Kamusal Alan, Markalaşma ve Trump

Şu sıralar Amerikan gündemini en çok meşgul eden konulardan biri Trump’ın bir dönem daha başkan olup olamayacağı. Konu, elbette çetrefilli. Öncelikle, Trump’ın görevden azledilmesi konusunun kesin karara bağlanması lazım. Daha sonra, olası karşı adaylar veya Cumhuriyetçiler içerisinden Trump’a alternatif adayların belirlenmesi derken, konu henüz spekülasyona açık. Seçimlerin yapılacağı Kasım ayına daha çok varken, Trump’la ilgili hayli önemli bir konudan ve bu konu hakkında yazılmış epey popüler bir kitaptan bahsetmek istiyorum: Naomi Klein’in No is Not Enough adlı eseri. 2017’de yayımlanan eser, Trump’ın servetine nasıl kavuştuğunu ve Beyaz Saray’a giden yolculuğunu anlatıyor. Rakibinden daha az oy aldığı ve bir sürü skandal ile uğraştığı halde, Trump’ın nasıl seçim kazanabildiğini açıklamaya çalışıyor. Kitabın argümanlarına ve tahminlerine geçmeden genel birkaç yorum ve bilgi yerinde olacak.

 

Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesini ABD ve bazı gelişmiş ülkelerin medyaları Türk medyasından çok daha farklı karşıladılar. Amerikan medyasında, özellikle de Demokrat kanatta, bir panik havası hakimdi. Trump’ın zaferi, Amerikan demokrasi geleneğine tamamen ters, eşi benzeri olmayan bir siyasi sapma gibi tasvir ediliyordu. Sonuçta; demokratik, serbest ve adil seçimler varken ülkede, nasıl olur da skandalı eksik olmayan, daha önce hiçbir makama seçilmemiş bir aday Beyaz Saray’a oturabilirdi ki? Bu elbette hikâyenin ABD’den görülen kısmı. Ama mesela, seçimlerden çok kısa bir süre önce Brexit referandumunu deneyimlemiş olan Birleşik Krallık, benzeri bir durumu yaşamıştı ve dolayısıyla Trump’ın zaferine bu kadar şaşırmamıştı: Mevcut hükûmetin açıkça karşısında durduğu, medyanın genelinin desteklemediği, entelijansiyanın en azından ciddi bir kısmının yana yakıla karşı durduğu bir seçenek, kitleler tarafından tercih edilmişti. Britanya’nın tecrübesi de elbette bir hayli yeni. Dahası, dünyanın geri kalan bölgelerinin çoğunda yaşayanlar için, seçimlerden beklenenin çıkmaması neredeyse klişeleşmiş bir durum. Naomi Klein’ın kitabı da tam olarak burada devreye giriyor. Bizim Amerika’ya dışarıdan bakarak söylediğimiz, “orta sınıfın isyanı”, “kurulu düzene duyulan öfke” gibi açıklamaları, Amerikan değerleriyle ifade ediyor Klein. Bazı argümanlarına yer vermek isterim. ABD içerisinden bir anlatım hayli önemli çünkü yukarıda bahsettiğim gibi pek çok siyaset bilimci, gazeteci ve yorumcu Trump’ın seçilmesini, ABD politikasının hızlı değişimini ya da Trump’ın popülaritesini ABD’nin dışında arıyor. Kimi seçimlere hile karıştığını söylüyor, kimi Rus müdahalesinden bahsediyor, kimi de bunu ABD seçmenini cahillikle suçlayarak açıklamaya çalışıyor. Buna karşılık Klein, daha tarihsel bir açıklama ve yapısal bir değerlendirme sunuyor.

 

Klein’in ileri sürdüğü temel argüman, Donald Trump’ın bir istisna ya da sapma değil, tam tersine son 20-30 yılın sosyo-ekonomik politikalarının mantıksal sonucu olduğu. Diğer bir deyişle, bu seçim Klein’in istediği gibi olmasa da beklediği gibi sonuçlanmış. Klein, ABD’yi bu sürece götüren birkaç temel etmen sayıyor. Bunlardan en önemlisi markaların ve markalaşmanın bireysel ve toplumsal yaşamın her yerine yayılması. Hatta Klein’a soracak olursanız, Trump, tasarımı mükemmel biçimde yapılmış, giderek yaygınlığını ve “pazar” dilimini artıran, müthiş bir marka. Klein’ın iddiası o ki, Donald Trump için ABD Başkanı seçilmiş olmak markası için bir değer katmaktan öte bir şey değil. Başkan kaldığı her saniye şirketler grubu, kendisi ve ailesi biraz daha zenginleşiyor. Buna imkân veren şey de son 30 yılın hız kesmeyen markalaşma eğilimi ve kamusal alanın yavaşça yok oluyor oluşu. Bir tarafta daralan kamusal alan ve her şeyin markalaşması, bir tarafta da bu markalaşmanın neredeyse temsili yüzü sayılabilecek Donald Trump. Kamusal alanın ABD’deki en kuvvetli merkezlerinden Beyaz Saray’da, markalaşmanın ustasının oturması, Klein için tek bir şey demek: Kamusal alana son öldürücü darbenin vurulması. Elbette, kitabın ilerleyen noktalarında Klein, durumun tamamen umutsuz olmadığını, bu noktadan sonra da bir çıkış yolu olduğunu savunuyor. Fakat ben bu çıkış yollarından daha çok Klein’ın analizine yoğunlaşmak istiyorum.

