1918’den Bugüne…
Bugünü irdelemek için geçmişi bilmek gerek! Bu, geleceği kurmak ve öngörmek için de gerekli!
30 Ekim 1918 : Mondros Silah Bırakışması imzalanmış! I. Dünya Savaşı’nın yenik ve yorgun Osmanlısı ordusuzlaştırılmaya ve daha da kötüsü onursuzlaştırılmaya çalışılıyor. Saltanat sahibinin bundan zerrece rahatsız olduğunu söylemek için tek belirti yok! Tahtı kurtarıp, İstanbul’da keyif çatmayı sürdürmeyi biricik kazanç sayıyor!
13 Kasım 1918 : Mustafa Kemal İstanbul’a ayak basar basmaz boğazda demirlemiş işgalci zırhlılarına bakıp ünlü sözünü söyler.
“Geldikleri gibi giderler!”
Çok bilinmeyen bir başka gelişme 1918’in sona ermeden gerçekleşiyor!
30 Aralık 1918 : Kürt Teali (Yükseltme) Cemiyeti kuruluyor. Batan imparatorluğun topraklarına talip bir başka güç oluşturmanın ilk adımıdır. Olabildiğince çok talipli yaratmak yayılmacının önde gelen uygulaması. Ne kadar çok bölersen, ne kadar çok ayrıştırırsan o kadar kazançlı çıkarsın! Böldüğün, parçaladığın güç belini o denli zor doğrultur!
19 Mayıs 1919’a dek İstanbul’da 6 ay geçiren Mustafa Kemal bu dönemde yorgunluk atmak, İstanbul’da gününü gün etmek yerine Kurtuluş’u kurgular. Olasılıkları, seçenekleri irdeler! Tüm çareleri tüketince Samsun’a yönelir!
Bugün Türkiye’de yaşananları tarihsel köklerinden kopartarak izleyip, değerlendirmeye kalkışmak önde gelen hatadır!
Böyle bir durumda demokrasi ve düşünce özgürlüğü çıkmazına sürüklenmeniz kaçınılmazdır!
Bini aşkın akademisyenin yayımladığı
“Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı bildirgeyi yakın geçmişin gerçeklerinden kopartarak değerlendirmek Türkiye’nin bugün gereksinim duyduğu eylem değildir.
Düşünce özgürlüğü denilen kutsal tartışılmaz mıdır? Başı sonu belirsiz midir? Bu bağlamda herkes her şeyi söylemekle düşünce özgürlüğünün gereğini mi yerine getirmiş olmaktadır?
Yoksa?
Bu kutsanmış zırhın ardına saklanıp yüz yıl önce yapılmışları yinelemekte olduklarının farkında mıdır acaba akademisyenler? Alabildiğine tartışılacak ama sonuca varılamayacak bir batağa girmenin hiç gereği yoktur!
Bugün aydın yaftalı, akademisyen unvanlı, okur-yazar oldukları kesin ama bilgili-bilinçli oldukları kuşkulu sayısız insanın ortaya koydukları tarihle birlikte irdelenmelidir! Böylelikle gerçeğe erişme fırsatı yakalanacağı gibi tarihi yapanlara da saygı duyma görevi yerine getirilmiş olacaktır!
Akademisyenlerin sözde barış ama özde mandacılık/bölücülük içerikli bildirgesini yargıyla, sövgüyle hedeflemek içeriği ve zamanlaması son derece sorunlu bu belgeye can suyu vermek anlamına gelir!
Tarih babanın yüce huzuruna çıkartılır da orada yargılanırlarsa eğer; bildirgeyi tasarlayanların, kaleme alanların şu ya da bu şekilde imza koyanların insan içine çıkacak yüzleri kalmaz!
Bu gibi mandacı, işbirlikçi girişimlere hak etmedikleri tepkilerle değil hak ettikleri biçemle karşılık verilmeli!
Akademisyenlerin yaşadıkları ülkenin temellerine dinamit koymak gibi bir hakları yoktur! Bu kabul edilemez eylemlerini
“düşünce özgürlüğü” kılıfına soksalar da!
Bu örnekten de anlaşılacağı gibi emperyalizm hemen her dönemde kendi hedeflerine erişmede kullanabileceği kişi ve kurum bulmakta zorlanmamaktadır!