Gıda Emperyalizmine Karşı Bir Yalnız Savaşçı

“Petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin.”

Henry Kissinger

Emperyalizm boş durmaz! Yeryüzünde aklınıza gelebilecek her varlık, nesne ya da ürün emperyalizmin savaş aygıtına dönüşebilir. Henry Kissinger’ın yukarıdaki sözleri ancak bu bağlamda değerlendirilirse anlaşılabilir.

«Zeytinyağlı yiyemem aman,

Basma da fistan giyemem aman!

Yukarıdaki sözler ise değerli halk müziği sanatçısı ve derlemeci Muzaffer Sarısözen imzalı bir türküden alınma. Pek çoğunuz anımsayacaktır bu sözlere can veren ezgiyi!

Kendini küçümseme ve sahip olduğu değerleri beğenmeme halinin izlerini sürmek olasıdır bu sözlerde. Sonsuz ağacının meyvesi olan zeytinin yağı neden yenilemesin ki! İnsanın zeytinyağını küçümsemesi için ya bilgisiz ya da aklının başından alınmış olması gerekir. Türkünün derlendiği yıllarda Türkiye’nin «Batılılaşmaktan” vazgeçip hızla «Batıcılaştığını” anımsarsak bu akıl almaz değişimin şifresini biraz olsun çözmüş oluruz.

Biraz da türkünün sözlerine konu olan kendisinin olmayana hayranlıktan sonra, vazgeçmek istediklerimizin yerine gelenlere bakmakta yarar var!

Benim kuşağım (78 kuşağı) çok iyi anımsayacaktır! İlkokul yıllarımızda sabahları beslenme saatimiz olurdu. Her gün bir öğrenci evde yapılan unlu besini okula getirmekle yükümlüydü. Sınıfa yetecek miktarda yapılmış olan unlu besinler tüm öğrencilere dağıtılırdı. Bu amaçla bir gün önceden okulda bulunan yağ ve undan yeterince miktar görevli öğrenciye teslim edilirdi. Türk-Amerikan dostluğunun simgelerini taşıyan un ve yağ ambalajları bugün gibi gözümün önündedir. Un ve yağ olduğuna göre onları yenilebilir hale dönüştürme görevi de annelerimize düşerdi. O un ve yağlardan aklımda kalan bir başka şey tiksinti veren kokusu ve tadıdır. Olasılıkla üretim fazlası ve son kullanma tarihi de geçmiş ürünlerdi. Yine beslenme saatinde Amerikan kaynaklı süttozundan yapılma süt görünümlü beyaz bir sıvı dağıtılırdı öğrencilere. Bütün bunlar, besin üretimi konusunda kendi kendisine yettiği iddiasında olan Türkiye’de yaşanmaktaydı. Oysa beslenme bahane, gıda emperyalizmi şahaneydi! Bir taşla bir kaç kuş vurmuş oluyordu böylelikle dostumuz(!) Amerika! Bir yandan bedava besinle gönülleri kazanırken, diğer yandan da gereksinim fazlası ürünleri sokuşturmuş oluyordu bir dost(!) ve bağlaşık ülkeye. Yetinmeyip besin yoluyla bağlaşık ülkenin insanlarını denetim altına almakta ve kötü beslenmelerini sağlayarak zihinsel gelişimlerini sınırlamış olmaktaydı.

Basma fistanı giyesi gelmeyen kadınlarımızın Amerikan bezine razı olması ve süreç içinde naylonla tanışması da facianın bir başka boyutunu oluşturmuştu. Günümüzde pamuk üretimiyle tanınmış olan Türkiye’nin bu alandaki becerisini de geometrik bir biçimde yitirdiğini, pamuk gibi bir endüstriyel ürünün üretiminden de vazgeçtiğini eklemekle yetinelim!

Sözünü ettiğim olayların yaşandığı dönemde bir mısırözü yağı ve onu izleyerek de ayçiçeği yağı patlaması yaşandığını anımsayabiliriz. Komünizm korkusuyla batının kanatları altına alınan, hazır askere dönüştürülen Türkiye’nin, halkı da gıda yoluyla denetim altında tutulmuş oluyordu böylelikle. Üstelik bizlerin bu yeni paradigmaya alıştırılması için kendi müziğimizden yararlanılıyordu. Bir yandan düşünemeyen, yaratamayan, özgün olamayan bir insan topluluğu diğer yanda kapıkulu göreviyle yüklenmiş bir ülke! Tüm bunları rastlantı saymak için fazlaca iyimser olmak gerek!

Yazık ki başarılı olundu! Türkiye’de, ısrarlı girişimler sonucunda tarımsal üretim yerle bir edilebilmiştir. Kendi kendine yetebilmek şöyle dursun; bitki tohumu ve damızlık hayvan bakımından da dışa bağımlı bir sözde tarım ülkesi vardır artık sahnede; adı Türkiye olan!

Ne yazık ki, tüm bu gelişmeler sessizliğini bir türlü bozamayan bir Türk akademiyasının şaşkın bakışları eşliğinde gerçekleşmiştir. Kırk ya da 50 yıl önceki sessizlik bir ölçüde anlaşılabilir belki! Ama her şeyin tüm açıklığıyla ortada olduğu günümüzdeki sessizlik açıklanabilir türden olmasa gerektir.

