ODTÜ’nün mezuniyet pankartları meşhur, biliyorsunuz. Mezun olduğum sene bir pankart hazırlayamamıştım ama sağ olsun bölümden arkadaşlar son anda kendi pankartlarının bir ucunu da bana tutturmuşlardı da başım kel kalmamıştı (mecazen tabii, yoksa saçlarımı bu yaşta döktüm bile). Pankartta tam hatırlamasam da aşağı yukarı şu yazıyordu: “83 milyon siyaset bilimci iş arıyor!” Şimdi de binlerce uluslararası ilişkiler âlimi, Rusya ve Doğu Avrupa uzmanı Ukrayna’yı konuşuyor. Bırakınız konuşsunlar, hiçbir şey olmasa bir rahatlamadır. Müdahale edemediğimiz şeyler hakkında konuşarak, yazarak rahatlamak konusunda çok tecrübeli ve istekliyiz. Gerçi, ben hâlâ kafamı toplayamıyorum ama bildiğim iki şey var. Birincisi, savaşın nedeni, sonucu, aktörleri ne olursa, yeri neresi, vakti ne zaman olursa olsun, yine milyonlarca insanın kaderi muhtemelen sadece yüzlerce insan tarafından belirlenmiş oldu. İkincisi ise bu yeni savaş emperyalizm kavramını tekrar konuşmayı, değerlendirmeyi zorunlu kıldı. Emperyalizm nedir? Yenilir mi içilir mi? Devlet midir, şirket mi? Sistem midir, aktör mü? Fani midir, ölümsüz mü? Dedikleri gibi kapitalizmin en son noktası mı, yoksa yerleşik hayat kadar eski mi? “Bir Ukrayna Savaşından tüm bunları mı yanıtlayacaksın?” diye soracaksınız. Hayır, soruları yanıtlamayacağım gibi Ukrayna Savaşı da konuşmayacağım, belki başka zaman. Gelin biz iki bin yıl öncesi üzerinden elli, belki yüz yıl sonrasını konuşalım.
Cesur ama Kibirli
Themistokles’i bilir misiniz? Modern tarih yazımında ne Solon ne de Sokrates kadar adı geçer1 ama bu ikisi kadar önemli olduğuna inanıyorum. Hayatından çok fazla tarih dersi çıkarabiliyoruz. Atina’nın demokratikleşmesinden hemen sonra siyasete atılmış bir figür. Yani aileden zengin, tanınmış olduğu için değil demokratik bir hakkı kullanarak siyasete girmiş. Bugünkü modern siyaset taktiklerine çok benzer yöntemler kullanmış. Hatta kendisi “esnaf ziyareti” kavramını ilk geliştiren siyasetçi olabilir, rivayetler doğruysa oy istediği her bir seçmeni tanır, adıyla hitap edermiş. Sıkı bir deniz sevdalısı Themistokles, sözü dinlenir hale gelince Atina’nın asıl gücünün deniz gücü olması gerektiğini savunup durmuş, acilen büyük bir donanma kurulması için mücadele vermiş. Muhtemelen de çok haklı gerekçelerle: Devasa bir kara gücü olan Ahameniş İmparatorluğu (bundan sonra Persler diyeceğim, hiç uzatmadan) öyle meydanda karşılanacak bir rakip olmadığından, önce denizde karşılamak lazım diye düşünülmüş. Gerçekten de Salamis’te Yunan ittifakı çok daha güçlü bir Pers donanmasına karşı çok ciddi bir deniz zaferi kazanmış, Salamis’ten sonra da geri kalan zaferler çorap söküğü gibi gelmiştir. O derece önemli bir muharebe ki bazıları “Batı medeniyetinin kurtulduğu savaş” diyor. Tabii burada biraz çağımız Batı dünyasının yer yer aşırıya kaçan Yunan kültürü hayranlığının da etkisi var ama olsun. Önemi çok açıkça ortada. Themistokles’in tuhaf hikâyesi asıl buradan sonra başlıyor. Atina’yı yeniden inşa ettiren Themistokles’in başta Sparta olmak üzere hem diğer Yunan şehir devletleriyle hem de Atina halkıyla arası bozuluyor. Giderek otoriterleşen ve kibirli hale gelen bir Themistokles’ten söz ediyor o dönemin kayıtları. En sonunda, “Görüşürüz,” demişler Themistokles’e, “artık istenmiyorsun.” Themistokles de kendisine başka bir yaşam kurabilmek için Anadolu’ya geçiyor, yani Perslerin yanına! Dönemin Pers kralı I. Artaserhas’a gidip hizmetlerini sunabileceğini aktarıyor. Artaserhas, her akıllı hükümdar gibi, kendisini yenmeyi başarının hizmetini seve seve kabul ediyor. Sizi feci biçimde alt etmeyi başarmış birinin size daha sonra danışmanlık yapmasından daha büyük lütuf mu olur? Orta halli bir yöneticilik görevinden sonra bugünkü Aydın, Germencik yakınlarında ölüyor. Tuhaf bir yaşam değil mi?
