Diamond Tema ve Asrın Tok arasında “şeriat” konulu bir münazara oldu. İnternetten yayımlanan bu tartışmanın normalde felsefecilerin ve ilahiyatçıların alışık olduğu türde bir ateizm-teizm tartışması olmasını beklerdik. Türkiye’de bu tür tartışmalar genelde en soyut düzeyden yapılır. Tartışmaların büyük kısmı kimsenin birbirinin ayağına basmadan, tadını kaçırmadan argümanlar sunmasıyla geçer. Ya da tartışma formatı olmaz, iş iki taraftan birinin muhalefetle karşılaşmadan istediğini söylediği bir propaganda seansına dönüşür.
Bu sefer öyle olmadı. Diamond Tema YouTube üzerinden felsefeyle ilgili konularda konuşan bir yayıncı. Açıkça, dolandırmadan din eleştirisi yapan yayıncılardan. Asrın Tok ise aykırı ve sık sık değiştirdiği görüşleriyle gündeme geliyor (gerçi anladığım kadarıyla kendisi bu farklı görünen görüşlerin hepsinin bir noktada birleştiğini söylüyor, onun takdirini okuyucuya bırakıyorum). Farklı görüşler darken şaka değil: internette dolanan demeçlerine ilk denk geldiğimde kendisi radikal sayılabilecek bir liberteryendi. Serbest piyasa ve sınırlı devlet şiarında daha klasik bir liberteryen anlayıştaydı, sonra ANAP Gençlik Kolları Başkanı oldu. Bugün ise şeriattan yana olduğunu söylüyor, en azından münazarada tuttuğu taraf şeriatın tarafıydı. Diamond Tema da şeriatın makul bir düzen olamayacağını savunuyordu.
Ben yine son derece standart bir laiklik-şeriat tartışması beklerken Diamond Tema alışılagelmişin üstünde bir teknik tartışma yürüttü. Tartışmanın moderatörü bile bir noktada Asrın Tok’un bilgisinin tam olarak yeterli olmayabileceğini ima etti. Tabii tüm bunlar üzerine tartışmayla ilgili ilk yorumum hazırlıklı gelen tarafın teknik hamlelerle karşı tarafı yendiğiydi. Zaten bunda yanlış bir şey yok. Fakat bu tartışmanın Türkiye’deki ve hatta dünyadaki siyasi tartışmalara da ışık tutabilecek bir yönü var.
Asrın Tok devamlı olarak tartışmanın ilkeler temelinde yürütülmesi gerektiğini, meselenin toplumsal ve iktisadi yönlerinin ele alınması gerektiğini söylüyordu. Birkaç defa liberteryenizmin İslam ile uyumunu anlatmaya çalıştı: her ikisinin de sözleşme temelli olması, itibari paraya itibar etmemesi, mülkiyete önem vermesi ve daha pek çok şey. Teolojik açıdan “zorunlu” doğrular değil elbette bunlar. İslam’dan toplumcu düşünceler çıkaran pek çok teorisyen ve siyasetçi olmuş. Türkiye’de anti-kapitalist Müslümanlar, İran’da Ali Şeriati, Endonezya’da Tan Malaka, Sovyetler’de Sultangaliyev gibi pek çok isim bunu kanıtlamış, örnekleri çoğaltılabilir. Dolayısıyla böyle bir bağlantı zorunlu olmadığı halde niçin Asrın Tok ille de şeriat ve iktisat bağlantısını tartışmak istiyordu?
İhtimal, tartışmayı çok da bilgili olmadığı bir konu olan İslam hukukundan alıp daha iyi bildiği iktisadi meselelere getirmek istiyordu. Yanıt, bu kadar basit olabilir. Öte yandan bu taktiksel hamleler Türkiye’deki tartışmaların her zaman ekonomik perspektiften incelenmesi gerektiğini tekrar göstermiş oldu. Yani evet, Asrın Tok belki de isteyerek (ama tahmin ediyorum ki aslında istemeden) Türkiye’de herhangi bir tartışmayı politik ekonomi bağlamına oturtmadan okuyamayacağımızı hatırlatmış oldu.
Gerçi, serbest piyasa ekonomisi ile İslam arasındaki ilişki uzun zamandır konuşulan bir konu. Örneğin Türkiye’de İslami ekonomiyi belki de ilk kez gündeme getirenlerden ve başka pek çok İslamcı çizgiye yakın iktisatçıyı yetiştirmiş Sabahattin Zaim’in yazılarında da İslami ekonominin serbest piyasa ile uyumlu olduğuna dair söylemlere rastlamak mümkündür. Genelde İslamiyetin vahşi kapitalizmle uyuşmadığını fakat serbest piyasa ile bir arada gayet rahat var olabildiği vurgulanır.
Gerçekten Asrın Tok da buna benzer argümanlar sunuyordu: merkez bankası bile gündeme geliverdi! İtibari paranın, faizin olmadığı bir ekonomik düzeni şeriat ile ilintilendirmeye başladı. Sahi, şeriatta gayrimüslimlerin hakları ve ifade özgürlüğü gibi konular konuşulurken konu nasıl sürekli ekonomiye geliyordu?
