Neden Mulholland Çıkmazı 2000’lerden beri en iyi film?

Yazar: Luke Buckmaster

Özgün Başlık: Why Mulholland Drive is the greatest film since 2000?

Bağlantı : http://www.bbc.com/culture/story/20160822-why-mulholland-drive-is-the-greatest-film-since-2000

Kaynak: BBC Culture

Neden Mulholland Çıkmazı 2000’lerden beri en iyi film?

Mulholland Çıkmazı izleyenlerin kafasını karıştırsa da eleştirmenleri mest ediyor. Neden Mulholland Çıkmazı BBC Culture’ın 21. yüzyılın en iyi filmleri anketinde zirveye ulaştı? Luke Buckmaster açıklıyor.


Sinema 21. yüzyılın ilk yıllarında bir tür varoluşsal kriz yaşadı. “Televizyonumsu” veya “Televizyonvari” gibi ifadeler hakaret olarak kullanılıyordu; oysa şimdi pek çok yorumcunun “televizyonun yeni bir altın çağı” olarak gördüğü – her yerde bir Don Draper ya da Walter White’in olduğu – bu dönemde   artık durum böyle değil. Peki, eğer televizyon artık daha bayağı  bir sanat formu olarak görülmediği bir noktaya evrildiyse, bu değişim sinema için ne anlam ifade ediyor?

Belki de David Lynch’in akıl almaz gizem-dram yapımı Mulholland Çıkmazı filminin BBC Culture eleştirmenleri anketinde bu yüzyılda çekilmiş şu ana kadarki en iyi film seçilmesi bir tesadüf değildir. Bu sonucun kökleri televizyona dayanıyor: Film,  bir televizyon dizisinin  başarısız bulunmuş bir deneme yayını olarak başladı ve uzun metrajlı film haline getirilerek kurtarıldı.

Mulholland Çıkmazı ‘nın kendi sıkıntılı geçmişi ile filmde anlatılan stüdyo siyaseti ve güç oyunları pek de tesadüf gibi görünmüyor. Rüyavari yaldızının altında Mulholland Çıkmazı kendi acı deneyimlerinden en azından kısmen edindiği kadarıyla Hollywood entrikaları üzerine harikulade bir yorum niteliğinde.

Sinsi Sevgili

Lynch’in kült TV dizisi Twin Peaks ‘in gelişimi sırasında başlayan Mulholland Çıkmazı fikrini yönetmen, 1998’de bir TV dizisi olarak ortaya atmıştı. ABD kablolu televizyon ağı  ABC  kendisine yeşil ışık yakmıştı, ABC, böylelikle yönetmenin küçük bir kasabada  geçen gizem türündeki dizisinin başarısını tekrarlamayı düşünüyorlardı.

ABC uzun ve sönük bulduğu ilk bölümden etkilenmemişti – 37 dakika alışılmış bir televizyon zaman aralığına uymak için fazla uzundu. Ayrıca köpek dışkısına yapılan aşırı yakın çekimler gibi çekimlerin yakaladığı bazı şeylere de itiraz etmişlerdi. 2000’lerin başında Lynch Mulholland Çıkmazı ‘nı orijinalinin iki katı bütçeyle donatılmış bir sinema filmine dönüştürmeyi kabul ederek projeyi kurtardı.

Hollywood’u gölgeler içindeki ofisinden tekerlekli sandalye üzerinden yönetiyor gibi duran Bay Roque (Michael J. Anderson) filmin birkaç karanlık ve gizemli karakterinden biri. Olay örgülerinden biri, halde başaktrisi kendi istemediği fakat işin başındaki güçlerin istediği şekilde seçmeye zorlanan becerikli bir yönetmeni (Justin Theroux) içeriyor.

Lynch, Mulholland Çıkmazı ‘nı  Hollywood’un piyasa güçleri hakkında keskin ve belki de karamsar bir yorumla aşılamakla kalmayıp, aynı zamanda birçok aldatıcı imgeyle doldurarak eleştirmenler için çekici bir paket oluşturdu. Eleştirmenler, filmin rüyamsı atmosferinde kaybolabilirler, tam da film yapımının ticari gerçekliği üzerine derin bir eleştirel idman yaptıkları sırada,: Tinsel Kasaba ya [Tinsel Town ]’a giderken sinsi bir sevgili götürmek gibi.

Rüyaların Yorumlanması

Mulholland Çıkmazı ‘nın bir kahramana en yakın karakteri şehre iş aramaya gelmiş olan, neşeli ve hevesli oyuncu Betty Elms (Naomi Watts). Vurdumduymaz gülümsemesi sonunda yüzünden silinecek olan Betty; koyu renk saçlı, naif bir güzel olan ve Mulholland Çıkmazı ‘na bir trafik kazasından sağ kurtulduktan sonra yolu düşen Rita (Laura Harring) ile tanışır. Yaşadığı tecrübe Rita’ya hafıza kaybı yaşatmıştır.

