Barış Ütopyası ve Savaş
Mayınlı Arazide Futbol Maçı: SURİYE
1
Barışın özlem ve ütopya olması, cennetin barış ortamı olarak tanımlanması ve betimlenmesinde kendini gösterir. Asude bir hayat var, kavga yok; savaşsızlık var, yenen yenilen yok; –tek bir cins için– eşitlik var, ezen ezilen yok! Üstelik öyle bir “barış” söz konusu ki, kurtla kuzu, aslanla ceylan, kediyle fare, bırakalım düşmanlığı ve karşıtlığı, bırakalım birbirlerinden çekinmeyi, adeta kanka! Kurbanlar, avcıyı, avlar, kendisini yiyecek olanı korku dolu gözle görmediği gibi, ona sokulabiliyor. Avcı avına ilişmediği gibi, ona “kötü gözle” de bakmıyor. “Düşmanlar” yan yana yatabiliyorlar.
“Cennet”in inandırıcılığı yoktur, cennet ütopyadır, ama, gerçekçi olmayan bir ütopyadır, saçma bir ütopyadır, sahte bir ütopyadır, ve en önemlisi, cennet kötü niyetli bir ütopyadır. Kullanılma amacı, bir kurumun, kandırarak insanları söylemine bağlamak istemesidir. Cennet ütopyası, insanları bu dünyadan koparmanın, başka bir dünyaya özendirmenin aracıdır. İnandırma şekeridir. Yani “cennet”, ütopya bile değildir.
Cennet dünyadan model alınmıştır, orada bulunan her şey dünyada var olandır (aynı cehennem gibi), ancak dünyada insanlara esirgenen şeylerdir (cehennemde de insanların maruz kaldıkları şeyler vardır). Bütün bu şeyler gerçek örneklere dayanır, ancak yapaydır, hilelidir, çünkü cennet ütopyası tahayyülatı arızalıdır, yanlıştır, eksiktir, zaaflıdır. Örneğin mevsimler yoktur, değişkenlik yoktur, akıl yoktur, iş yoktur, işlev yoktur vb. Dolayısıyla cennet denilen şey oldukça da sıkıcıdır. Bunun yanı sıra cennet tahayyülatı komik olacak ve bir ciddiyeti bulunamayacak derecede de abartılıdır. Erkeklere bahşedilen ayrıcalıklar, “bütün erkeklere” eşit bir şekilde sunulanlar, cinsellikle ilgili hevesleri istismar, tükenmez cinsel enerji, “ilk olma”yı sürekli yineleyebilme (hep “her dem bakire” olanlarla cinsel ilişkiye girebilme), eşcinsellik, doğal olmayan cinsellik propagandası vb.; inançlı veya aptal bile olsalar insanları ancak gülümsetir.
“SAVAŞ” VE “BARIŞ”IN EDEBİYATI, BİLİMİ, SANATI
Yirmi yaşımın yakınında olduğum dönemde okuduğum Harp ve Sulh (Tolstoy) beni çok etkilemişti, ancak bugün o okumamdan aklımdan hiç bir şey kalmış değil (üstelik sonradan romanın anıtsal bir şekilde yapılmış filmlerini2 de görmüştüm). Yeniden okunması gerek, izlenim bırakan ama hatırlanabilen iz bırakmayan okumalar ne yazık ki okuduklarımızın çoğu oluyor.
Çok zengin bir savaş edebiyatı var. Ancak savaşın sözünü etmeyen, savaşı konu edinmeyen edebiyata “barış edebiyatı” denmiyor.
Aralarında bir eşitlikten ya da eşitliğe yakın bir durumdan söz edilemez, öncelik ve ağırlık savaştadır. “Harp ve Sulh” adlandırmasında da savaş öndedir. Tersi olamazdı.
Haçlı Seferleri, bir açıdan uygarlıklar savaşı olduğu gibi, kıtalar (ya da bölgeler) savaşıdır da. Siyasal coğrafya, adı konmadan, ilk devletlerarası savaşların başlamasından beri önemliydi. Haritadan yararlanılmadan yürütülen tek bir devletlerarası savaş yoktur. Bu aynı zamanda haritası olmayanın yenilgiye mahkum olması anlamına gelir.3
Askerlik bilimi savaş bilimidir. Askerlik sanatı savaş sanatıdır. “Barış bilimi” var mı? “Barış sanatı” sözünü hiç duydunuz mu?
Strateji ve taktik kavramları, savaş pratiğinin nesnel bir şekilde, bilimsel yöntemlerle yürütüldüğünü göstermektedir. Bu kavramlar barış için kullanılmazlar. Çünkü barış, savaşın parçasıdır, savaşa bağlı olarak bir işe yarar ve savaş için anlamlıdır. Savaşların strateji ve taktikleri arasında çeşitli şekillerde “barış” da yer alır.
