Niçin Sanataevet

Mesleği ne olursa olsun, Yaptığı işe saygısı olan, onu önemseyen, işinin hakkını veren, onu severek yapan o denli az insan var ki… Ne iş yaparsa yapsın sanat yapar gibi zevk alan, Garson, boyacı, memur, pazarlamacı, işletmeci, doktor, ev hanımı ya da çöpçü…

Öyle özenli iş yapan insanlara nerede rastlask dikkatimizi çeker.

Diyelim ki bir lokantaya giriyorsunuz, daha içeri adımınızı attığınız anda sizi karşılayan, yemeklerini büyük bir özenle tanıtan, damak zevkinize göre öneriler sunan bir garson, hemen ilginizi çekmesi bir yana, o günü olumlu geçirmenize yardımcı olacaktır. Veya sokakta trafiği yöneten trafik polisi dans ederek görevini yapsa mutlu olmaz mısınız?

Ya da sokakları ıslık çalarak, şarkı söyleyerek, her yanı özenle süpüren çöpçünün davranışı, sizin yaşama bakışınıza farklı bir anlam katmaz mı?

Çöpçü deyince Martin Luther King’in şu sözlerini anımsadım.

Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo’nun resim yaptığı, Beethoven’in beste yaptığı veya Shakespeare’nin şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes durup’ Burada işini çok iyi uapan dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş’ desin’

Mesleğimizi ister severek, ister zorunluluktan yapıyor olalım, kuşku yok ki öncelikli amacımız, çalışmamızın karşılığı elde edeceğimiz para ile belirli bir düzeyde yaşantımızı sürdürmektir.

Hepimizin bildiği gibigelirler her zaman sınırlı, istekler ise sonsuzdur. Daha iyisini ve daha güzelini elde etmek için sürekli çalışıyoruz ama bu çalışma maddesel olarak bizim için yeterli olsa da tinsel yanımızı ne kadar doyuruyor? Yaptığımız işi ne kadar seviyoruz? İşimizde yeterince başarılı mıyız?

Asıl bunları sorgulamamız gerekiyor. Kendi iç dünyamızda bunu dengeleyemediğimiz sürece, mutsuzluk yakamızı hiç bırakmayacak, bilinçdışı da olsa çalışmamıza yansıyacaktır. İşte bütün bu sıkıntılı çalışma sürecine son verecek tek formül; SANATAEVET

SANATAEVET kavramı 1981 yılında Ortadoğu savaşı sırasında ilk kez Tamer Levent tarafından kullanılmaya başlandı.

O sıralarda Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olarak tasarruf tedbirlerinin sanat alanında uygulanmasını doğru bulmuyordu oyuncu, yazar, yönetmen Tamer Levent. Üstelik alınan tasarruf tedbirleriyle perde açılamayacağı, gişe gelirlerinin engelleneceği, ayrıca ülkelerin zor zamanlardan geçerlerken onlara güç ve moral verecek kaynakların desteklenmesi gerektiğine inanıyordu. Konuyu zamanın hükümetine açıklayarak Devlet Tiyatrolarının % 75 oranında tasarruf tedbirlerinden muaf tutulmasını sağladı. Yine o dönem SANATAEVET kampanyası başlatarak vatandaşlara, okudukları gazeteleri atmak yerine Devlet Tiyatrolarına bağışlamalarını sağladı. 25 gün içinde 160 ton gazete toplandı.

Bu gazeteler Ankara’da Etimesgut’ta Devlet Tiyatroları tesislerinde bir meydanda gazetelerden oluşmuş bir dağ oluşturdu. Bu bağış rüzgarı tüm ülkede esti, insanlar okudukları gazeteleri bağışlamak için yarışıyorlardı.

Bu kampanyadan elde edilen gelirle Devlet Tiyatrolarının pek çok eksiği kapatıldı, oyunlar sergilenmeye devam etti.