Emperyalizmi bir kavram olarak düşünürken çok işimize yarıyor Themistokles. Her şeyden önce emperyalist kim, anti-emperyalist kim bunun aslında ne kadar belirsiz olabileceğini gösteriyor. O dönemin en büyük emperyal gücü Pers İmparatorluğuna en büyük darbeyi vurmuş olan bir halk kahramanı, Pers kralının bir garip hizmetkârı olarak ölüyor. “Ne oldum değil, ne olacağım demeli.” Sadece aktörler değil, koskoca taraflar bile bazen rol değiştiriyor. Çok değil neredeyse 150 sene sonra Helenik dünya Büyük İskender’in önderliğinde döneminin en cevval emperyal gücüne dönüşecek, bu sefer zayıflamış bir Pers krallığı direnmeye çalışan taraf olacak. Emperyalizmin tarafı hiçbir zaman sabit olmuyor. Yine en güzel örneği Türk Kurtuluş Savaşı olsa gerek. Osmanlı İmparatorluğu ayakta kalsın diye uğraşan bir asker-bürokrat seçkin tabaka modern tarihin ilk silahlı anti-emperyalist mücadelesini verdi.
Elbette bu, her güçlünün emperyal ya da her güçsüzün de anti-emperyalist olduğu anlamına gelmiyor. Bu da bizi ikinci figüre getiriyor: Marcus Tullius Cicero.
İtidalli ama Elitist
Marcus Tullius Cicero diye lafa başladım çünkü Cicero denince artık galiba meşhur casus İlyas Bazna akıllara geliyor, ben Romalı Cicero’dan bahsedeceğim. Cicero denince akla önce itidal ve sağduyu geliyor. Latincenin yüksek bir edebi dil haline gelmesinde müthiş katkıları olan Cicero aynı zamanda iyi bir hatip ve siyasetçi, hem de üst düzey bir orta yolcu. Herhalde -en nihayetinde başarısız olsa bile- Roma’nın bir Cumhuriyet olarak kalması için en fazla mücadeleyi vermiş insanlardan biri. Sezar’ın Pompeius ve Crassus ile kurduğu üç adam yönetimine ortak olmayı sırf Cumhuriyet idealleri dolayısıyla reddeden Cicero, Roma siyasetinden öyle büyük bir yere sahip olmuş ki Sezar dahi kendisini tamamen ortadan kaldırmayı göze alamamış. Ancak Sezar’dan sonra gücünü tamamen pekiştirebilen bir Marcus Antonius kendisini öldürtüyor. Fakat Cicero hitabeti ve üslubuyla herkesi o kadar tedirgin etmiş, hasımlarını o kadar paralamış ki Marcus Antonius, Cicero’nun ölü bedeninden kesilen ellerinin Senato duvarında sergilenmesini emrediyor. Korkunç bir barbarlık elbette. Fakat, düşmanını ölüyken bile korkutacak kadar dişli bir rakip olmak herhalde Cicero’nun önemini biraz daha iyi açıklıyor.
Cicero da emperyalizmi anlamak için çok iyi bir figür. Roma hukukunun herkesi kapsaması için civis romanus sum yani “Ben Roma vatandaşıyım” diyen herkesin hukuk önünde eşit birer vatandaş gibi muamele görmesi için mücadele etmiş bir figür. Cumhuriyet için canını vermiş olduğunu zaten anlattık. Demek ki, emperyal bir düzen içerisinde yaşamak emperyalist olmayı gerektirmiyor. Cicero gibi devlet yönetiminin en üst düzeylerini görmek ama buna karşın bazı ilkelerden taviz vermemek mümkün. Trajik bir hayat yaşadığı kesin ve fakat en şaşırtıcı trajediler genelde en büyük dersleri sunuyor.
