AKP’nin Simetriğini Yaratmak

Türkiye siyasetini biçimlendirmeye heveslenen iç ve dış çevreler, 1980 darbesinden itibaren birbirinin simetriği iki büyük partili bir siyasal sistem oluşturmaya çalıştılar. Türkiye siyasetinin çok parçalı yapısı buna izin vermedi. 2002-2007 döneminin iki partili Meclis yapısı da kalıcı olamadı.

Bununla birlikte, bu niyetlerden büsbütün vazgeçilmiş de değil. Sadece Anayasa uzlaşma komisyonuna iktidarca önerilen başkanlık sistemi tartışmasıyla da ısıtılmıyor. Daha önemlisi, sayıca değilse bile ideolojik yakınlaşmalar üzerinden bu defa sağda ve solda birbirinin simetrik ikizleri ve artı bir (yani ulusal ölçeğe çıkartılmış Kürt partisi) üzerinden üçlü bir sisteme geçişin siyasi mimarisi denenmek isteniyor. (Bu mimari tasarımda milliyetçi sağın AKP ve CHP içinde eritilmesi tasavvurları öteden beri var; daraltılmış bölge sistemiyle yeniden denenecek görünüyor).

Bir ilk yaklaşım olarak, ideolojik yakınlaşmaların birinci ayağı, dinci-gerici siyaset çizgisine düşük profilden muhalefet olarak tanımlanabilir mi? Buna bağlı olarak, AKP’yi oluşturan koalisyonun başta cemaat olmak üzere bazı parçalarıyla ittifak, hatta AKP’nin Erdoğan dışı unsurlarıyla siyasal işbirlikleri «yüksek siyaset”in iç ve dış koridorlarında konuşulmuyor olabilir mi?

Siyaset alanında «uyumlu simetri” yaratmanın ikinci ayağı, CHP’yi içten bir kez daha dönüştürmek olarak sahneye konulabilir mi? Bunun ilk sahnelenmesi, 2004 Yerel Seçimleri sonuçları henüz alınmadan Kemal Derviş çevresinin giriştiği hazırlıklardı. Ama siyasette tabana dayanmadan sonuç alınmayacağı çabuk anlaşıldı. Bu, CHP’nin liberalleştirilmesini kuşkusuz önlemedi, ama frenledi. Önlemedi, çünkü saldırıdan alınan «dersler” sonucu, ekonomik sisteme esastan muhalif bir çizginin Partide uç vermesine izin verilmedi. Ne o zaman, ne de sonrasında.

2005 Kurultayı’nda, tabandan oldukça önemli destek almasına rağmen, Sarıgül hareketi de Partiyi ele geçiremedi. Peki bundan sonrası için? Türkiye’de hiçbir sistem-içi parti lumpen siyasetlere karşı bağışıklık taşımamaktadır. Bu tür siyasetlerin dıştan (illa ülke dışından değil) güdümlü olmaya yatkınlıkları temel özelliklerindendir.

Üçüncü ayakta, dinci otokratik rejim inşa ettiğini saklama gereği bile duymayan bir iktidar partisiyle demokratik anayasa yapma girişimi duruyor. Bu girişim, muhalefet partilerine iç ve dış dünyada daha kolay savunulabilir bir pozisyon verebilir (ne kadar demokratik partiler ki baskıcı bir iktidarı bile demokrasiye çekmeye çalışıyorlar, demokrasi minderinden kaçmıyorlar veya «demokrasi bezirganlığı” yapan iktidarın foyasını ortaya çıkarıyorlar). Ama iktidar partisinin kazançları daha fazladır: Otokratik bir iktidar, «demokratik” bir anayasa yapma görüntüsü üzerinden meşruiyet kazanmaktadır ki bu paha biçilmez bir kazançtır. Tamam, Gezi direnişleri ve diğer direnişlere karşı uyguladığı zorbalıklar bu nedenle unutuluyor olamaz; ama tam da bu nedenle iktidarın bu kötü imajını düzeltici görüntülere ihtiyacı büyümekte.

Dördüncü ayakta, solu, liberalleri, Alevileri, bazı İslamcıları Kürt siyasi hareketinin kanatları altında toplayarak, bölgesel parti konumundan çıkamayan BDP’yi ulusal bir düzleme taşıma projesi var. Bu aslında sola yeni bir saldırı niteliğinde. Solu, anti-emperyalist, bağımsızlıkçı niteliklerinden kopararak, yani küresel sistem adına ehlileştirerek sistemin emrinde tutmak. Buna, Çin füzeleri muhabbeti dolayısıyla ana muhalefet partisinden bazı seslerin NATO severliği eklenebilir mi? Bu, tersinden okunduğunda, dış güçlerin taşeronu bir parti hüviyetindeki AKP’ye «bağımsızcılık” yaftasının yapıştırılması üzerinden yeni bir meşruiyet taşınması anlamına da gelmiyor mu?

***

Emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde, cumhuriyetin kurucu partisinden başlayarak tüm sol siyasetin vazgeçemeyeceği en temel özellik, tam bağımsızlıkçı karakterdir. Bunun ötesindeki her siyasi programın başlangıç noktası burasıdır ve o noktadan gerisi tartışma dışıdır.

Bunları da sevebilirsiniz