20. yüzyılda Komünizmin temsil ettiği yüksek sanat, toplumsal dayanışma, uzay teknolojisi başta olmak üzere çeşitli alanlardaki yüksek hızlı gelişim, temel ihtiyaçların sağlanması, vb. karşı ABD merkezli blokun sunduğu şeyler belliydi: Ambalajlı ürünler, neon lambalar, yakışıklı erkekler, güzel kadınlar, sınırsızca alkol tüketmek, herkese bir araba, türlü züppelikler, büyük kır evlerinde Amerikan ailesinin bol tüketimli saadeti.
Tüm bunlar İngiliz ajan James Bond figürüyle tek bir pakete sığdırılmıştı adeta. Batı demokrasilerinin kurallılığının, eli temizliğinin aksine, bu karizmatik adamın kendine özgü bir hareket serbestisi vardı: Teknolojik ürünleri rahatlıkla harap edebilirdi, dilediği kadınla yatabilir, dilediği kişiyi istediği yerde öldürebilirdi, ne de olsa arkasını temizleyen vardı.
Kıyının öte yakasında, ağır bürokrasi, işkenceler, toplu katliamlar, sefalet vardı. En azından anlatılan buydu. Komünizm hem idealleriyle hem de realitesiyle kötüydü. Ne var ki, işler değişti, Komünizmin reel tehdidi ortadan kaybolunca. “Bir idea” olarak komünizm tertemiz ve fakat onun uygulayıcıları eli kanlı, çılgın narsistler olarak sunulmaya başlandı. Baba filminde Corleone ailesinin consigliere’si Tom Hagen’ı canlandıran Robert Duvall, yıllar sonra Stalin’i de canlandırdı. Eğlenceden eğlenceye koşan, narsist, aksi Stalin’in karşısında resmedilen Troçki de bir o kadar aksiydi, yanlışlık salt kişilerde değildi ama, kişilerin de payı artmıştı. Lenin temiz, Stalin cani; Che tertemiz, Castro diktatör; nihayetinde, rejimin pis işlerini üstlenenler cani, rejimin dokunulmaz önderleri tertemizdi. Bizim ülkemizde de öyle değil mi? Kemal Atatürk’e dokunamayanlar, zehirlerini İnönü’ye akıtıyorlar.
Son zamanlarda Komünizm eleştirisinde ve Kapitalizmin sistemin içerisindeki eleştirisinde değişimler gözlenmeye başlandı. Kapitalizm kötüydü, üstelik çok kötüydü, ne var ki elimizdeki en iyi sistem buydu. Kapitalizm aslında iyi işleyebilirdi, ama işte o kötü insan doğası olmasa… Aslında aynı doğa nedeniyle Komünizm de işleyemiyordu. Kapitalizmde, spekülatörlerden, reklamcılardan kurtulsak, aslında tıkır tıkır işleyecek olan görünmez el, nedense bir türlü elini kurtaramıyordu bu simsarlardan. Kapitalizm eleştirileri sistemin en içerisinden, Hollywood’dan bile destek buluyordu. ABD’de Bill Gates, Türkiye’de Alaton birden daha insancıl kapitalizme yöneliyordu.
Jon Hamm’in başrolünde oynadığı Mad Men dizisinde reklamcılık sektörü ve Amerikan rüyasının rüya ailesi yerden yere vuruluyordu. Irkçılık, kadın sorunu, reklamcılık, spekülasyonlar, finans kapital eleştiri oklarından kurtulamıyordu. Ama yine de olmuştu, kapitalizmde yaşayan özgür insan eleştirebiliyordu.
Yakınlarda usta oyuncu Jon Hamm’in diğer bir usta ama genç oyuncuyla Daniel Radcliffe ile buluştuğu bir diziyi izleme şansını buldum: A Young Doctor’s Notebook [Genç Bir Doktor’un Defteri]. Dizinin senaryosu, Mihail Bulgakov’un aynı adlı eserine dayanıyor. Hayali bir kasabada, Muryevo’daki, Muryevo kliniğine 1917’de atanan genç doktor Vladimir “Nika” Bomgard’ın 1934’teki haliyle arasındaki ilişki, Muryevo’da yaşadığı sorunlar, kişiliğinin sınanması, Ekim Devrimi yıllarında Beyazlar ile Kızıllar arasındaki köşe kapmaca, Devrim’le yitip gidenler ile kaybolmaya direnenlerin iç içe geçtiği konu, doktorun bağımlılıkları ve kişisel zaafiyetleriyle ve ileride bunlardan duyduğu pişmanlıklarla derinleşiyor. Bulgakov’un doktorluk geçmişi sayesinde, bir doktorun imkansızlıklar içerisindeki tıbbi pratiği de çok canlı bir şekilde resmediliyor.