Aslında nedeni basit: şeriat da laiklik de, liberalizm de muhafazakarlık da hemen her zaman bir iktisadi düşüncenin yansıması veya onun ön ayağı halinde. Geçmişten örnek verelim: Neoliberalizmin fikir mimarlarının topluluğu olan Mont Pelerin Cemiyeti 1947’de kuruldu. Kurulduğunda da şimdikine yakın bir çizgideydi. Ludwig von Mises, Milton Friedman ve Gary Becker gibi meşhur liberal/liberteryen iktisatçıların başkanlığını yaptığı bir cemiyet. Neoliberalizmin bir fikir olarak dünyada alıcı bulması ise ancak 1970’lerdedir. 1947 ile 1970’ler arası Mont Pelerin iş yapmıyor muydu? Gayet güzel çalışıyordu. Yine sözü geçen iktisatçılar yok muydu orada? Elbette vardı. 1950’lerde politika yapımıan etkileri daha azdı çünkü politika yapıcılar ve dünya ekonomisini yönlendirecek aktörler onların fikirlerine henüz tam anlamıyla ihtiyaç duymuyorlardı belki de. Ne zaman ki dünya ekonomisinde liberalleşme başlayacak gibi oldu, Mont Pelerin Cemiyetinin savunduğu fikirler de bir anda inanılmaz popülerleşmeye başladı. Sabreden derviş, muradına ermiş.
Şeriat gündeme geldiğinde de aynısını sormak gerekir. Şeriatçılık düşüncesi Türkiye’de ama zayıf ama kuvvetli hep var olmuş bir düşünceydi. Ne oldu da bugün tekrar daha fazla gündeme gelir oldu? Şeriat isteyenler (mesela Asrın Tok) hangi iktisadi düzenden yanalar? Nasıl bir bölüşümü, nasıl bir paylaşımı, ne türde bir mülkiyeti savunuyorlar? Kamuya biçtikleri rol nedir? Kalkınma deyince kafalarında ne canlanıyor? Belki de en önemlisi, Türkiye’nin uluslararası ekonomideki rolünü nasıl görüyorlar? Yani bugün şeriat ve laiklik tartışması bir yaşam tarzı tartışmasından ibraet değildir. Elbette yaşam tarzına dair kısımları konuşmak hem toplumun hem de bireyin yaşamı açısından çok önemli. Ama diyorum ki işin ekonomisini düşünmeden bu toplumsal izdüşümleri tam olarak görmek mümkün değil. Nedenini de açıklayayım.
Bugün kısmen de olsa şeriat ile yönetilen ülkelerin zengin sınıflarının şeriatın bazı gerekliliklerinden muaf olduğunu görmek zor değil. Üç beş gazete küpürü veya internetten bulunacak birkaç fotoğraf bile bunu size hemen kanıtlayacaktır. Mesele sadece bir hayat tarzı olsa, bunları daha çok konuşuyor olurduk. Bugün hangi körfez ülkesinin makbul ve demokratik, hangisinin korkunç ve otokrat olduğuna yönetim biçimleriyle mi karar veriyoruz? Pek de doğru sayılmaz. Daha çok kim kiminle birlikte yol yürüyorsa, yoldaşını övüyor, gerisine karışmıyor. Başka coğrafyalar için de geçerli elbette. Ve tabii bizim geçmişimiz için de geçerli.
Tersinden de düşünebilir, Cumhuriyetin kazanımlarının ekonomik yansımasını ve ekonomiye etkisini düşünerek de bugün istenen değişiklikleri yorumlayabiliriz. Genç Cumhuriyetin Cumhuriyet konusundaki ısrarının nedeni neydi? Takvim, ölçü değişikliklerinin, alfabe değişikliğinin nedeni sadece kültürel miydi? Hayır. Bunların hepsi jeopolitik ve politik ekonomi üzerinden yorumlanması gereken süreçlerdir. Ne karadan ne denizden tek bir komşusunun bile Latin alfabesi kullanmadığı bir coğrafyada Türkiye’nin alfabe değişikliği sadece kültürel bir devrim değil, jeopolitik bir devrimdi. Aynı şekilde bugün siyaset bilimciler genç Cumhuriyet’in ulus inşasını 20. Yüzyıla has bir sosyolojik olgu olarak inceliyorlar. Bir iktisadi kalkınma hamlesi olarak görmek mümkün değil midir?
Yepyeni bir ekonomi yaratabilmek, askeri bakımdan kazanılmış bir zaferin ekonomik bir zaferle de taçlandırılması için ülkenin hem bağımsızlığa hem de hareket alanına ihtiyacı vardı. Atatürk Devrimleri bu ortamı sağladı. Kadınlara sağlanan haklar sadece bir hukuk devrimi değildi, kadınların özgürce yaşayabilmesinin ve ekonomik bağımsızlıklarının kazanabilmesi amacını taşıyordu. O dönem dünyanın pek çok başka coğrafyasında da kadınlara verilmiş haklar söz konusuydu. Bu hakları kullanacak bir iktisadi özgürlük olmadan hak da hukuk da kağıt üstünde kalabilir.
Trahomla mücadelenin veya herkese eğitim hakkının tanınmasının ekonomik sonuçlarını düşünmek kolay. Öte yandan akraba evliliğinin yasaklanmasının veya medeni kanunun yenilenmesini de politik ekonomi açısından incelemek gerekir.
Eğer bu şekilde incelenirse, Türkiye’deki şeriat isteklerini veya Cumhuriyet’e olan bazı düşmanlıkları daha iyi anlayabiliriz. Yapısal reform denilen şeyin ne olduğu nasıl belirsizse, yönetim biçimleri de aynı belirsizlik örtüsüyle kaplı. Hani yapısal reform, aslında ekonominin yapısını değiştiren reform demek değil ya, “benim istediğim” reform demek; aynısı rejimler için de geçerli. Şeriatın veya laikliğin tek başına, birer rejim olarak siyasi kuram tartışmalarının dışında anlamı sınırlıdır. Hangi ekonomik gelecek hangi rejimle birlikte planlanıyor? Hangi laiklik? Hangi şeriat? Kim neyi neden istiyor? Bu soruların yanıtını vermeden Türkiye’de son dönemde gündeme getirilen şeriat tartışmalarını anlamak mümkün değildir.
Yaşasın laik ve tam bağımsız Cumhuriyet!