 

İkinci önemli etmen ise toplumsal algıların değişmesi. Klein, daha önce, “Şok Doktrini” diye adlandırılabilecek görüşüyle gündeme gelmişti. Klein’in iddiasına göre, toplum içerisinde çok büyük şoklar, felaketler genellikle bir ajanda için kullanılıyor. Zira, bireyler ne yapacaklarını bilemediği hatta ne istediklerini dahi bilemedikleri felaket ve belirsizlik durumlarında değişime daha yatkın oluyor. Bu da istenen değişimlerin daha hızlı ve daha az direnişle yapılabilmesine imkan tanıyor. Yazar bu doktrini Trump’ın seçim zaferini açıklamak için de kullanıyor. Yani Trump köklü Amerikan geleneğinden bir kopuşu temsil etmiyor, aksine markalaşma ve neoliberalleşme politikalarının şu ana kadar geldiği son noktayı taçlandırıyor. Elbette bu görüşün de abartıya kaçtığı ve bana kalırsa desteksiz iddialarda bulunduğu noktalar var, ancak Klein’ın hakkını teslim etmek lazım: ABD’de hemen hemen herkesin Trump’ın gelişini neredeyse kıyamet senaryosu gibi sunduğu bir dönemde yazar, ABD’deki mevcut sistemin Trump’ı nasıl yaratmış olabileceğini anlatıyor. Kısacası, gerçekçi bir açıklama getiriyor.

 

Kamusal alanın küçülmesinin ve markaların bu küçülen alan yerine insanların ihtiyaçlarını giderebilecekleri bir sürü imkan sunmasının geldiği son nokta, ülke düzeyinde siyasetin de bir marka yarışına dönüşmesi. Klein, seçime uzanan süreçte, Trump ve Clinton arasındaki tartışmaların Amerikan Güreşi müsabakalarına dönüştüğünden yakınıyor. İkisinin arasındaki tartışmaların bir kısmının şovdan ve danışıklı dövüşten ibaret olduğu aslında herkesçe biliniyor olsa da bu kimseyi eğlenmekten ya da siyasi olarak tatmin olmaktan alıkoymuyor. Buna ek olarak, Trump bildiğiniz üzere, bu tür eğlenceler konusunda bir hayli deneyimli. Yıllar boyu ekranlarda The Apprentice [Çırak] isimli televizyon programının sunucusuydu ve ayrıca canlı yayında Amerikan Güreşi yapmışlığı da var. Öyleyse, ABD’de seçimler en sonunda medya gücü ve kitleleri eğlendirme/etkileme kapasitesine bağlıysa, bu konuda yılların deneyimine sahip Trump’ın mücadeleyi kazanmasından daha doğal ne olabilir ki?

 

Klein’a göre Trump’ın argümanı bir hayli kuvvetliydi. Mitinglerde, kitlelere haklı olarak şunu soruyordu: Madem kamusal yönetim artık tıpkı şirketler gibi bir özel yönetim meselesi, benden iyisini mi bulacaksınız? Bu argüman, ABD’deki bireysel başarıya sonsuz saygı duyma huyuyla birleşince ortaya muazzam bir seçmen tabanı ortaya çıktı. Klein bunu bir markalaşma olarak yorumluyor. Hatta Trump’a “Süpermarka” demekten de çekinmiyor. Bu noktada markalar konusunda uzman sayılabilecek bir isim olarak Klein, Starbucks veya benzeri yerlerin markalaşma sürecindeki bazı taktiklerle, Trump’ın uygulamalarını bağdaştırıyor. Örneğin, Starbucks markalaşma sürecinde sadece bir kahveci olma iddiasını taşımıyor, aynı zamanda iş ve ev arasında bir “üçüncü mekan” olma iddiası taşıyor. Yani, müşterisi oraya sadece bir bardak kahve satın almaya değil, doğrudan doğruya bir topluluğun, bir kültürün parçası olmaya gidiyor, işi ve evi dışında bir mekanda olma şansı yakalıyor. Kamusal alanların küçüldüğünden zaten bahsetmiştik. Kamusal olanın artık karşılayamadığı bir ihtiyacı, bir marka karşılayabiliyor. Trump markası için de aynısı geçerli diyor Klein. Hem siyasi bir yapılanmaya ait olmayı hem de o siyasi yapılanmanın başına çağa uygun birilerini geçirme ihtiyacı karşılanmış oluyor seçmen için. Çünkü Trump şirketler zinciri o kadar fazla şeyi markası bünyesinde barındırıyor ki sadece bunlar çerçevesinde belirli bir hayat sürmek mümkün. Klein’ın anlattığı örnekler hem çok benzer hem de çarpıcı: Donald Trump hem siyasi lideriniz olsun hem de onun adını taşıyan bir binada yaşayın. Kısacası, Trump markası size pek çok şey sunarken siz de eksikliğini çektiğiniz kamusal alan ihtiyacınızı karşılayabilin. En azından Klein, taktiğin ana hatlarının bu olduğu iddiasında.

 

Özetleyecek olursak, Klein markalaşma sürecinin ve son kırk yılın ekonomi politikalarının Donald Trump’ı nasıl hazırladığını anlatmak istiyor kitapta. Şok etkileriyle gelişen süreç kendi kendini beslemeye başlamış. Trump, bazı şokların etkisiyle iktidara gelip, kendi şoklarını yaratıyor. Bu şoklar da Trump veya bir başkasının politikalarını anlamayı zorlaştırıyor. Yani, elli senenin ekonomisinin hesabını yapmadan Trump’ı anlamaya çalışmak, tavuk mu yumurtadan çıkıyor diye sormaya benziyor. Öyleyse sorun aslında oldukça basit: ABD için yapılmış bu analiz dünyanın geneli için doğruysa, biz hızlı gelişmelerin yoğunluğundan kafamızı kaldırıp önümüzü nasıl göreceğiz?

Bunları da sevebilirsiniz