Dizide, Bolşevikler, avamlıkla, barbarlıkla itham ediliyor. Uzak ve güzel bir hayal olan Moskova ise, ışıltılı meydanlarıyla, Bolşoy tiyatrosu, asil sınıfın zerafeti, Moskova Tıp Fakültesi’nin saygın ve bilimsel konumuyla resmedilmekte. Beyaz Ordu’nun askerleri, bu imgenin koruyucularıyken, Bolşevikler tiranlığın, avamlığın koruyucusu olarak resmedilmektedir.
Bulgakov’un konumu hayli tartışmaya değer. Ülkenin ileri bir kesiminin temsilcisi olduğu açık olan bu yazar, gençliğiyle 1934’teki kederli halinin bir karışımı olsa gerek. Kendi konumunu cehalete ve avama karşı koyan aydının, tepkisi ülkesindeki geriliklerin taşıyıcısı olan ve sonradan bir şekilde ileri atılım yapan avantacı sınıfa düşmanlığa odaklanmaktadır. Bu saptamanın doğru olup olmadığından emin olmak için Bulgakov’un eserlerini okumak gerekiyordu. İnternette Bulgakov hakkında yazılanları, yorumları, onun hakkında yazılmış edebi eleştirileri okuduktan sonra yapmam gerekenin öncelikle Köpek Kalbi adlı eserini okumak olduğunu düşündüm.
Köpek Kalbi, çok şanslıyız ki, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan, Mustafa Yılmaz’ın harikulade çevirisiyle karşımıza çıkmış. Moskova’nın önemli köşelerinden birindeki 7 odalı muayenehanesinde ikamet eden Profesör Filipoviç’in, Sovyet Devleti’ne, bürokrasisine, bürokaside yükselen, yükselmeye çalışan fırsatçılara, avama, ilkellere yönelttiği eleştirilere odaklanan eserde, Filipoviç’in Şarik adlı bir köpeğe, eski bir suçlunun erbezlerini yerleştirmesiyle köpekteki değişim üzerinden toplumsal bir eleştiri yapılmaktadır. Köpeğin, yeni erbezleri nedeniyle giderek insan bedenini kazanması ve sonucunda suça, bürokraside yükselmeye yönelmesi, Bulgakov’un eleştirisinin dozunu gittikçe arttıran unsurlardan yalnızca biridir. Köpeğin, hiç tereddütsüz bürokraside kendine bir yer bulması, rejimin karakteri hakkında bir fikir vermektedir: Baskılanmış olanın geri dönüşü. Bu Nietzscheci ifade, felaketvari bir durumun betimlemesidir. Baskılanmış olan, etik kodların dışına atılmış olan, geri dönmektedir, üstelik kendi etik kodlarıyla. Sovyet rejimi, Bulgakov’a göre, avamın koşulsuz tahakkümüydü. Avamın bu tahakkümü, onun cehaletle kendisini teslim ettiği tiranların yönetimi altında derinleşmekteydi.
Bulgakov’un, eserde, andığı tüm yer adları, rejim öncesi adlardır; rejim öncesi gündelik yaşam bir asr-ı saadet dönemi olarak anılmaktadır.
Eser, bu yanıyla, Sean Connery, Pierce Brosnan, vb. ile süslenmiş James Bond soytarılıklarından çok daha etkili bir anti-komünist eserdir. Komünizmin vaatleriyle uyumsuzluk, bastırılmış olanın geri dönüş biçimi olarak avamın keyfiyeti, komünizm tehdidini ortasınıf üzerinde hissettirebilecek en etkili eleştiri maddeleridir.
Eski düzeni, bozan yeni düzen; eski ahlakı aratan yeni ahlak; eski keyfiyeti aratan, yeni keyfiyet… İşte bu tema, insanlığın ileri ama nesnel olarak gerici kesiminin bitmek bilmeyen ve belki de en haklı kuruntusudur. Shakespearre’in Troilus and Cressida’sı, Dante’nin İlahi Komedyası, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, nihayet Bulgakov’un Köpek Kalbi aynı ideolojik-siyasal tema üzerinden devinir. İleri olanın, geri olanın karşısındaki kaprisi ve endişesi. Bulgakov’un eleştirisinin keskinliğine karşın, 1925’te bu eserin dolaşımda olabilmesi bile bir mucize. Ne var ki, bu topraklarda mucizeler üzün sürmez. Çok geçmeden Bulgakov’un eserleri SSCB’de dolaşımda kendine yer bulamaz. Dilimize geçen sene kazandırılan Köpek Kalbi’ni ve genel olarak Bulgakov’u daha çok konuşacağız gibi duruyor.
İyi okumalar, sakin değerlendirmeler