Tarihi veya turistik yerlerde gezmişsinizdir. Yapılacak onca şeyi ajandaya sığdırmak zordur. Yeni bir yere gitmişsinizdir, yedikleriniz dokunur, eşyanız vardır, almak istediklerinizle taşımak istemedikleriniz arasındaki gerilim sizi kararsız bırakır. Çarşı pazarda gezip “aman hepsi ne de ucuz!” ya da “yuh artık amma da pahalı!” der dururuz. Oraya özgü bir şeyler bakınırız. Öbürküler tatmin etmez bizi: “bunlar bizim orada da var, hem daha ucuz!” der içimizden biri.
Bazen de işlevsel bir şeyler almak isteriz, ne de olsa kullanacağız. Öyle ya! İşlev mühim! İşlevi olmayan eşya bu devirde çok pahalı, çok ağır, çok yer kaplar, çok gereksiz, çok büyük yük…
İşlevi olmayan eşya ya belgesellerin ya sahafların ya da hoş rakı masalarının konusudur genelde. Ya da etkilemek istediğimiz birine caka satarken bu tür eşyadan bahsederiz: “canım benim bu gördüğünü Madrid’den almıştık, inanmazsın hem de şu kadara!” Ne büyük maharet! Hem Madrid’e gitmişiz, hem çok kelepir bir parça yakalamışız, yani kadir kıymet biliyoruz, öngörümüz de sağlam hem de tüm bunları bir çırpıda söyleyip karşımızdakini ezeriz. Bravo bize!
Bazen de bu çarşı pazar gezmesiyle içi burulur insanın. Bize de öyle oldu geçenlerde, Beypazarı’nda. Biz de işlevsel yaklaştık elbette. Hem bir işimiz vardı hem “ne de olsa Beypazarı” görmek lazım. Gördük. Tarihini gördük. İstanbul-Anadolu arası çağlar boyu bağlantı yolu. Kervanlar konaklamış, konanlar ve geçenler hepsi memnun olmuş ticaretten. Ta Midas ülkesinden Türkiye Cumhuriyeti’ne kimler kimler konaklamış. Ticaretle kalkınmış, üretmiş, zanaatkâr bir halk olmuş Beypazarı halkı. Nihayetinde bir gün biri gelmiş bu ilçeyi hatırlatmış birden tekrar ülkeye: Mansur Yavaş. Ona dair daha çok şey yazılır muhakkak. Öyle olursa yine yazarız elbet, şimdilik geçiyoruz.
Beypazarı’na birkaç müze kondurmuşlar. Bir tanesi de Kent Müzesi. Beypazarı tarihine ait pek çok tanıtım malzemesiyle bezeli, küçük ama işlevli bu müzenin üst katında, Beypazarı’nın zanaatkâr halkı da sergileniyor adeta. “Adeta” diyorum, ne de olsa kendileri yok orada. Kentin zanaatkârlarının balmumundan heykelleri var. İnsan duygulanıyor. Ama bize bundan daha da fazlası oldu.
Kent Müzesi’ne doğru yokuş çıkıyorduk. Yani daha müzeye varmamıştık. Yokuş yukarı çıkarken önünden geçtiğimiz dükkânların çoğu kapalıydı. Derken yokuşun bittiği yerde Pars Heykeli’ni gördük. Kükreyen bir pars heykeliydi. Anadolu’daki belki de son pars anılmıştı. Daha heykele varmadan, gayet işlevsel nedenlerle tülbent bakınarak yolumuza devam ettiğimiz sırada bir dükkânın vitrininin önünden geçerken içeriden bir ses geldi, derken bir siluet ve kapı açıldı: “buyrun… buyrun!” dedi. Kasketinin altında tebessümle gezen ve Beypazarı kışını yaza çeviren bir yaşlıya aitti ses. Uğrayacağımıza söz verip yolumuza devam ettik.
Genelde bu tür durumlarda, dükkâna dönen kişinin içeriye girip, vitrinin önünden geçip giden kişilerin sözüne güvenmeden sinek avlamaya yahut ne yapıyorsa onu yapmaya devam etmesi, bu sırada da çarşı pazar nezaketi sergileyen ikiyüzlü şehirlilere okkalı bir küfretmesi gerekirdi ama işin o kısmını bilmiyoruz.
Derken müzeye vardık. Müzenin üst katındaki balmumundan zanaatkâr betimlemelerinin arasında yürürken o yaşlıyı tanıdık. Beypazarı Belediyesi, kendi halkına, zanaatkârına vefalı davranmış, kenti bir müzeye, müzeyi de kente dönüştürmüş. Duygulanmamak elde değil.