Savaşı sevenler vardır, yüceltenler vardır, savaşa muhtaç olanlar vardır, mecbur olanlar vardır. Şimdi hatırlamıyorum kim ama biri demiş ki, savaş hayattır, savaş yararlıdır, savaş iyidir, savaş gelişmenin önünü açar. Belki bir başkası da, ben duymadım ama, “hayatta en hakiki mürşit savaştır” demiş bile olabilir.
Barışı sevenler ve isteyenler önemlidir, değerlidir. Barış yüceltilmelidir. Barışa hem muhtacız, hem de mecburuz.
“SAVAŞ TEORİSİ”NDE “BARIŞLA DANS”
“Barış teorisi” de yoktur, bunun yerine “barış ütopyası” vardır. “Barış teorisi” olmaz, çünkü uygulanabilir değildir, uygulanabilen yalnız ve yalnız savaş teorisidir. Biraz önce belirtildiği gibi, teorik ve tasarımsal olarak “barış”, ancak savaş teorisi ve uygulamasının içinde yer alabilir.
Savaşların pat durumda “sonuçlanması” dışında hep bir kazananı vardır. Pat durumu, askerlik biliminde, tarafların ikisinin de savaşamayacak bir hale gelmesinde ya da o dönemde yenişemeyecekleri duygusu kazanmalarında ortaya çıkar. “Pat”la yaşanan “barış”, tarafların savaşa yeniden hazırlanma süresinden başka bir şey değildir. Taraflardan biri savaş için hazırlıklarını tamamlarsa ya da tamamladığını sanıyorsa, savaşı tekrar çıkartır ve “barışı” sona erdirir.
Her savaş “barış”la sonuçlanır, ama her barışın da başka bir savaşın doğurucusu ve öngünü olduğu ortadadır. Savaş barışın, barış savaşın anasıdır.
Kavramlar ve hayatın gerçeği olarak savaş ve barış birbirlerini tamamlarlar, birbirlerine dönüşürler; çünkü birbirlerinin içindedirler.
Uzun sürse bile “barış” geçicidir, savaş ise ne yazık ki kalıcı. Barışın ütopya olmasının anlaşılır bir nedeni budur.
SAVAŞ VE SİYASET, BARIŞ VE SİYASET
Savaş üzerine yazılmış kitaplar, eğer bir anlam ve derinlik taşıyorlarsa mutlaka savaşın siyasetle ilişkisi üzerinde durmuşlardır. Tanımından türlerine kadar savaşla ilgili her şey siyaset temelinde açıklanmıştır, bir zorunluluktur. Savaşın haklı ve haksız olmasının ölçütü de yalnızca siyasal kavramlarda aranır. Siyasal kavramlar olarak saldırı ve savunma, savaş hukukunun temeli olmak yanı sıra savaşların niteliğini de belirler.
Emperyalizm döneminden önce de savaşın siyasetle bağı biliniyordu, üstelik bin yıllardır. Emperyalizm döneminde ise bunun ileri sürülmesi bile gereksizleşmiştir. Çünkü, ekonomik bir sistem olarak emperyalizm, siyasal yönüyle savaş demektir. Emperyalizm ilhak eğilimidir, ilhaklar ise savaşsız olmaz.
Savaşların türleri vardır, devletlerin de. Devlet türleri içinde savaşçı devlet, gerçek bir tanımdır, savaşa göre düzenlenmiş devlet demektir, varlığı savaşa bağlı olan devlet demektir, üretime ve ticarete dayanmayan devlet demektir. Tarihi boyunca bu, ilkelliğin ve geriliğin karşılığı olmuştu.
Ancak bugün böyle değildir. İlkel olmayan bir devlet çeşidi olan emperyalist devlet, moderndir, gelişmiştir, “ileri”dir, “çağdaş”tır, hiç ilkel değildir, ama bunlarla birlikte savaşçı bir devlettir.
Savaştan çıkmayan, savaşla çıkmayan büyük siyasal önder neredeyse yoktur. Bütün devrim önderleri savaş yönetmiştir. Toplumlarının tarihine geçmiş büyük savaşların komutanları askeri baş olmakla birlikte siyasal önderler de olmuşlardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet başkanının aynı zamanda başkomutan olması, en azından, siyasetin savaşla yürütüldüğünü göstermektedir. Her ülkede böyle değildir, bizde bir Cumhuriyet geleneğidir, Cumhuriyet’in savaşla kurulmuş olmasının, bu sürece önderlik edenin “Mustafa Kemal Paşa” olmasının bir sonucudur.