Sonraki yıllarda SANATAEVET temalı seminerler, konferanslar, paneller düzenlenmeye başlandı. BU toplantılar uluslar arası boyut kazandı. 1995 yılında UNESCO bağlantılı uluslararası sivil toplum kuruluşları ile Ankara’da SANATAEVET buluşmaları yapıldı.

O yıldan beri süren Sanataevet çalışmaları tüm insanlığı kucaklamayı amaçlıyor. Sanataevet, kaliteli yaşama, mutluluğa, başarıya evet diyor.

Sanat, toplumsal gelişmenin felsefesidir. Sanat, tek başına sanat eserinin adı değildir. Esas olan toplumun sanat kavramını ve kendi özelliklerini yaşam süreci içerisinde keşfederek, kendini geliştirmesidir. Sanat kavramının insanlık tarihi ile yaşıt anlamı bu! Başlatanı da ilk insan!

SANATAEVET bir sentezin ismidir. Sanat eseri üreticisinin, yaşamı sanata çevirmesi beklenen toplumla diyaloğudur. Sanat eserinin toplumsal evrim sürecinde, yaşamı sanat eserine çevirme ütopyasıdır. Kendisine “sanatçı” payesini uygun bulan her bireyin, taşıması gereken sorumluluğun bu olduğunu bilmesi gerekir.

Toplumun geniş kesimlerini sanat süreciyle buluşturmayı bir misyon olarak görmemek, bunun için programlar yapmamak, edilgen bir zanaatkar olmayı kabul etmektir. Çünkü sürekli değişen dinamikleri ile toplum, elitist bir snobism’i dışlarken, siyasi manüpülasyonlarla bu davranışları gösterenlerin kimliğinde sanata ve sanatçıya düşman haline de getirilebiliniyor. Yaratıcılık kavramının ve problem çözmenin ustası olması gereken kişiler, hiç bir öneri ve proje geliştiremiyorlarsa, onların sanat algılarında önemli eksikler olduğu anlaşılır. Bu şartlarda sanat, kendi yaşamını sürdürmek için zanaatını gerçekleştirmekten ibaret bir meslek olarak görülebilir. Bu, sanat kavramının varoluş sebebi ile çelişir! Bu gün Ortadoğu insanı, kendisinin de sanat felsefesinin içinde olduğunun hissettirildiği bir süreç yaşayarak gelişmiş olsaydı, kendi yaşam kalitesini korumakta hiç bir dini ve siyasi angajmanın etkisinde kalmadan, taraftarlık samimiyeti ile kendi bindiği dalı kesmezdi.

SANAT BİR İŞİ ÖZENLE YAPMAKTIR

Sanat bir işi özenle yapmak demektir. Özenle bir işi yaparsanız o iş başarıya ulaşır. Sanat bir yaşam felsefesiyse Sanataevet demek bu felsefeyi bütünüyle kabul etmektir Yani bunun için illa ki sanatçı olmak gerekmiyor. ‘Sanata evet’i felsefe olarak kabul eden bütün mesleklerden insanlar işlerini özenle yapabilirler.

Sanat kavramı sonradan yaratılmış bir kavram değil. İlk insan beş duyu sahibi olduğunu bilmiyordu. Bir de altıncı duyu dediğimiz şey var. Onu hele hiç bilmiyordu.

Başlangıçta insanoğlunun tek bildiği şey yaşamını sürdürebilmekti. Peki, neler yaşayarak geldi günümüze  asırlar boyunca. Onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği ne idi? O zaman adını bilmediği, sürekli buluşlar yaparak kendini ve çevresini değiştirerek geliştirmesine neden olan neydi?

Çeşitli dillerde ars, san’a, art gibi isimler bulan bizim sanat dediğimiz özellikti insanı insan yapan.