Müzeden çıkar çıkmaz, söz verdiğimiz üzere doğruca o yaşlının dükkânına gittik. Artık o adam bizim için “o yaşlı adam” değildi, İsmail Usta’ydı, İsmail Yanık: Burgu ustası, belki de onların sonuncusu. Kararlıydık, bir şeyler alacaktık bütçemize göre. İsmail Usta ile tanıştık. Müzede gördüğümüzün o olup olmadığını, işleri sorduk. Karşımızda bir gariban yoktu. Eğer yukarıdaki satırlarda böyle bir ima vardıysa, affola! O benim ayıbımdır. İsmail Usta bir zanaatkâr ama tek aleti mekik değil, dokunduğu tek şey de o eski dokuma tezgâhı değil. İnsanın ruhuna dokunuyor İsmail Usta. Bizi bir bakışta çözmüştü adeta. Beypazarı’nı keşfetmeye gelen bizleri o daha ilk anda keşfetmişti. İçimizi görmüştü. Biz karı koca, genç iki insan değildik artık onun için. Bize dokunmuştu konuşmasıyla. Yaptığı işin bilincinde bir ustayla karşı karşıyaydık. Kendisini bir elçi, bir kültür ve tarih elçisi olarak görüyordu. Zanaatıyla hayatı arasında en ufak bir uyuşmazlık yoktu. Frigya’dan Türkiye’ye aktarıyordu bilinenleri; Frigya’yı yaşatıyordu içimizde, üstelik biz daha yeni yeni Türkiye’yi eskitirken.
Sorduk: “Zanaatınızı devam ettirecekler var mı?”
Yanıt: “Yok. Ama nasıl olsun? İnsanlar nasıl geçinsin, anlıyorum ben. Bu işte istikbal yok, gençler niye yapsın ki! Devletin el atması lazım bu işe. Bu zanaatın ölmemesi lazım. Ben artık malım, kamunun malıyım. Ben artık bir şahsiyet değilim yalnızca. Bu zanaatı ayakta tutan, her daim çalışması gereken ve özellikle de bu zanaatın bilinmesi, yaşaması için çalışması gereken bir malım yalnızca.”
Bu sözlerin her biri ağır ağır söylenmişti. Hem bu sözleri söyleyen hem bu sözleri dinleyenler sözlerin ağırlığı altında eziliyordu.
İsmail Usta: “Sizin bir derdiniz var. Sizler dertli insanlarsınız. Belli oluyor. Yoksa bunlar konuşulmazdı burada. Dert etmeyenler geçip gider buradan, hızla bir şeyler alıp…”
Konuşma bununla bitmedi elbette.
Sonra İsmail Usta yine tezgâhının karşısında kurulu sofraya döndü, radyoda dini sohbet, karşısında eşi, yanı başında dokuma tezgâhı, tezgâhının yanında sehpa büyüklüğünde bir kutu, kutunun içinde renk renk ipliklerin sarılı olduğu mekikler, duvarda onu anlatan gazete haberleri, Atatürk fotoğrafı, dört bir yanda o tezgâhtan çıkma burgular, dokumalar, dükkânın tamamına sirayet etmiş huzur ve sükûnet… Mekik dokumak… Ne ilginç söz! Zamanı tüketmeği çağrıştırıyor. Zaman tükeniyor, doğru. Özellikle de zanaatkârın zamanı. Artık hızla üretilip tüketilecek eşya çağı. Mekik dokuyor İsmail Usta. İnsana dokuyor, insana dokunuyor. Zamanı dokuyor, dokunan zamanı aktarıyor bize. Değişimde değişmeyeni yakalıyor. Dünya kaç kere dönse de Güneş’in etrafında, zamanın akışında insanı tanımanın yolları değişmiyor sanki. İnsan sarrafı olması pek doğal. Ama sarraf yalnızca ölçüp tartar insanı. İsmail Usta ölçüp tartıp dokuyor insanı, hem de birkaç dakikada. Belki de şöyle demek lazım, bir ustalık hayatı artı birkaç dakika sürüyor tüm bunlar.
Bir usta gördüğünde, ustanın elindeki meşgaleye değil, o meşgalenin ürettiği ustalığa da bakmalı insan!
Bir yıl daha geçti! Ustalığı, Anadolu erenlerini, ermişliği, evliyalığı çok da uzakta aramamak gerek. 2019’da bile erenler, ermişler var Anadolu’da. Yılları biriktire biriktire bize getiren, dağarcığımızı genişleten ustalarımıza selam olsun!