Barış ve siyasete dünyadaki en önemli örnek bizdendir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” genel anlamda bir özlemdir ama büyük bir devlet adamı için bir siyasettir. Devlet adamı olamayan küçükler içinse çoğunlukla bunun tersinin geçerli olduğunu görürüz. Savaştan medet ummak, savaştan yarar sağlayacak siyasetleri savunmak, her zaman savunana zarar vermeyebilir (ya da kısa vadede sonuç görülmeyebilir), ama ülkenin ve toplumun zarar göreceği kesindir. Savaşçı olmak, felaketlerin kapısını açar. (Bizdeki örnekler, Kore Savaşına katılmak isteyen A. Menderes, Irak Savaşına istilacı askeri güç olmak ve “bir koyup üç almak” isteyen T. Özal, Suriye’yi işgali planlayan ve Şam’da bir camide namaz kılmayı hayal eden R.T. Erdoğan.)
Büyük devlet adamının barış siyaseti, ülke için bir ilkedir, bölge için bir devrimdir, dünya için ise önemli bir mesajdır. Söz konusu “küçükler” ve emperyalistler, bunun anlam, önem ve değerini anlamamışlardır, anlayamamaktadırlar. (Belki de anlamaktadırlar, ama işlerine gelmemektedir.)
Bu slogan, slogan olsun diye söylenmemiştir, bir özlemi dile getirmek ve göstermek için ileri sürülmemiştir, uygulanmıştır. Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin saygınlık nedenlerinden biridir.
SAVAŞ NEDENLERİ, SAVAŞLARIN NEDENİ
Barışın nedenlerini hiç aramayız. Barışların nedeni yok mu acaba? Kendisi yoksa, kendisi hayal ve özlemse, nedeni olur mu?
Peki neden hep savaş var? Savaş neden baskın, belirleyici ve vazgeçilmez?
Savaşın ilk, belli başlı ve temel nedeni hakimiyet kurmaktır! Kurduktan sonra da daha geniş alanlarda hakimiyet kurmaktır. Olabilecek en geniş alanda kurduktan sonra gene hakimiyet kurmaktır. Bu böyledir, ancak böyle tanımlamalar bilimsel değildir. Çünkü güdülere göndermede bulunmaktadır, insanın doğası olduğu varsayılan bir sava dayanmaktadır. Oysa barış içinde yaşayan insan toplulukları vardı (belki bugün bile vardır, hatta bugün mutlaka vardır, uygarlığın henüz ulaşmadığı yerlerde). Savaş, insanın doğası değildir.
Burada rol oynayan etken uygarlıktır.
O halde uygar insan neden savaşır, uygarlıkta neden savaşılır, uygarlıkta savaş neden vardır?
Savaşların ne zaman toplumsal olgular olduğunu belirlersek soruları ele alabiliriz.
Üretim ve ticaret dönemi öncesinde, yani “uygarlığın belirli bir aşamasının” öncesinde4 savaşlar, toplumların değil toplulukların savaşlarıydı. Bu anlamda bunlar “savaş” değildi. Sözcükler benzeşiyor olabilir, ama bunlar yalnızca çatışmalardı (savaşsa çatışmanın üstünde bir şeydir, yüksek örgütlenme ve toplumsal bir düzey gerektirir). Toplumlaşma gerçek insanlaşmanın ve uygarlaşmanın gereği ve göstergesi olduğuna göre, üretim ve ticaret savaşa ihtiyaç duyacaktır, alış-satış başlamışsa gerçek savaşın nedenleri de ortaya çıkmaya başlamıştır. Üretim sömürüyü davet eder, sonra da mülkiyeti doğurur. Savaş bunların olduğu ve bunlar için kurulan düzeni sürdürecektir. Sömürü gizlenebilir, kabul ettirilebilir, benimsetilebilir, meşrulaştırılabilir. Böyle yapılabildiğinde baskıya, şiddete ve savaşa gerek kalmaz. Ticarette savaşla ilişki daha somuttur. Ayrıca ticaretin çapı da daha geniştir. Savaş, ticareti önce yürütmeye, sonra güvence altına almaya yarar. Değerleri (yer üstü ve yer altı değerlerini, hammaddeleri, yaşamak ve üretim için gerekli doğal ürünleri) almak, gaspetmek, aktarmak, değiş tokuş yapmak (bu sonuncusu biraz “barışçıdır” hatta), savaşla sağlanır.
Öncelik üretimdedir. Üretim ticaret gerektirir. Çünkü sistemli yapılan ve sürdürülebilir olan bir üretim süreci başladığında ve bu geliştirildiğinde üretim fazlası, daha doğrusu “tüketilemeyen fazla” ortaya çıkmaya başlar. Bu fazla, ticareti doğurmuştur. “Fazla” verilir, olmayan alınır.
Ticaret, uygarlığın gelişmesini sağlamıştır. Ticaret, sınıflaşmadır, iş bölümüdür, örgütlenmedir, kurumlaşmadır, devletleşmedir. Üretime dayanır, merkezleşmeye ihtiyaç duyar, kentleşme ile yürümek zorundadır. Üretim yapmayan topluluklar kentleşmezler.
Politikanın devamı ve uzantısı olan savaş, ekonomik altyapılıdır. Sömürüyle birlikte ticaretin gereğidir. Ve savaş önce ticaret içindir.
