21. Yüzyıl’da Modernizmin Yeri Ne Olabilir?

21. yüzyıl insanı tarih için ne ifade edecek? Şüphesiz bugün bir bireyin dünya için ne ifade ettiğini dahi bilemediğimiz bir çağda pek çok insan için anlamsız bir soru gibi gelebilir. Steven Pinker’ın Enlightenment Now [Aydınlanma Şimdi] kitabında geçen bazı argümanlar ve üzerine eklediğim düşüncelerle, bu sorunun aksine son derece anlamlı olduğunu kanıtlamaya çalışacağım. Her şeyden önce, karşılaştırmalı bir analiz yerinde olacaktır. Pinker’ın da başvurduğu bir yöntem bu. Düşünelim: 21. yüzyılda asgari yaşam koşullarına sahip, çağına göre ortalama eğitim almış bir insan, 19. yüzyıldaki, hatta 20. yüzyılın başındaki bir mevkidaşına göre fazladan neye sahip?

Pinker, Aydınlanma çağının ve modernleşmenin bütün savunucuları gibi 21. yüzyıl insanın maddi manevi daha donanımlı olduğunu iddia ediyor. Elbette bir soru doğuyor, zaten bunun aksini kimin söyleyebileceğine dair. Kim iddia edebilir ki, 16. yüzyılda yaşamış ve antibiyotiğe, modern tıbba, bilimsel yönteme, sanayileşmeye, elektriğe ve binlerce başka hayatı kolaylaştıran şeye erişimi olmayan insanın, bugünün insanından maddi veya manevi koşullar anlamında üstün olabileceğine? Belki bir 50 sene önce sorunca gülünüp geçilecek böylesi sorular bugün maalesef felsefede ve sosyal bilimlerde kendisine yer bulabiliyor. Steven Pinker da bunun telaşıyla yazmış kitabı. İronik bir hedefi var, 21. yüzyıl insanına elinin altındaki imkanları anlatmaya çalışıyor Pinker. Modernleşme ve Aydınlanmaya kim itiraz eder demiştik, Pinker 4 grup sayıyor. Kozmopolitliğe, çeşitliliğe karşı hizipçilik, kabilecilik yapanlar; demokrasiye karşı otoriterliği savunanlar; bilgiye, entelektüele ve uzmana saygıdan cayıp bunları hor görenler; modern yaşamı toptan eleştirip temelsiz biçimde geçmişe nostaljik yaklaşanlar. Bu görüşleri savunanların hepsi elbette modernizmin veya bu topraklarda daha iyi bilinen adıyla çağdaş uygarlıklar düzeyinin karşısında değiller ancak insan bir bakışta bile bazı itirazların bu yönde olduğunu anlıyor.

1960’lar ve sonrasında, medeni yaşam topa tutuldu. Hızlı kalkınma hamleleri, sanayi ve teknoloji alanında gelişmiş olan neresiyse -ki bu geçen yüzyıl çoğunlukla Batı idi- ona yetişme çabası, kültürel ve sanatsal olarak daha iyi olma adımları kimi zaman kötüye yoruldu. Böylesi bir çizgiyi savunan insanlar; Jakobenizm, elitizm ve daha nice akımla özdeşleştirildi. Bu çabaların sadece Türkiye’deki haline değil, her yerdeki biçimine bir “ihtida” gözüyle bile bakıldı kimi zaman. Pinker, tam olarak burada devreye girmek istiyor. Çok uzun süredir hepimizin olumlu kabul ettiği bazı değerler (başlıcaları akıl, bilim, hümanizm ve ilerleme olmak üzere) artık öyle kabul edilmiyor. Daha tuhaf bir kısmı da var işin. Tarihi pek çok örnekte ilerleme ve modernleşme hareketine karşı gelen en temel güç geniş halk kitleleri ya da bu geniş halk kitleleri üzerinde yine geniş etkileri olan geleneksel kurumlar oluyor. Pinker da belli ölçüde bahsediyor, 1960’lardan sonra gördüğümüz modernizm ve bilim karşıtlığı entelektüel camiada da çokça yer bulan bir şey. Postmodernizmin bilime şüpheyle yaklaşması ve şüphenin kendisinden sonra gelen entelektüelleri bilime mesafeli hale getirmesinden tutun, anti-aydınlanma hareketlerine kadar pek çok saygın filozof ve düşünce insanı, yukarıda sayılan değerlerin eskiden iddia edildiği kadar önemli olmadığını düşünüyor.

