Tekrar, düşünceyi öldürüyor. İroni gereği bu cümleyi tekrar yazmak isterdim ama kendimi tutacağım. İnsanlar galat-ı meşhurdan şikayetçi fakat daha da tehlikelisi herkesin tekrar ettiği doğrular. Doğru bilinen yanlışları düzeltmek belki mümkün. Öte yandan sürekli tekrar edilen, bomboş ama aslında yanlış bir tarafı da olmayan önermelerin neyini düzelteceksiniz?
Bu tür doğrular, üzerine bir şeyler konmadığı sürece içi boş önermelere dönüşüyor. Anglo-Sakson gelenek bunlara “truism” diyor, “kof doğruculuk” diyelim isterseniz. Bu bomboş doğruların iki türlü zararı var. Birincisi, az sayıda yanlış, çok sayıda “kof doğrunun” içine karışıp gözden kaçıveriyor. Nazi Almanyası’ndaki propaganda faaliyetlerini üstünkörü inceleyenler bunu görecektir: Goebbels’in, hatta o kadar üst kadrolara gitmeye gerek yok, sıradan bir Nazi görevlisinin ağzından çıkan cümlelerin büyük çoğunluğu “doğrudur”. Üzücü ama gerçek. O dönem Almanya’nın içinden geçtiği ekonomik kriz, adaletsiz bir barış anlaşması, gelir eşitsizliği, uluslararası arenadaki dengesizlik, yolsuzluk; daha neler neler sayılabilir, sürüsüne bereket. Bunların hepsi o dönem için doğruydu. Bütün bu doğruların inandırıcılığının arasına az sayıda fakat ciddi anlamda yıkıcı yanlışlar (örneğin bütün bunların sorumlusunun ülkedeki azınlıklar olduğu yalanı) eklediğiniz zaman, gayet inanılası bir argüman üretmiş oluyorsunuz. Yalanı doğrularla sulandırmak çoğu zaman işe yaramış, örnekleri çoğaltabiliriz.
İkinci tür zarar belki daha bile fena ama o kadar göze batmıyor. Sürekli tekrar edilen doğrular, felsefi görevimizi yerine getirdiğimiz yanılgısını oluşturuyor. Monoton ve bize yeni bir şey katmayan bir hakikatten daha sağlam bir göz bağı olur mu hiç? İnsan haklarının önemli olduğunu ifade etmek çoğu zaman bize yeni hiçbir şey katmıyor fakat söylendiği zaman sanki bir iş yapmışız sayılıyor. Emperyalizm kötüdür, iyi beslenmek önemlidir, sporu aksatmamak lazımdır, organik ürünler iyidir, kitap okumak çok hoştur, büyüklerin karşısında bacak bacak üstüne atılmasa yakışık alırdır, şu cep telefonlarını cepte tutmasak iyi olurdur, gerçek İslam o değildir, aşksız yaşanmazdır, küresel ısınma durdurulmalı, kadına şiddet engellenmelidir, dünya adaletsizdir, yeni nesil tecrübesizdir, keşke kimse aç yatağa girmesindir, şudur da budur. Bu cümlelerin hiçbirinde en ufak bir yanlış yok belki fakat tek başına bir anlam ifade etmiyorlar. En fazla ulaşmak istediğimiz bir dünya için birer “varsayım” görevi görebilirler. Diğer bir deyişle kendine “aydın” diyecek bir insanın sadece bu cümleleri söyleyerek ulaşacağı bir yer yoktur, olsa olsa güzel bir yankı odası kurmuş oluruz.
İşin daha da vahim tarafı bu monotonluğa itiraz edince sanki apaçık doğruları sorguluyoruz gibi anlaşılıyor: “Ne yani, küresel ısınma yok mu demeye çalışıyorsun?”, “Nasıl olur, dünya adaletsiz değil mi demeye getiriyorsun?” Hayır ve hayır. Sadece diyorum ki biraz daha “cüretkâr” bir ekleme yapmadığımız sürece dünyanın adaletsiz bir yer olduğunu söylemekle yetinmek hiçbir işe yaramıyor. İhtimal, biraz vicdan rahatlatıyordur, o kadar. Üstelik asla sorgulanamayacak kadar doğru önermeler etrafında bir kişilik oluşturduğumuz zaman, ya gerçekten bir kişiliğimiz olmuyor (bakınız: her yeni eğilim ve hevesle oradan oraya salınan insanlar) ya da bu doğruların kofluğunun ortaya çıkmasıyla birlikte paramparça olan zihinler. İlk grup zaten Allah’a emanet, onları tartışmayacağım, gelin ikinci gruba bakalım.