Binyıllar boyunca taşıma-nakliye yolu karalar ve denizlerdi. Kıtalararası ilk kara nakliye yolu “İpek Yolu”ydu. Ve bu yol üretim yapan tarafların yoluydu, esas olarak dışsatım (ihracat) içindi. Önceleri kervanlar güvenlik birimlerini bünyesinde barındırırdı. İlişkiler yoğunlaştıkça, kervanlar çoğaldıkça, geliş-gidişler arttıkça, ticaretin çapı büyüdükçe, kervan güvenliği güzergahın güvenliğini gerektirdi. Menzil boyunca güvenlik sağlanmadan ticaret gelişemiyor ve kalıcılaşamıyordu. Bunun yol açtığı ise, geniş bölgelere hakimiyet kurmuş örgütlenmeler, imparatorluk haline gelmiş devletlerdi.
Gemilerde güvenlik birimleri gemi yapısı içinde yer alamadığından, (özellikle Akdeniz ve Avrupa gemilerinde) gemi boyutlarının güvenlik sistem ve personellerini barındırması mümkün olmadığından gemiler ikiye ayrılır. Nakliye ve mal taşıma gemileri ile savaş gemileri. Deniz yollarında taşımacılık yapan gemilerin güvenliğini savaş gemileri sağlayacaktır. Tüccar, taşıma gemisi, korsan, savaş gemisi kullanır. Ticareti sürdürmek isteyen ve ticaretin güvenliğini sağlayan örgütlenme ise savaş gemilerini. Korsan gemileri donanma durumuna gelmez, sayıca az olmasa da onlara donanma denmez, devletlerin savaş gemileri ise donanmadır. Korsan, yağma ve soygun için saldırı yapar, donanmalar ise güvenlik için savaş. Deniz savaşları, denizlerde ticareti sağlamıştır. Her donanma, yüzlerce ve binlerce ticaret gemisinin işini yapmasının teminatı olmuştur.
Keşifler ve sömürgeler çağında donanmalar sömürünün ve sömürgecilerin hizmetindedir.
(Savaş nedenleri üzerinde dururken, “nedensiz” savaşlardan söz etmeden de olmaz. Belirli bir çıkar hesabına dayanmayan “saçma savaşlar” da vardır, –çok fazla olmamakla birlikte– tarih boyunca görülmüştür. Bunlar, ya duyguların ya da bozuk kişiliklerin toplumları sürüklemesinin sonucu olmuştur.)
SAHTE BARIŞ, GERÇEK SAVAŞ: SAVAŞ SOĞUK OLURSA
Barış ütopyadır, tamam, ve başka türlü ama gerçekçi bir tanımlamayla “barış”, savaşlar arasındaki dönemdir. Ya da –daha iç karartıcı bir tanımlamayla–, silah sesi duyulmadan yapılan savaşlara çoğunlukla “barış” denmektedir. Çünkü gerilim ve çatışmanın, daha açık bir ifadeyle örtülü savaşın olmadığı dünya, hatta bu dünyanın bir “an”ı, gerçek gibi görünmemektedir. Mikro örneklerde rastlansa veya geçici olarak olsa da, “normalde” yoktur.
Barışlar arasındaki dönemlere savaş dendiği pek duyulmamıştır. Çünkü esas olan ve belirleyen savaştır.
Dünya ve insanlık tarihini ele alan kitapların hiç birinin konu dizininde “barış” yoktur, ama “savaş” ve “savaşlar” mutlaka vardır.
Savaşların şekil değiştirmesine veya safların yeniden şekillenmesi dönemlerine “barış” dendiği de bir olgudur. Örneğin, İkinci Dünya Savaşından sonra aslında savaş bitmemişti. Aynı Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi. Birinci Dünya Savaşının sonu, savaşa yeniden hazırlanma döneminin başlangıcıydı. İkinci Dünya Savaşı sonrası ise, savaşın tam olarak devamıydı ama şekil ve ad değiştirmesiydi. Bu şekil değiştirmenin “Soğuk Savaş” adını aldığını bilmeyen mi var? Bu “barış” içindeki “savaş devamı”nın taraflarında değişmeler olmuştu, savaşın galipleri olan Müttefikler Cephesinde yer alanların birbirlerine karşı konumlanması gibi (hatırlanacaktır, Sovyetler Birliği ile yan yana olan ve onunla “birlikte savaşan” ABD, karşıt ve birbirleriyle “savaşan” güçler olmuşlardı).
“Soğuk Savaş”ın bize düşündürdüğü ve düşündürmesi gereken, yarım yüzyıla yakın süren savaşın “sıcak” olmadığıdır.
