Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesinin, parlamenter sistemle uyuşmayacağı başından beri belliydi. Buna zamanında uyarılar ve itirazlar yapıldı. Yeterli olmadı. RTE’nin ihtirasları dizginlenemedi. Şimdi görünen çıplak gerçeklik şu: Eğer muhalefetin ortak adayı seçilirse, parlamenter sistem korunmuş olacak. Belki Gül-Erdoğan uyumu kadar bir uyum beklenmeyebilir. Ama bu ülkede Sezer-Erdoğan dönemi de yaşandı ve Anayasa dışına çıkışları dizginlemek gibi demokrasi açısından hayırhah sonuçları oldu.
İkinci durum RTE’nin seçimi kazanmasıdır. Burada da iki olasılık var. Birincide RTE’nin eski partisi üzerindeki tahakkümü genel seçimlerden sonra (sonuç ne olursa olsun) zayıflar, mutemet başbakan formülü akamete uğrar ve hiyerarşinin tepesinde çatışmalı ama yasama/yürütme esaslı bir dengeye dönüşü içeren bir yapı kurulur. İkinci olasılıkta ise RTE, AKP parti mekanizmasını tamamen denetiminde tutar, yetkilerini Anayasanın 104. Maddesinin son fıkrasına göre yasalar yoluyla genişletmeye gider ve eğer genel seçimleri de kazanabilirse Anayasada başkanlık rejimine gidecek yolları zorlar. Bu ikinci olasılık bir kâbus senaryosudur ve Türkiye’yi sadece melez bir başkanlık sistemine götürmekle kalmaz, din eksenli bir otokratik yapının kurulmasını içerir. Otokrasi, demokrasinin zıddıdır ve bunun adı Türkiye’de, Batı tarzı laik bir faşizmden ziyade Ortadoğu tarzı bir teokratik faşizm olacaktır.
Şimdi, böyle bir durumda, muhalefetin ortak adayının seçilmesi kritik bir önem taşımaktadır ve bu nedenle de ortak adayın hâlâ içerden tartışılması artık tamamen anlamsızdır. Dünya görüşümüze uygun aday varlığı-yokluğu tartışması kimseyi sandıktan uzak tutmamalıdır. Bugün bunun yeri değildir. Gelecekte tartışılmasına da bir engel yok. Bugün meseleye şöyle bakmayı da tercih edebiliriz: Eğer eski düzende parlamento içinden Cumhurbaşkanı seçimi yapılıyor olsaydı, RTE’den başkası çıkar mıydı? Diğer partilerin ilk turlarda simgesel adayları olabilirdi ama sonuç değişmezdi.
Bu seçime de her partinin kendi adayını çıkarmasıyla gidilebilir oyların ikinci turda uygun aday üzerinde birleşmesine oynanabilirdi kuşkusuz. Ama çok parçalı aday yapısında seçimin ikinci tura kalması bile epey uzak bir olasılık olurdu. Kaldı ki, kalsaydı bile, iki turlu seçim pratiğini Cumhuriyetçi damarı kuvvetli bir eksende sürdüren Fransa benzeri bir oy kaymasını CHP ile MHP arasında sağlamak o kadar kolay olmazdı.
Peki, aday belirlenmeden önce kamuoyunun «ortak aday çıkarın” baskısını iki önemli muhalefet partisinin yok sayması mümkün olabilir miydi? Yok sayılsaydı, o zaman «ortak aday çıkarılsaydı bu seçimler alınabilirdi” eleştirileri öne çıkmayacak mıydı?
Sonuçta tarihsel bir uzlaşma yapılmıştır. Her uzlaşma bir seçiştir. Seçişi mükemmel bulmayabiliriz; ama unutmayalım, mükemmeli ararken iyiden de yoksun kalınabilirdi. Şimdiki mesele, Tayyip diktasına geçit verilip verilmeyeceğidir. Şimdi ortak aday çıkaran partilere düşen görev, ilan ettikleri aday için bir çalışma seferberliği başlatmaktır. Çünkü:
Bir, RTE’nin bugüne kadarki icraatı, onun nereye yöneldiğini gözümüze sokacak kadar açıktır. Bu, diktayla karışık bir talan düzenidir. Kimsenin can ve mal güvenliğinin olmadığı, ifade özgürlüğünün ve özel yaşam mahremiyetinin güvencede olamayacağı, vergimizin hesabının sorulamayacağı, toplumsal hak ve varlıkların, doğal ve kentsel varlıkların korunamayacağı bir düzeni vaat ediyor RTE kafası. Kentsel dönüşümün yasal düzenlemelerine ve ucu görünen talan uygulamalarına bakmak bile yeterli.
İki, RTE, dört bakanıyla birlikte Başbakanlıktan istifa etmiş olması gereken bir sima. Oysa orada kalıp delil karartmakla meşgul. Cumhurbaşkanlığına aday olma meşruiyetine sahip değil. Oluyorsa, bunun nedenini toplumsal ve yargısal denetimin iflas etmesinde aramalı. «Az Gelişmiş Demokrasi”nin yapı taşlarının güçsüzlüğünde aramalı. Fezlekeleri bile Meclis’ten kaçıran bir anlayış Cumhurbaşkanlığına taşınır mı? Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu’nun temsil ettiği dürüstlük ve siyasi etik, dikkate alınmayacak kadar sıradanlaşıp ucuzladı mı günümüz Türkiye’sinde? RTE’nin bu değerlerin tam aksi kutbuna yerleşiyor olması bu kadar önemsiz ve tâli mi?
Üç, Türkiye’yi Ortadoğu’nun mezhep ve etnisite kavgaları batağına saplayan ve kendi mezhepçi anlayışıyla daha da büyük maceralara sürüklemekten çekinmeyeceğini gösteren birini siyasetin tepesinde tutup tutmamak arasında kayıtsız kalınabilir mi?
Gün, sorumluluk günüdür. Herkes görev başına, herkes sandık başına!