Günlerden bir gün, meşhur ekonomistlerden Alexander Gerschenkron bir kitabın Rusçadan çevirisini çok ağır biçimde eleştiriyor, Gerschenkron zaten hem Rus kökenli hem de çok yetkin bir âlim. Fırsatı fark edince de saymış, sövmüş. Tabi Gerschenkron’un dillere destan huysuzluğu ve haşinliğinden habersiz çevirmen gidip kendisine “Bilmenizi isterim, Profesör Gerschenkron, yazdığınız eleştiriden dolayı kızgın değilim”. Ünlü iktisatçı bu sefer hepten kendini kaybetmiş: “Kızgın mı?! Neden kızgın olasın ki zaten? Utansan hadi neyse de kızgınlık ne demek?”
Türkiye’de bir eleştiri kültürü sorunumuz var. Aslında kimse pek kimseyi sevmiyor. Kimse kimseye öyle hayran değil. Yine de herkes herkesi seviyormuş gibi yapıyor. Herkes “harika sunumları dolayısıyla” bilmem kime teşekkür ediyor. “Aslında anlaşıyoruz ama tam anlaşamıyoruz” havasındayız fakat daha anlaşabildiğimizi gören olmamış mesela. Herkes herkesi rahatlıkla rahmetle anıyor, bütün bir alem içindeki herkesi saygıyla selamlıyor, sevgiyle kucaklıyor. Kimse kimseye düşmanlık beslemiyor. Yerseniz.
Keşke bunlar gerçek olsa tabii. Aslında olan şey eleştirilerimizi doğrudan, dürüstçe iletmediğimiz için içten içe, gizlice iletiyoruz. Bazen kin tutuyoruz, bazen “laf çarpıyoruz”, bazen susuyoruz. Biraz da maliyetine bağlı elbette. Öyle çok yükseklere laf atmak, zülfü yâre dokunmak olmaz, sonra al başına belayı. Laftan anlamayanla da uğraşılmaz diyoruz. Ya biz sıkılıyoruz ve sabrımız yetmiyor ya da üşeniyoruz. O zaman kalıyoruz üç beş kişi. İşte kendi kendimize ne çalıp ne oynarsak, biz bize yeteriz zaten. Kendi “yankı odalarımızda” ne söylersek, o.
Yine de daha cesur olmak gerekmiyor mu? Cesaretten kastım sevmediğimize dişimizi bilemek, daha yüreklice yüklenmek değil. Tam tersine krımaktan kırılmaktan, incinmekten incitmekten bu kadar korkmasak mı? Sanırım bu çekincelerimizin kökeninde “kutuplaşma” var. Herkes ya o taraftan ya bu taraftan olmaya o kadar alışmış ki “tarafımızı belli edemeyeceğiz” diye ödümüz patlıyor. Hatta sanırım bu nedenle nereye oturtacağımızı bilmediğimiz bir fikir duyunca bir duruyoruz, düşünüyoruz. Allah Allah, şimdi bu sosyalist mi, kapitalist mi? Laik mi, İslamcı mı? Sağcı mı, solcu mu? İktidardan mı, muhalefetten mi? Modern mi, postmodern mi? Menemeni soğanlı mı yer, soğansız mı? Öyle mi, böyle mi? Falan mı, filan mı? Kafamız karışık ve kalabalık. Her şey ve herkes ikiye tam bölünmeyince de bu sefer bizim aklımız bölünüyor hatta bazen bileniyor. Acaba hepimiz içten içe taraf olmayan bertaraf mı olsun istiyoruz?
Halbuki arada derede bir yerlerde durmaya tahammülümüz yok mu gerçekten? Ufak tefek farklarla zenginleşen, zenginleştikçe rengini bulan bir dünya görüşümüz olsa çok mu fena? Gerschenkron gibi herkesi acımasızca eleştirebildiğimiz fakat bizden olmadığı için suçlamadığımız bir dünya en güzeli değil mi? Şu an tam tersini yaşıyoruz. Kimseyi pek açıktan eleştirmiyoruz ama içten içe sevmiyoruz.
Halbuki her koşulda aynı masaya oturabilsek ama sözü sakınmadan öze dair konuşsak? Kimi zaman iğneleyici, alaycı, hatta kırıcı, gücendirici bile olsak konuşsak? Zannediyorum “medeni” olmanın en önemli koşulu bu. Birbirini fikrî dünyada bir kaşık suda boğacak insanların sonrasında aynı sofraya oturabilmesi.
Belki o zaman hiç beğenmediğimiz bir sunumun sahibine soru sorarken “öncelikle bu güzel sunum için” teşekkür etmeyiz, sevmediğimiz bir yapımda “emeği geçenleri” tebrik etmeyiz. Hiç olmadı, bir türlü anlamadığımız bir pasaja “farklı bir dil kullanıyor” demeyiz ya da “o görüşe de saygımız var” demek yerine o görüşü neden sevmediğimizi açıklama ihtiyacı hissederiz. Gereksiz nezaket sonrası kapalı kapılar ardında gıybet oturumlarının yerini biraz rahatsızlık yaratan ama hâkikâtli, hararetli tartışmalara çeviririz. Kuşkusuz konfor alanımızdan çıktığımız kadar aydın oluyoruz. O zaman tartışalım mı? Kızmak yok; utanmak, belki. Kesin olan tek şey, entelektüel canlanma ve dinamizm. Belki de düşün dünyamızın ihtiyacı olan da budur.