“MODERN” DÜNYANIN SAVAŞLARI5
Avrupa’da Orta Çağın bitmesiyle düzenli ordular ve savaş hukuku ortaya çıkmıştı. Büyük Fransız Devrimiyle de milli ordular. Böylece savaşlar da çeşitli aşamalardan geçmişti. Bilinen en son aşama emperyalist paylaşım savaşıydı. Savaşlar, 20. yüzyılla birlikte küreselleşmiş, dünya çapında olmuştu. Şimdilerde bir yenisiyle daha karşı karşıyayız. Günümüzde savaşa ilişkin işler, savaşların “klasik” ve “modern” biçimlerinden, geleneksel savaş-barış ilişkilerinden başka türlü olmaya başlamıştır. Bugün “barış”, her zamankinden daha kolay savaşa dönüşebilmektedir ve savaşlar artık (görünüşte de olsa) barışa yol açmamakta, “kazanılan” askeri muharebeler istikrar doğurmamaktadır. Hatta, şöyle de söylenebilir, “zaferlerin” “barış” doğurması artık mümkün olmadığı gibi, “galibiyetin barışı” istenmemektedir de. Bugün savaşlar barış amaçlamıyor. Savaşlar, sürüp gitmesi gereken toplumsal gerçeklikler halini almıştır.
Nedenleri çarpıcıdır. İlk önce “silah sanayi” akla gelmelidir. Savaş sanayi kollarının en büyük sektörlerden biri olması belirleyicidir. Yakın yüzyıllara kadar savaş için silah üretimi yapılırdı. Şimdi ise savaşlar aynı zamanda silah üretimi için yapılmaktadır. Bunun tarihteki bilinen somut ilk örneklerinden biri, Alman silah sanayisinin savaşla ilişkisinde görülmüştü.6 Alman ağır sanayisi savaş silahları ve malzemesi üretimiyle büyük hamle yapmış ve gelişmişti. Dönem Almanya için barış dönemiydi. En “verimli” silahlanma dönemleri de “barış” dönemleridir.
Üretici ülkenin “barışı”, onu savaş ihracatçısı yapıyordu.
Çıkarları için savaşanlar, aynı zamanda, “üretimleri için” savaştırmaktadırlar. Bugün en yüksek düzeye ulaşmıştır.
Bu üretim-savaş ilişkisinin ortaya çıkmasında, savaşların bir “ihtiyaca” dönüşmüş olmasında savaşların nedenlerinin, amaçlarının ve yapısının değişmesi de rol oynamaktadır. Silah satışları savaşan ve savaştırılacak devletleri “müşteri” yapıyordu, ama artık çoğunlukla savaşlar, birbirlerine göre hazırlanmış ve konuşlanmış ordular arasında değildir. Taraflardan en azından biri, bir devlet olmamakta, devlet dışı örgütlenmeler olmaktadır. Bu arada en çok rastlanılan “modern” savaş tarzlarından biri de, dinsel veya etnik ya da bir nitelikten ve amaçtan yoksun gruplar arasındaki çatışmalardır.
Savaş malzemesi ve silah satışları, 19. yüzyılın sonundan beri herkese yöneliktir. Alıcılar, devletlerle sınırlı olmaktan çıkmıştır. Üretim (ve emperyalist çıkarlar) bunu gerektirmekteydi. Şimdi ise alıcı “herkes” grubu, olağanüstü büyümüş, daha fazla önem kazanmıştır. Bu müşterilere artık üretici “herkes” (dünyadaki bütün üreticiler), silah ve malzeme satmaktadır.6
İkinci Dünya Savaşı sonundan bu yana yaşanan 200’e yakın savaşın yarısından çoğu, taraflardan birinin devletler olmadığı savaşlardır. Hatta bunların bazıları iki tarafının da devletler olmadığı savaşlardır. Taraflardan en azından birinin taşeron olduğu, “vekil” olduğu durum, günümüzün yaygın tekrarlanan bir gerçeğidir. Piyonlar ve enstrümanlar sahne almış ve sahneyi doldurmuştur.
Modern savaş hukukunda savaş ilanı olmadan yürütülen bir askeri çatışma veya harekat “savaş” olmuyor. Savaş ilanı kuralı artık geçerli değildir. İlan olmamışsa savaş olmadığına göre henüz “savaş” yoktur! Gene savaş hukuku kapsamında barış, uluslararası kabul gören bir antlaşmanın sonucudur ancak. Fakat bunların tersine hayat bize huzursuzlukların bile savaş izlenimi verdiğini, savaşsızlığın da barış sanıldığını gösteriyor.
“Yeni savaşlar”da kimlikler açısından anlaşılamaz, açıklanamaz ve saçma olarak ortaya çıkmış olan durum, “yeni” midir? Malazgirt Savaşı, Haçlı Seferleri, Otuz Yıl Savaşı gibi önemli ve dönüm noktası olan savaşların kimliklerle açıklanması, anlaşılmalarını zorlaştırma, hatta önlemek içindir. Hepsinin altında sömürü, ticaret ve ekonomik-siyasal çıkarlar vardır.