Tolstoy’un en meşhur kısa romanlarından, İvan İlyiç’in Ölümü’nde bu tema bir ölçüde yer alıyor sanırım. İvan İlyiç amansız bir hastalığa yakalanınca o zamana kadarki hayatını sorgulamaya başlıyor, her şeyi “doğru” yapmış, ya da en azından doğru olduğuna inandığı şeyi yapmış bir adamın, kendini ilk defa ciddi anlamda sorgulaması. Anlıyoruz ki İvan İlyiç de hayatını bazı “kof doğrular” ile geçirmiş. O kof doğrulardan birisi de “İnsanlar ölümlüdür.” önermesi olsa gerek. Aksi takdirde ölümlü olduğunu onca zamandır bilen bir insan ölüme neden bu kadar şaşırsın? Evet, ölüm de pek çoğumuz için kof bir doğru. Ölümlü olduğumuzu herhalde herkes biliyor, koskoca yargıç İvan İlyiç de bu basit fakat kadim bilginin farkındadır. Yine de ölüm kavramı üzerine bu kof doğru dışında bir şey söylemeye ihtiyacı hissetmemiş olacak ki ölümü sadece dehşetle ve hüzünle değil, şaşkınlıkla karşılıyor. Kof doğrusuyla yetindiği için karanlıkta kalmış bir insanın portresi olarak karşımıza çıkıyor İvan İlyiç. Bu huysuz adam; meslek, sosyal konum, düzgün evlilik ve daha onca “uyulması gereken kalıp” arasında pek de kendi doğrularını kurmamış gibi görünüyor ve hepimizi, en azından beni, feci biçimde ürkütüyor. Çünkü İvan İlyiç kötülükler edip de cezasını bulan biri gibi can vermiyor ya da kötülüğün kurbanı olup masumane biçimde de ölmüyor. Bizden biri gibi, günlük meşgalesi içinde, ailesi ve sevdiklerinin yanında fakat o kof kalıpları darmadağın olmuş biçimde ölüyor. Bizi korkutmasının nedeni de bu kadar sıradan ve bize bu kadar yakın olması. Bu ölüm Tolstoy gibi bir ustanın kurgusu olmasa da bu olay gerçekten yaşanmış olsa, gazete haberi bile olmazdı şüphesiz.
Albert Camus’nün Düşüş adlı romanı da insana benzer şeyleri hatırlatıyor. Orada da yine bir yargıç ana figür olarak karşımıza çıkıyor, o da harika ve mükemmel bir hayatı yaşarken, beklemediği bir “düşüş” yaşıyor. Kendi doğruları konusunda son derece ısrarcı bir insanın uzun monologları ile bir iç hesaplaşmasına tanık oluyorsunuz. Camus ve Tolstoy’un hikâyeleri arasındaki benzerliği yabana atmamak gerek, arada bir kıta ve iki dünya savaşı da olsa bizi aynı sorunla yüzleştiriyorlar. İki romanın da kahramanlarının yargıç olması bir tesadüf sayılabilir fakat bana öyle geliyor ki o da bilerek seçilmiş bir meslek, ne de olsa yargıçlık, yargı vermek ve aslında günün sonunda bir başkasının söyleyemediğini söyleme mesleği değil mi? İki karakterin de uzun uzadıya kendilerine yargı vermesini okuyoruz. Birilerine yardımcı olmak için tutuştuğunu söyleyen Clamence’in aslında başka bir kişiliği olduğunu Clamence’in kendisiyle birlikte öğreniyoruz. Ölümün İvan İlyiç’e yaşattığını, düşüş Clamence’e yaşatıyor. Ölüm ve düşüş kavramları arasındaki benzerliğe dikkat çekmek ve ortak yönleri sıralamak okuyucuyu hafife almak olacak, o yüzden es geçiyorum.
Yani demem o ki İvan İlyiç’i amansız bir hastalık öldürmedi, Clamence’i de bir ahlaki bunalım düşürmedi. İkisinin de trajedisi “kof doğruları” imiş. “Birilerine yardım etmek” ya da “hayatta başarılı olmak” yeterli ve makul birer “felsefe” değilmiş. Bunlar çok güzel birer başlangıç olabilir fakat “iyiyi istemekle” yetinmek kuşkusuz “aydın” olmaya engel. İvan İlyiç’i yanlışları değil doğruları öldürdü diyebilir miyiz yani? Belki çok iddialı bir laf olacak bu. Fakat iddialı ama yanlış çıkma olasılığı olan bir önermeyi, doğru ama boş bir önermeye her zaman ve her yerde tercih ederim. Siz?