Bu acıklı oyun ilk sahnelendiği yıllarda bile sessiz durmayan, tersine sesini yükselterek bilimci namusunun ve vatanseverliğinin gereğini yerine getiren Osman Nuri Koçtürk’ü anımsamanın tam da sırasıdır!

Bundan yaklaşık yarım yüzyıl önce Gıda Emperyalizmi’ni fark eden, neredeyse akademik yaşamını bu tehlikeye karşı çıkmaya adayan Osman Nuri Koçtürk çok değerli ve parlak başka pek çok değer gibi yalnızları oynamıştır. Örneğin, onun beslenmeye dikkat çekişinin üzerinden geçen bunca zamandan sonra henüz tıp fakültelerimizde beslenme dersi okutulmaya başlanmamıştır.

Osman Nuri Koçtürk insan ve hayvan sağlığı ile tarım ve hayvancılık bütünleşmeli düşüncesindedir. Çünkü, biri diğeri ile etkileşim içindeki bu alanların tek başlarına ele alınmaları istenen sonuca erişilmesinin önünde engeldir. Bütünleşmeyi TEK SAĞLIK kavramıyla açıklayan Osman Nuri Koçtürk bir veteriner hekim olarak denilebilir ki; yaşamı boyunca bu anlayışın yerleşikleşmesi çabası içinde olmuştur.

Amerikan kökenli ve üretim fazlası süttozuna karşı ayran, kefir, yoğurt ve sütü desteklemesi bundandır!

Zeytincilik ve zeytinyağının geliştirilmesi dururken margarine, soya yağına ve başka dış kaynaklı yağlara karşı verdiği savaş da TEK SAĞLIK anlayışının doğal gereğidir.

Yerli türler yerine ışınlanmış yabancı buğday tohumlarına karşı verdiği savaş gıda egemenliğine verdiği önemin kanıtı sayılmalıdır.

Bir yandan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı öğretim üyeliği yaparken diğer yandan da Et Balık Kurumu için emek harcaması halkın ete ve dolayısı ile proteine erişmesi gereğini önemsemiş olmasının göstergesidir.

Toplumcu kişiliği ve dünya görüşü tüm bu çabalarına halkın sağlıklı ve nitelikli besine erişme sorunsalında sosyo-ekonomik nedenleri göz ardı etmeme zorunluluğu içinde olmuş; bu alanda da düşünmeyi ve üretmeyi görev bilmesini gerektirmiştir.

Gelişmiş bir ülke ve toplum yaratmanın nitelikli ve protein değeri yüksek bir beslenmeyle söz konusu olabileceğini bundan 40 yıl önce düşünebilen ve bu doğrultuda eylemlilik içinde olan Osman Nuri KOÇTÜRK’ü saygıyla anmak yetmez!

Hedeflerinin canlandırılması ve bu hedeflere yürüyüşün yeniden başlatılması kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Bu çarpıcı gerçek yaşasaydı da yalnızları oynamayı sürdüreceğinin güncel belgesi gibi durmaktadır karşımızda! Bu konuyla ilgilenenlerin günümüzde de az oluşu bu düşüncemizin önde gelen dayanağıdır.

Hiç kuşkusuz açlık çok önemli bir beslenememe sorunudur. Her ne kadar gereği yerine getirilemese de önemi bir şekilde fark edilmiştir.

Ama, günümüzde baş döndürücü bir hızla ilerlemekte olan tıp ortamında tüm hastalıkların yarısından fazlasından sorumlu olan kötü beslenmenin öneminin anlaşıldığını söylemek ise ne yazık ki son derece zordur.

OSMAN NURİ KOÇTÜRK KİMDİR?

Osman Nuri Koçtürk 25 Haziran 1918 İzmir Karşıyaka doğumludur. Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’ni 1942’de bitirdi. 1945’te Askeri Veteriner Akademisi’ne girdi. 1949’da Milli Savunma Bakanlığı tarafından Ordu Beslenmesi’yle ilgili incelemeler yapması için ABD’ye gönderildi. 1953’te yurda döndü ve izlenimlerini raporlaştırarak ilgililere sundu.

1955’te Ankara Üniversitesi’nden PhD derecesi aldı. 1956’da Biyokimya öğretim üyeliğinin yanı sıra Et Balık Kurumu’nda görev aldı.

1961’de doçent unvanı aldı.

1972’de öğretim üyeliğinden emekli oldu.

Bu tarihten sonra işçi sendikaları ve kooperatiflerde teknik danışmanlık yaptı.

«Gıda Emperyalizmi”, «Açlık Korkusu” ve «Sessiz Savaş” pek çok kitabından en bilinen bir kaçıdır.

Onu en iyi yine kendi sözleri anlatacaktır!

‘Günümüzde (soğuk savaş) bir toplumu uysallaştırmak, yönetmek, entelektüel kapasitesini azaltmak, az düşünen bireylerden oluşan bir toplum yaratmak için top ve tüfek gerekli değildir bunu beslenme politakalarını ele geçirerek sulh içinde ve minnet duyguları ile başarabilirsiniz. Amerikan emperyalizminin yaptığı budur.’ Osman Nuri Koçtürk

Gıda emperyalizmine karşı sürdürdüğü yoğun yaşamını 4 Nisan 1994’te noktaladı.

Not : Osman Nuri KOÇTÜRK’le ilgili bilgi paylaşımı için yeğeni Prof Dr Semra KOÇTÜRK’e teşekkürü borç bilirim.

Bunları da sevebilirsiniz