Kimlikler her zaman savaşlara yapıştırılan ve açıklamalar ile yorumlamaları “kolaylaştıran” (buna yüzeyselleştiren ve aynı zamanda saptıran da diyebiliriz) bir rol oynamıştır.
20. yüzyıldan sonra bütün savaşlara mutlaka emperyalizm açısından bakılması gerekir. Emperyalizmin oyuncağı olmak; bundan çekinmeyenler var. Bugün bütün yerel savaşlarda “oyuncaklar” çarpışmaktadır. Örneğin, ABD’nin çekinmeksizin kara gücüm dediği silahlı grup, terörist bir Kürt örgütlenmesidir (PYD).
Savaş isteyenler ve savaş sevenler olumsuz bulunur. Bunun yanı sıra “barışçılık” iyidir. Ancak barış budalalığının fazla sözü edilmez. “Savaş meraklıları” olduğu gibi “barışa fazla düşkün” olanlar da vardır. Bunların savunduğu barış, kendilerinin farkında olup olmaması önemli değildir, aslında savaştır. Emperyalizme ve savaşa hizmet eden bir “barış”tır. Emperyalizm, yürüttüğü savaş için barış sloganını kullanabiliyor. Hatta en savaşçılar, en “barışçı”lar oluyorlar. Emperyalist kılıflı barışın yanına gidenler işte bu barış budalalarıdır. “Her türlü barışa evet”, “her şart altında barış”, bunlar, bugün Pax Americana’dır.
ŞİMDİKİ “BÜYÜK SAVAŞ”: MAYIN TARLASINDA FUTBOL MAÇI!
Savaş işte şimdi de geldi kapımıza dayandı diyoruz, ama aslında kırk yıla yakındır savaş içinde değil miydik? Yeni bir dünya savaşı çıkacak diye korkuyoruz, üzülüyoruz. Yeni bir dünya savaşı çıkmasına lüzum yok. Dünya savaşı zaten çıkmış gibidir. Biraz önce belirttik, bu görüşe karşı olan bir diğer görüşe göre de “dünya savaşı”, 1945’ten sonra bitmemiş, şekil değiştirmişti. Savaş sonrasının “barış içinde yarış”ı, aslında tam bir silahlanma yarışıydı. Adı konmuş silahlanma yarışının “savaş-dışı” bir olgu olduğu düşünülebilir mi? Bugün sorun, “dünya savaşı”nın henüz dünyasal bilince çıkmamış olmasıdır. Bilince çıkması için savaşın “alenen olması” ya da dünya savaşının “açık savaş”, “sıcak savaş” halini alması gerekmektedir sanki.8
Dünya savaşları olarak kabul edilen iki 20. yüzyıl savaşı, 1914 ve 1939 savaşları, Avrupa’da patlamıştı. Vekalet savaşlarının yerini “asil” savaşlar alsa bile aleni savaş gene de Avrupa’dan başlamayacak. Açık ve sıcak savaşın çıkış noktası ve başlangıcı Avrupa olmayacak! Ateş topu olmuş bir yeri izlemekteyiz bugün. Milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, en az 5 milyon insan yerini yurdunu terketmiş, yer değiştirmiştir. Daha ne olacaktır?
Mayınlı arazide yapılacak maç için saha gösterenler ve topu verenler var. Oynamak size kalmış!
Türkiye, Atlantik blokuna dahil olduktan, NATO’ya girdikten sonra güneydeki sınırlarımıza “müttefiklerimiz” tarafından mayın getirildi, bunlar NAMSA (NATO İkmal Bakım Ajansı) aracılığıyla döşendi ve bir kısmı da Türkiye’ye döşettirildi (başlangıcı 1955 yılı; 1960’lara kadar toplam 2 milyondan fazla mayın). Hem AT (anti-tank), hem de AP (anti-personel) tipi olan mayınlar, 911 km’lik Suriye sınırının geçişe elverişli olan yarıya yakınında 650 bin adettir. Bizlere (Türk halkına) sunulan gerekçe, “sivil”di (köylülerin kaçakçılığını önlemek).9 Ancak aradan bir süre geçince mayın dünya çapında yasaklandı (Ottawa Konvansiyonu, 1997).10 Sıra, dünyadaki bütün mayınların temizlenmesine geldiğinde Türkiye gene ilk hatırlanandı. Suriye sınırımızdaki mayın temizleme işi öncelikliydi ve buna ilkönce ve en başta İsrail talip oldu. Temizlenen topraklara 49 yıllığına sahip olmak karşılığında. Daha o zamanlar “koridor” diye bir şey yoktu, daha doğrusu biz bilmiyorduk. “2. İsrail” olan “Kukla Kürt devleti”nin kurulamayacağını, kurulursa da yaşayamayacağını düşünenler, görüşlerini denize yolu olmayan bir devletin yaşama şansı olmadığına dayandırıyordu. Ama emperyalizm planını yapmış, Irak’ı ve Türkiye’yi parçalamayı, buna bağlı olarak “kukla devleti” kurmayı tasarlamış, petrol havzasına İsrail’i yerleştirmeyi önüne koymuş, kuzey Irak’ı, yani Kürt devletini Akdeniz’e bağlamayı projelendirmişti. Kürt devleti yanında, onun gereği olan “koridor” da hesaplanmıştı. “Koridor alanı” ise İsrail’in olacaktı. Böylece “koridor”un kuruluşunun ilk adımlarından biri “mayın temizliği” operasyonuydu! Neyse ki, İsrail mayın temizleme işini alamadı.11 Alabilseydi, Türkiye’nin koridoru önlemek için yapacağı hiç bir şey kalmamış, bugün koridor gerçekleşmiş olacaktı.