Hoş, herkes böyle düşünmüyor. Doğrudan kaynağını bulamadım fakat Engels’in Cicero için “tarihin gördüğü en büyük hinoğluhin” dediğini söylüyorlar. Gerçekten de elitist olduğu su götürmez bir gerçek. Seçkinlere daha yakın meclis kanadı Optimates’le arası hep iyi olmuş ama hiçbir zamanda tam olarak oraya ait olmamış. Sezar ve benzeri halkçı kanadın hep “fazlasıyla elitist” gördüğü bir siyasetçi olmuş Cicero. Sezar öldürüldüğü zaman en çok ağlayanların sıradan halk kitleleri olduğunu, Cicero’nun da Sezar’ın azılı düşmanı olduğu gerçeğini aynı anda düşününce de zaten denklem çıkıyor. İster halk kahramanı olsun, ister elitist bildiğimiz çok önemli bir şey var: Emperyal bir mekanizmanın tam kalbinde olup çok temel bir insanlık mücadelesi vermek mümkün. Aynı biçimde Themistokles gibi kaderin cilvesiyle anti-emperyalizm ile yola çıkıp emperyal bir güce bağlı olarak ömrünün sonlarını geçirmek de var. Emperyalizm de anti-emperyalizm de son derece dinamik kavramlar. Derinlemesine inceleme olmadan yapılan analizler hamasete dönüşebiliyor. En son bahsedeceğim figür en gözü kara olan: Cato.
İnatçı ama Ahlaklı
Genç Cato’dan bahsedeceğim. Çünkü bir de Yaşlı Cato var, Genç Cato’nun dedesinin babası, hani şu her konuşmasını “Kartaca yok edilmelidir!” diye bitiren meşhur senator. Genç Cato da babası kadar inatçı, Sezar’ın yeminli düşmanı. Hadi Cicero biraz orta yolculuk yaparak durumu idare etmeye çalışmışsa da Cato’da tavizden eser yok. Cumhuriyetin korunması için o kadar fazla ve yoğun mücadele ediyor ki onu diğer Cumhuriyet yanlılarından ayırmak için modern tarihçiler “ultra-muhafazakâr” diye nitelendiriyor. Bu “ultra-muhafazakâr” etiketi de yine epey aydınlatıcı. Bugün sadece Türkiye’de değil dünya genelinde muhafazakârlık ile Cumhuriyetçilik arasında ters bir ilişki gördüğümüzü söylemek yanlış olmaz. Gelin görün ki başka koşullar altında Cumhuriyeti savunmak “muhafazakârlık” oluyor. Neyin muhafaza edildiği muhafazakârı belirliyor. Tıpkı daha deminki “parametrik” emperyalizm tanımımız gibi, değil mi?
Neyse, Cato rüşvete ve usûlsüzlüğe o kadar karşı ki Kıbrıs valiliği yaptığı dönemde tuttuğu hesap defterleri kaybolduğu hâlde kimse en ufak bir yolsuzluk veya “zimmete geçirme” suçundan şüphe etmiyor, zira çoğunluğun düşüncesi belli: “Cato’nun tuttuğu hesap şaşmaz, deftere gerek bile yok.” Kendisine bu kadar güvenilen bir devlet insanının Sezar’a karşı gelmesinin de elbette çok ciddi bir ağırlığı olmuş. Ama hikâyeyi hepimiz biliyoruz: Sezar galip geliyor. Galibiyetinden sonra Sezar’ın silah bırakan herkesi affedeceğini söylemesi üzerine Cato, Sezar’ın “kendisini affedebilme olasılığını” ortadan kaldırmak için intihar ediyor. Cicero’nun destansı mücadelesi bile bu radikallik karşısında çok sönük kalıyor, öyle değil mi? Stoacı ahlâkın gelip gelebileceği en son noktayı temsil ediyor Genç Cato. Ölümüne kadar da sürekli olarak devlet hazinesini gönüllü olarak denetleyen, dost düşman demeden etrafındaki yolsuz, izansız ve hatta tuhaf her şeyi düzeltmeyi kendisine görev edinen bir siyasetçi. Siyasî görüşünden ve yaşama bakışından öğrenilecek çok şey var.
