görülecek şekilde kıvırır dış cebimize iliştirir, yolda yürüyüşümüz bile değişirdi. İşsiz ve öğrenci olarak boş zamanı çok olan bendeniz, kentin tüm gazete bayilerine Kocatepe dergisini dağıtır, onurlu yorgunluğun keyfini yine Meserret Kafe’deki buluşmalarımızda yeni yazdığımız şiirleri okuyup, karşılıklı olarak değerlendirir çıkarırdık. Akşama doğru ya bir eylem olurdu, ya da Tilkilik, Namazgah Basmane otellerinde buluşmalara akardık.
Hayat, bütün ağırlığı ile devam ederken, toplumsal kargaşa içinde ikişer aylık yayını ile 3.sayıdan sonra 12 Eylül darbesini yaşayan, toplumu ve genç kuşağı işkencelerle yok eden, asan, kesen, yurtdışına süren talan ikliminde ayakta kalmaya çalışan dergilerden biriydi dergimiz…
Kuvayi Milliye ruhuyla yayın yapan, Kemalist düşüncenin sanat platformunda tek temsilcisi olmasına rağmen, 4. sayısında da o yıl «Atatürk Yılı” ilan edildiği için birçok ilerdeki çalışma projelerini açıklayan dergi, faşist yönetimin baskıları ve ekonomik koşullar nedeniyle Ocak 1981 tarihinde 4. Sayısını da yayınlayarak kapandı. Bütün bayi dağıtımını ben yaptığım gibi iadeleri ve satış paralarını da ben toplardım. Öğrenci olduğum için, Yaşar ağabey o yıllarda kendisi işsiz ve ekonomik sıkıntılar içinde olmasına rağmen satış paralarını benden almazdı. İade dergileri de bana bırakırdı, belki yine satılır diye. Halen annemlerin Ballıkuyu’daki evinde çatı katında sakladığım dergi tomarları ile arada sevgiyle bakışırız.
O güne kadar yayın politikasında nitelikli ve bütünleştirici söylemi-eylemi savunan «Toplumcu Kocatepe” şiir dergisi usta kalemlerin yanında hep genç şairlere de yer verdi. Attila İlhan’dan Ahmet Taner Kışlalı’ya, Hasan İzzettin Dinamo’dan Oktay Akbal’a bir çok ünlü yazar, şair dergide göründüler. Usta-çırak saygınlığı içinde bir çok şair-yazarın ürünleri yazın tarihimize geçecek bu güzel sayfalarda yer aldı.
Dergi kapandıktan sonra, Yaşar ağabey ilk 4 sayıyı ciltleterek dergiye emek verenlere armağan etti. Bana armağan ettiği cildin içine şunu yazmış:
«Çok değerli Ümit Yaşar Işıkhan’a… Bir zamanlar nice nice umutlarla çıkardığımız ve tek avuntumuz dört sayılık mevkuteyi sevgi ve saygı ile sunuyorum. Benden sonra anılmak için tek yapıtım bu avuntum olsun. Gerisi laf salatasıdır şair dostum… 30.10.1985, Fevzi Palut’un Şatosu – Güzelyalı”
İnsanlar gelir geçer, aşklar küllenir, sevdalar buruk bir sayfada kalır, çocuklar büyür, yaşlılar ölür, mevsimler hızla birbirini kovalar. Ve biz halen Yaşar Aksoy ağabeyimle, yüreğimizde Kocatepe’nin ruhu, İzmir’in imbatına ve her köşesindeki gazete bayilerine o eski sevdalı dergimizi dağıtıyoruz.