Ülkemiz açısından baktığımızda, şu anda eğer dünya savaşı çıkmaktaysa, biz bunun tam göbeğindeyiz. Birçok görüş bunun henüz tam olgunluğa ulaşmadığını ileri sürüyor, bunun kıvamında fikir birliği yok. Ama şu anda sonuçlanmış gibi olan şey, emperyalizmin tasarladıklarının, özelikle ABD’nin planlarının artık gerçekleşme şansının kalmamış olmasıdır. Ama verdiği zarar korkunç boyutlardadır.
SAVAŞ, BARIŞ VE ÜTOPYA
Savaş ütopyası var mı? Savaşın ütopyası olur mu? Ütopya olarak savaş?
Savaşın “ütopya” (ya da “kara ütopya”) olmaya ihtiyacı yok (nedeni açıklandı, savaş zaten vardır, istenmese de yaşanır, önlenmeye çalışılsa da olmaktadır), ama barış ütopyadır. Ve “ütopyalar güzeldir”12, ütopyalar iyidir, ütopyalar yararlıdır. Ütopyalar boş şeyler değildir, lüzumsuz hayaller değildir, aydın gevezelikleri değildir. Ütopyalar bütün insanlar içindir, insanlık içindir.
Ütopyalar için mücadele edilir. Ütopyalar olmadan yaşanmaz. Ütopyası yoksa insan eksiklidir. Hatta ütopya olmazsa insan olunmaz.
1 Konu bu olunca insan Bertholt Brecht’in “Okuyan Bir İşçinin Soruları” başlıklı şiirini anımsıyor.
“…
Genç İskender Hindistan’ı aldı,
Tek başına mı?
Sezar Galya’ya saldırırken,
Hiç değilse bir aşçısı da mı yoktu?
Ağladı İspanyalı Filip filosu batırılınca,
Başka ağlayan olmadı mı?
II. Friedrich Yedi Yıl savaşlarını kazandı,
Kim kazandı onun dışında?
Her sayfada bir zafer,
Kim düzenledi bu zafer şölenini?
Her on yılda bir büyük adam,
Peki, kimler ödedi bedelini?
Tarih diye okutulan bunca olay,
Bunca soru.”
2 King Vidor’un ABD yapımı (1956) ve Sergey Bondarçuk’un SSCB yapımı (1967) ünlü filmleri.
3 Bu konuda çarpıcı bir örnek Çeşme baskınıdır. 1770 yılında Rus donanması Ege’ye gelmiş ve otuz gemilik Osmanlı donanmasını Çeşme limanında ani bir saldırıyla yok etmişti. Osmanlı yöneticileri, Boğazlardan geçmemiş olan Rus donanmasının Ege’ye nasıl ve nereden geldiğini anlamamışlardı. Büyük coğrafyacılar yetiştirmiş Doğu ve İslam dünyasının uzantısı Osmanlı devletinin eğitim-öğrenim kurumlarında o dönemde coğrafya dersi bulunmuyordu. Bir süredir ders olmaktan çıkarılmıştı!
4 „Uygarlık öncesinde” demememizin bir nedeni var. Hayvanlıktan insanlığa geçiş, uygarlığın başlangıcıdır. Bu yüzden üretim ve ticaretin henüz ortaya çıkmamış olduğu avcılık ve toplayıcılık dönemlerinde de “uygarlık” vardır. Buna “ilkel uygarlık” denmiş, ama uygarlıktan önce de tarih vardı.
5 Bu yazıyı, özellikle de bu bölümü yazmamı kolaylaştıran, Hande Orhon Özdağ’ın geçen ay (Kasım 2015) dagarcikturkiye.com’da “Kavramlarla Politik Dünya: ‘Yeni Savaş’lar ve Savaşın Post Modern Yorumu” başlığıyla yayımlanan önemli ve yararlı yazısıdır. Farkedilmiş ve ilgi gösterilmiş olduğunu umar, bilgilendirdiği ve esin verdiği için kendisine teşekkür ederim.