Belirtmek isterim, bu yazının amacı Aydınlanmanın veya modernist gelişimin ve ilerlemenin doğruluğunu savunmak değil. Bu kadar kısa bir yazıda yapılabilecek bir şey de değil nitekim. Amacım, Pinker’in uyarısının Türkiye için de geçerli olduğunu fark ettiğimden bir de Türkçe duyurmak. Akıl, bilim, ilerleme ve hümanizm değerleri artık tartışmak isteyenlerin ortak noktası, birleştirici unsuru olmaktan çok tartışmanın kendisi haline gelmiş durumda. Dolayısıyla savunmak isteyenler için, çağdaşlık savunusu başka bir boyuta taşınmış durumda. 1960’lara kadar modernizm savunusuna elbette itirazlar geliyordu ve gelmeliydi de. Karşı-Aydınlanma diye sonradan tanımlanmış belli fikir grupları her zaman şüpheciydiler. Alman Romantizmi başta olmak üzere pek çok düşünce ekolü moderniteye itirazlarını sundular. Fakat bu itirazların hem halkın gözünde hem de sözü dinlenen entelektüeller arasında bu kadar yaygın olduğu bir dönem ancak bugüne denk geliyor. Pinker’ın uyarmaya çalıştığı şey de zannedersem bu. Akıl ile tartışmaların bir kısmının sonuca bağlanabileceği, hiçbir şey olmasa aklın bize anlaşamadığımız noktaları gösterebileceği inancı toplumsal birçok sorunun açık ve düzgün biçimde tartışılmasının önünü açıyordu.

Şimdi bu açıklığa sahip olmamanın iki büyük sonucu var gibi görünüyor. Birincisi, entelektüel ve sosyal konularda düşülen belirsizlik ve kimi zaman umutsuzluk durumu. Tartışmanın ve dolayısıyla akıl ve mantığın gücüne inanılmadığı noktada sorunların barışçıl biçimde çözülebileceğine olan inanç azalıyor. Bu da, kendi görüşünde ısrar etmek isteyen bir kısım insanın daha saldırgan olmasına yol açıyor, hali hazırda bir görüşü olmayan insanın da görüş sahibi olmasına veya zayıf bir görüşü varsa da bunu rasyonel düzlemde geliştirmesine engel oluyor. Sonuçta, kimsenin kimseyi ikna edemediği, tartışmanın da son derece kısır döndüğü bir düzlemde, görüş sahibi olup bunu savunma külfetini kim üstlenmek ister ki? İkinci büyük zararı da zannediyorum kutuplaşma. İki görüşten birinin diğerini tartışma yoluyla ikna etmesi imkansıza yakın olduğunda sonuç, doğal olarak iki görüşün birbirine düşman olması oluyor. Ya da daha da vahimi, görüşü savunmanın bedeli fazlaysa, görüşü doğrudan terk etmek oluyor. Bunun da en büyük zararı, çeşitliliğin azalması oluyor. Zaten hatırlayacak olursanız, Pinker rasyonel akla en çok karşı çıkan gruplardan birinin hizipçiler ve tekdüzeciler olduğunu söylemişti.

Dünyanın pek çok yerinde, genel duruma ilişkin bir umutsuzluk var ve modernizmin getirdiği koşullara olan güven hızla azalıyor. Bunca problem varken ve modernizmin çok güvendiği kurumlar ve ilkeler bunlara çözüm bulamamışken belki de haklı bir azalma bu. Fakat işin umut verici tarafı, Pinker’ın da belirttiği gibi, şu ana kadar sağlanan gelişimi güvenmemeye başladığımız ilkelere borçluyuz belki de. Dolayısıyla, akıl ve mantığı aştığımıza ya da belki hiç elde etmemiş olduğumuzu düşünenlere karşı gösterilecek bir gelişim çizgisi var. Bu gelişim çizgisinin bir tarafında yapılamayanlar duruyor olabilir ancak gün geçtikçe bu yapılamayanlar azalıyor olabilir mi? Akıl, mantık, bilim ve hümanizmden alacaklarımız bitmemiş olabilir mi? Gerçekten bittiğini düşünenlerle tartışmak çok keyifli ve zihin açıcı ancak bitmediğini düşünüp yine de bu değerlere karşı çıkanlar tartışmak isterler mi?

Bunları da sevebilirsiniz