Z Kuşağı ve Yeni Model Kurtuluş Senaryoları
Peki tüm bunları niye anlattım? Her şeyden önce, çok keyifli olduğu için. Hâlâ hukukunu şöyle ya da böyle kullanmaya devam ettiğimiz, alfabesini aldığımız, kurumlarını uyarladığımız Greko-Romen medeniyeti “bu zaten Batınındır” diyerek kaptırmaya niyetim yok. Antik dünyayı anlamak bugünü anlamak demek, hiç şüphem yok. Fakat daha da önemli bir nedenim var: Sürekli bir Z kuşağından ve siyasetin doğasının değişecek olmasından bahsediyoruz. İşte efendim, geleceği biz gençler kuracağız, değiştireceğiz ve daha bir sürü plan. Peki ideolojiler, görüşler ve onlarca başka tartışma bir kenara, temel ahlakî değerlerimiz ne olacak? Bütün bu tarihi figürleri de bu yüzden sıraladım. Hepsi bambaşka bir temel değerler grubuna atıfta bulunuyor.
Themistokles cesaret, reformculuk ve belki de en önemlisi direnci simgeliyor. En karanlık anlarda en zor kararları veren, inisiyatif sahibi lideri temsil ediyor. Fakat tarihte örneği çok görüldüğü üzere inisiyatifi en çabuk ele alanın koltuğu ve gücü en son bırakmak gibi huyları var. Taç giyen baş uslanıyor ama işin doğrusu en uslu baş, daha en baştan taca talip olmayan baş. Cicero ise itidali, dengeyi ve çalışma azmini temsil ediyor. Fakat dönemin koşullarına göre çok sık pozisyon değiştiren, nabza göre şerbet verme çabasından ötürü “genel bir rota” çizememiş olmakla suçlanıyor. Üstüne üstlük çok da elitist olduğuna emin gibiyiz. Cato ise taviz vermeksizin bir değeri savunmayı öğretiyor bize. Cicero ne kadar pazarlığa ve orta yola meraklıysa, Cato da bir o kadar inatçı ve radikal.
Kimi istiyoruz gerçekten? Öyle bir sonraki, üç sonraki seçim için sormuyorum. Benim onları konuşmaya yaşım yetmez. Z kuşağının yönetime talip olacağı 20-30, belki 40 sene sonrası için soruyorum. Cicero gibi her zaman ve her yerde pazarlığa oturan, hep itidalli olan mı Z kuşağı değerlerini temsil ediyor? Cato gibi radikal, istediği şeye ulaşmak için her türlü mücadeleyi verecek bir eylem adamı mı? Öylesine ahlaklı olacak ki gözümüzü kırpmadan güveneceğiz. Dünyayı “düze çıkaracak” Z Kuşağı böyle bir siyasetçi modeli mi sunacak? Yoksa kendi içinden Themistokles gibi sonradan kurban edeceği bir kurtarıcı mı yetiştirecek? Cevap, kuvvetle muhtemel, bunların hiçbiri.
İhtimal, bunların ve hatta daha başka bir sürü özelliğin kombinasyonu ile oluşmuş bir Z Kuşağı siyasetçi modeli belirecek. Fakat bunları şimdiden konuşmanın büyük bir önemi var bence. 30-40 sene öncesinden planlama yapılmadığı zaman kendimizi kaderin ve şansın ellerine bırakmış oluyoruz. Pazartesi başlanacak diyet, bir dahaki ay dikkat edilecek bütçe, bir sonraki dönemde daha sıkı çalışılacak ders misali bizi kurtaracak sonraki nesil diye bakıyoruz. Kim bu sonraki neslimiz? Türkiye’yi önceleyecek, Türkiye için çalışacak insanların temel özelliği ne olacak acaba? İtidalli mi, tavizsiz mi yoksa cesur mu? Tüm bunların yanında zayıf noktaları ne olacak? Soruyu daha normatif soralım: Nasıl bir Z Kuşağı bizi daha mutlu eder? Bu sıralar merakım Roma tarihi üzerine olunca bu üç figürü düşündüm, elbette bambaşka kültürler üzerinden düşünmenin zihin açıcı etkisi olacağını da umduğumdan böyle yaptım. Sizin aklınızda kimler ve hangi özellikler var?
1 Gerçi, Cicero De Officiis [Yükümlülükler Üzerine] adlı kitabında tam tersini söyleyip Solon’un Themistokles kadar bilinmemesine hafif yollu sitem eder. Fakat bu tam da dediğimi destekleyen bir şey. Zamanla, uzun süreli etkileri olan bir kanun koyucunun adı zaferler kazanan bir komutanınkinden daha fazla bilinir olmuş.