6 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşında (“93 Harbi”) Alman Krupp üretimi toplarla Mauser üretimi tüfekler iki tarafa da satılmıştı (başka Alman “marka” üretimlerin mermi ve cephaneleri de). Ve savaşın kolaylaşmasında ve çıkmasında Alman kışkırtıcılığı da söz konusuydu.
7 PKK’nın Türkiye’de çok yere döşediği ve her gün patlayan mayınlar, en başta ABD, Almanya, Belçika ve İtalya gibi Batı ülkeleridir. Maliyet teknolojik gelişmeler yüzünden çok düştüğü için mayınlar kolayca alınabilmekte, hatta Batı ülkeleri, aracıları ile mayınları istedikleri kendilerine bağlı örgütlere hibe etmektedir.
8 Bu konuda karşılaştırmalı dönem değerlendirmeleri ve ek bilgi için bkz. Alp Hamuroğlu, “İlk ‘Dünya Savaşı’: Otuz Yıl Savaşları (1618-1648)”, Bilim ve Gelecek, sayı 95, Ocak 2012, s. 60-66.
9 Bu mayınlar 20 yılda 10 binden fazla insanın ölmesine, 20 binden fazla insanın yaralanmasına ve sakat kalmasına yol açmıştı. Bu, “mayın edebiyatı” denebilecek ürünlerle kültür ve edebiyat dünyamıza da yansımıştı.
10 Bugün mayın üretimi yasaklanmış durumda, ancak mayın dünyanın her tarafında gene üretiliyor (keşke yasaklanmasaydı diyesi geliyor insanın)! Gelişen teknoloji nedeniyle üretilme kolaylaştığı gibi üretim maliyetleri de düştü, bu yüzden mayın üretiminde büyük bir artış ve önemli bir yaygınlaşma oldu. Üretimi, dolaşımı ve stoklanması kontroldan çıkmış gibi görünmesine rağmen stratejik bir ürün olarak, üretimi, pazarlanması, satışı gene Batının tekelinde. Küçük yatırımlarla küçük atölyelerde bile üretilebildiği halde Batının ilgisi ve bilgisi olmadan üretilmiyor, stoklanmıyor ve bir yerden bir yere gitmiyor. Ayrıca, eskiden beri mayın üretimi yapan Batılı ülkeler üretmiyor görünüyorlar, fakat resmi olmayarak “pazar”daki paylarını koruyorlar.
11 „Yap-işlet-devret“ sistemine göre hazırlanan yönetmelikle mayınların temizlenmesi ile ilgili ihale, Temmuz 2009’da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Muhalefe partilerin ipital başvurusu hükümetinin tepkisini çekmiş, yürütme, Anayasa Mahkemesi’nin kararına rağmen, ihalenin İsrail tarafından üstlenilmesinin önlenmesi demek olan karara rağmen, ihaleyi uygulamaya çalışmış ama başaramamıştı.
2 Haziran 2011’de kesinleşen yürütmeyi durdurma kararı için bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/03/20130328-5.htm.
12 Ferhan Şensoy‘dan.
Barış ütopya mıdır? Bu soru aslında barışın ne olduğunu da açıklamaktadır. Barış, oldukça uzakta, gidilemez bir adadır, yolu yoktur. Bu yüzden barış ütopyadır. Çünkü “barış”, tek hücrelinin insanlaşmasından, insanın uygarlaşmasından sonra, tek bir gücün karşı çıkılmaz, sarsılmaz ve değişmez iktidarında söz konusu olabilir. Öyle bir egemen, aslında, “savaş yasaktır” demektedir (siz bunu, “bana karşı çıkmak yasaktır” şeklinde okumalısınız)! Pax Romana, Roma İmparatorluğu, çözülemez sorunlar içine girdiği, güç kaybettiği ve hükmedemez olduğu zamana kadar sürdü. O dönemden sonra da “barış bitti”! Bu gerçeğin günümüze uyarlanması nasıl olacak peki? Bugün karşı çıkılmaz, sarsılmaz ve değişmeyecek gibi olan bir dünya iktidarı, böyle bir iktidara sahip bir dünya egemeni olmadığından “barış” zaten yoktur ve olamaz.
“İnsanlık tarihi”nde savaş hiç eksik olmadığı için “barış” hayatın gerçeğine de uymamaktadır. “Ebedi barış”sa, günümüz barışı olamadığından aklımıza bile gelmez. Bu nedenle “öbür dünya”ya havale edilmiştir.
“Tarih” olan (daha doğrusu “tarih” sayılan) geçmişte barış var mıydı? Vardı tabii, ama öğrenimdeki tarih kitaplarının savaşlar derlemesi gibi, savaşların zaman dizini gibi bir izlenim bırakması nedendir? Çünkü çoğunlukla “tarih”, “meydan savaşları tarihi”dir! Bu meydan savaşlarının “sahipleri” ve “kahramanları” da krallar, hükümdarlar, şahlar, padişahlardır.