Rita kendi ismini bilmemektedir. Hatta, eski bir Rita Heywood filmi olan Gilda ’nın posterini gördükten sonra kendisine “Rita” der. Onun geçmişi hakkındaki bilgileri gün ışığına çıkarma arayışının, Betty’nin aktris olarak bir iş bulma macerasıyla birleşmesi diğer hikayelerden örülmüş zengin bir doku içerisinde yer alıyor ki bu hikayeler çoğunlukla skeçler gibi sunulmakta, bazıları sadece bir veya iki sahne sürmekte.

Yeni yüzyılda eleştirmenlerce en iyi karşılanmış film hakkında bir tartışmada, belki de geçen yüzyılın en iyi karşılanan filmiyle karşılaştırma ile içgörü kazanılabilir. Listenin defalarca zirvesinde veya ona yakın bir yerde duran film ise yazar/yönetmen Orson Welles’in sinema filmi olarak ilk çalışması olan 1941 yapımı Yurttaş Kane – BBC Culture eleştirmenler filmi anketi geçen sene en iyi 100 Amerikan filmi listesinde ilk sıraya koymuştu.

Eğer Kane, film yapımının özüne ilişkin bir denemeyse – kurgudan derin odağa, mizansenin çözünmesi ve manipülasyonu üzerine bir ustalık dersi – Mulholland Çıkmazı ‘nın çekiciliği daha tematik ve kavramsal oluyor: Fikirler açısından kapasitesi sınırsız görünmesiyle iyi sinemanın nasıl elde edileceğinden ziyade iyi sinemanın neler başarabileceği üzerine bir gösterim.

Lynch’in temaları acayip ve alışılmadık: maddileşen rüyalar; hayata geçirilen delice düşünce balonları. Orson Welles’in harika filmi kısa bir gerçeküstücülük anıyla başlayıp – bir kar küresi ve esrarlı “Rosebud” kelimesi – fakat sonrasında daha doğrudan bir yaklaşım sergilerken, Lynch gerçeküstü atmosferi bütün film boyunca devam ettiriyor. Bu bağlamda Mulholland Çıkmazı , Yurttaş Kane ‘in bıraktığı yerden bayrağı devralıyor.

Filmin rüyamsı özellikleri doğal olarak yoruma teşvik eden pek çok kafa karıştırıcı ve açıklanmamış şey doğuruyor. Fakat filmin en büyük savunucularından eleştirmen Roger Ebert’ın da belirttiği gibi: “Bir açıklama yok. Hatta bir gizem bile olmayabilir.”

Film şüphesiz zorlayıcı. İlginç teğet olay örgüleri kanserli birer uzuv gibi kesilip atılıyor; karakterler bir gözüküp, bir kayboluyorlar. Filmin ilerleyen zamanlarında rüyadan uyandığı gösterildiği gibi duran bir sahnede, kahraman açıklanmayan şekilde iyimser Betty’den, lanetli görünümlü, başarısız, Diane adında bir aktrise dönüşüyor.

“Bando yok”

Yine de akılda en çok kalanlar aynı zamanda filme mozaikvari yapısını da veren küçük, kendine yeten anlar oluyor. Bunlardan en harikası meşhur, filmin gerçekten unutulmaz anlarından biri olan Club Silencio sahnesi. Hem şatafatlı bir duyumsal tecrübe ve hem de özdüşünümsel bir faaliyet olarak filmin kapağını kaldırıyor ve böylelikle altındaki hareket eden küçük parçaları inceleyebiliyoruz.

Sahnede, gerçeküstü bir gece kulübünün teşrifatçısı sahneye çıkıyor. “No hay banda!” diye bağırıyor: “Bando yok!” Bir başka deyişle, dinleyicilerin duyduğu tüm sesler önceden kaydedilmiş; gerçek duruyorlar fakat aslında birer illüzyonlar. İzleyiciler yine de kendilerini bir Roy Orbison şarkısının heyecan verici İspanyolca yorumunun içinde buluyorlar, ta ki şarkıcı aniden ölüp sürüklenerek uzaklaştırılıncaya kadar.

Etki etraflıca ve zarifçe azlettirici. Lynch bizi inandırmak için gerekli olan el çabukluğunu da kabul ederek sihirle bir illüzyon yaratıyor. Rüyaların büyüsü, diğer bir ifadeyle, filmlerin büyüsüyle beraber: biri öbüründen yakında daha parçalarına ayrılabilir bir biçim.

İzleyiciyi bu analize katılmaya teşvik etmek – bu ayrımsamaya – eleştirmenleri ışığın güveyi çektiği gibi çeken bir uygulama. Soruları cevapların önüne koyan bir filmde bitmek tükenmek bilmeyen ölçüde hayran edici bir şey var, sinemanın ne elde edebileceği konusundaki beklentilerimizi genişletirken, aynı zamanda sahne sahne tamamen tatmin edici bir tecrübe sunuyor. Belki de en büyük gizem, Lynch’in bunu nasıl becerdiğidir.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın