Herkes “yapısal reform” diye bir şeyden söz ediyor. Hatta bu gizemli kavram bir sıra o kadar dillere pelesenk olmuştu ki o dönemin Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın “Neymiş bu yapısal reformlar?” demesi sosyal medyada gündeme oturmuştu. Sonra tam bir sıra gündemden düşer gibi oldu ama Mehmet Şimşek’in aynı bakanlık koltuğuna oturmasıyla tekrar ciddi biçime tartışılmaya başladı. Ciddi biçimde diyorum, iktidar tarafında yankı bulmasından ötürü. Yoksa muhalefetin özellikle de ana akım iktisada yakın ekonomistleri hep tartışıyordu bu meseleyi.
İyi kötü birkaç senedir politik ekonomi üzerine çalışıyorum, yapısal reformun ne demek olduğu konusunda etraflıca, oturaklı bir fikrim olmadığını itiraf etmem gerek. Merkez Bankası şöyle diyor: “Yapısal reformlar, bir ekonominin daha iyi çalışabilmesini ve şoklara karşı daha dayanıklı hâle gelmesini amaçlayan düzenlemelerdir.”1 Şimdi bu biraz fazla müphem, değil mi? Yani bir doktora gitseniz ve daha sağlıklı olmak için ne yapmanız gerektiğini sorsanız, doktor da tutup “Size vücudunuzun daha iyi çalışabilmesini ve hastalıklara karşı daha dayanıklı hâle gelmesini amaçlayan bazı düzenlemeler lazım.” dese, ne dersiniz? Allah razı olsun dersiniz, ne diyeceksiniz.
Bir de tersinden düşünelim: zaten hangi iktidar, hangi siyasi otorite ya da hangi ekonomist tutup da önerdiği çözümün ekonominin daha kötü çalışması için tasarlandığını düşünür ki? Ya da tutup da ekonomiyi şoklara karşı daha dayanıksız hâle gelmesini amaçlayan bazı düzenlemeler uydurur mu insan? Herhalde uydurmaz, uydursa da söylemez en azından.
Gelin görün ki bu muğlaklık sadece yapısal reformlarla da bitmiyor mesela. Sürekli bir “yabancı yatırımcıdan” söz ediliyor. Sermayeye güven aşılamak diye bir kavram da var. Yabancı yatırımcı kimdir? Sermaye deyince neyi anlarız? Güven nasıl aşılanıyor? Pek de konuşulmuyor. Demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü, can ve mal varlığının korunması diye ekleniyor genelde ama yine sorun aynı: hangi memleket ben insan haklarına saygısızım diye geziyor ki? Ya da Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna, bundan gayrı insanların can ve mal varlığını korumayacağını beyan eden bir devlet oldu mu? Doğru, başta siyaset bilimi olmak üzere sosyal bilimler demokrasinin veya ifade özgürlüğünün nasıl ölçüleceğine dair incelikli kıstaslar geliştirdi. Öte yandan bu kıstasların tamamen isabetli olduğunu söylemek nereden bakılsa saflık.
Hayaller ve hedefler arasında bir fark var. Haziran ayında beş kilo vereceğim, bu bayram hiç çalışmayacağım, 2024 yılında 50 kitap okuyacağım, bir sene içinde çok maaş veren bir işe gireceğim, bu yaz evleneceğim gibi önermeler birer hedef belirtiyor. Aynı örnekler üzerinden gidersek; fit olacağım, biraz dinleneceğim, çok okuyacağım, daha iyi bir işe gireceğim, iyi bir kısmet bulacağım gibi önermeler birer hedef değil. Bunlar birer hayal, belki birer temenni. “Yapısal reform” dediğimiz şeyler de hedeften çok hayalleri andırıyor. Ekonomiyi düze çıkarmak bir hedef değil. Daha çok üretmek bir hedef değil. Ekonomiyi krizlere ve şoklara daha dayanıklı hâle getirmek bir hedef değil. Bunlar birer temenni. Temenni de kötü şey değil. Hedef için önce temenni gerek.
Peki Türkiye’nin hedefleri yok muydu? Olmaz olur mu? 1960 sonrası geliştirilen ithal ikame model bir hedefler dizisiydi. İlk birkaç kalkınma planına bakılırsa hedef denen şeyin ne olabileceği biraz daha net anlaşılabilir. Daha da önemlisi Kemalist Türkiye’nin politik ekonomisini inceleyenler başkasının koyduğu hedeflere muhtaç olmadan, kendi rotasını kendi çizen ekonomiler olduğunu fark edebilirler. Emanet akılla, ödünç alma programla, başkasının fikri dünyasıyla belimizi doğrultamayız. Yapısal veya yüzeysel, fark etmez, hangi reform ürettiğimizden çok tükettiğimize yetirsin? Reform olsun devrim olsun, hangi değişim bildiğimizi bilmediğimize yetirsin? Hangi plan program açıkça belirlenmemiş hedefe kimi nasıl götürsün?
Peki Türkiye’nin hedefleri olacak mı? Olmak zorunda. Koskoca Cumhuriyet’in kaderini birkaç “yapısal reform” belirleyecek değil. Yatırımcı iyidir, kimse kovmuyor. Reform iyidir, kimse karşı çıkmıyor. Yatırımcı gelecek diye yapılan reformdan hayır gelmez, reform yapılıyor diye de gelen yatırımcı olmaz. Demokrasi ile yatırım arasında bir korelasyon olsa, Körfez’in hâli nice olurdu?
20. yüzyılın en onurlu bağımsızlık mücadelelerinden birini vermiş bir ulusun ve ülkenin ekonomisini ve daha da önemlisi siyasi duruşunu birkaç rapordan, birkaç kurumdan yola çıkarak belirlemek olmaz. Hele zaten başkasının meritokrasisiyle ütopyaya hiç girilmez! 100 sene önceki parola hala geçerli, tıpkı kaderi gibi, milletin rızkını da yine milletin azmi ve kararlılığı kurtaracaktır. Ezici gelir adaletsizliği, vergi eşitsizliği, sendikasızlık, enflasyon ve benzeri sorunlarla boğuşan ve çok kıymetli vaktini halihazırda kaybetmekte olan Türkiye’nin geleceğini belirsiz hedefler ve muğlak reform talepleri değil iktisadi bağımsızlık ve üretim kurtaracaktır.
Ekonomik krizlerin bedelini alt sınıflara yüklemek isteyenlerin sözlerine kulak asmayınız. Enflasyonla, yoklukla, açlıkla sınanan insanların siyasi olarak seslerini çıkaramamalarını ve orta sınıfın dillere destan ataletini ve ürkekliğini fırsat bilen iktisat programlarını dikkate almayınız. Üretmek zorundayız, ürettiğimizi de paylaşmak zorundayız. Tekrar planlamak zorundayız. Neyi nereden düzeltmeye başlamak istediğimize karar vermek durumundayız. Her şeyi aynı anda yapmak isteyen temenni listelerine, ekonomiyi bir sıra, bir şekilde düzelteceğini söyleyen reform listelerine artık kimse pek inanmıyor. Nereden, neyi düzelterek başlayacağız? Artık planlamamızın ve kalkınmamızın temelini bu soru üzerine inşa kurmamız lazım. Başkasının planıyla, aklıyla da değil, kendimizden, kendi ihtiyacımızdan yola çıkarak yapmak zorundayız bunu. Zaten Cumhuriyet’in ve Cumhuriyetçiliğin ruhu da bunu gerektiriyor.
1 https://herkesicin.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/ekonomi/hie/icerik/yapisal