İnsanoğlunun ilk zamanlar adını bilmediği beş duyu organının sürekli uyarı gönderdiği beynin sağ lopunda gelişme gösteren altıncı duyu…
Beş duyu organı, görme, işitme, duyma, tat alma, dokunma duyuları, insanın beyninde yarattığı uyarılarla karşılaştığı sorunu anlamasına, sonra da ona altıncı duyu ile çözüm bulmasına neden oluyordu.

Sağ lob ve sol lob bütünlük içerisinde faaliyet göstererek, bir çözüm üretiyordu. Sonra da o ürettiği çözümü başkalarına anlatıyordu. Çizgi ve rol oynama tekniği bilginin aktarımına ve paylaşımına önemli katkılar sağlıyordu. İnsan geliştikçe kayıt altına alınmaya başlayan bu bilgiler de sonradan “bilim” diye adlandırdığımız alanı oluşturuyordu.

Bu durumda  hemen bir saptama yapabiliriz. O zaman sanat dediğimiz özellik her insan da vardır. Yaşamı ile birlikte oluşur ve gelişir. Bu aşamada sanat, keşfetmenin, yaratıcılığın ismi belli olmayan özelliğidir. Beynin sağ lopu ile sol lopunun ortak faaliyetidir.

16.yy Klasik Alman filozofu Schelling’e göre sanat, insanın
yaratıcılık sürecidir. Bu süreç içerisinde teori ve pratik birlikte
hareket etmelidir. Tıpkı beynin sağ lopu ile sol lopunun birlikte hareket etmesi gibi. Schelling’e göre, sanat teori ve pratiğin ortak adıdır.

Oysa ilk insan da teori yoktu başta, beş duyu ve altıncı duyu vardı.
Ama yaşadığını paylaşırken onu asırlar içinde bilime dönüştüren insan, sol lobunu bilimle beslerken, sağ lobunu da besleyecek uygulamalar yaratmalıydı ve yarattı.
İşte en başta kullandığı çizim, resme; Rol oynama tekniği ile iletişim, tiyatroya; Ritüel ayinler, müzik ve dansa dönüşerek sanat ürünü haline gelmeye başladı. İnsanın doğasında var olan o sanat refleksinin gıdaları da sanat ürünleri idi. Daha sonra mağaralardan evlere taşınılması ile, mimarlık; Yazının icadı ile bu süreçleri tasvir ederek anlatmanın adı da edebiyat oldu.
Böylece insanlığın sanat algısının gelişmesine hizmet edecek, aynı zamanda onu uyaracak altıncı ana sanat dalı belirlenmiş oldu. Bu dallarda üretim yapanlar, siyaset sanatının gelişmesine, felsefeye, psikolojiye, sosyolojiye, belagat sanatına da hizmet etti.
Antik Yunan döneminde şekillenmeye başlayan Demokrasi kavramına da!

Altı ana sanat dalı artık sekiz ana sanat dalı olarak anılıyor. Çünkü sinema ve fotoğraf eklendi, çağlar içerisinde. Aristo, insanın doğasındaki sanat olgusunu iyi, güzel, doğru ile ifade etti.

Sanat eserinin (ürünün) ontolojik ölçümünde ise etik, estetik ve adalet olarak gördük biz iyiyi, güzeli ve doğruyu. Bu ürünlerin insanın gelişimi üzerindeki etkileri somut bir biçimde görüldü.

Gelişen insan ise ürünlerin gelişiminde neden olduğu süreci tanımlayabildi. Yani bu bir diyalektik gelişme idi. İnsan ve sahip olduğu SANAT özelliği, sanat eserini, sanat eseri ise insanın sanat kimliğinin gelişimini dönüşümlü olarak sürekli etkiledi

İnsanın sanat kavramı ile olan bu organik ilişkisi göz ardı edildiğinde insan yaşamının gelişmeleri de hiçe sayılıyor. İnsanın mutsuzlaşması söz konusu oluyor. Aslında sanatın yaratıcısı insan değil mi?
Etik, estetik ve adalet gelişmiyor. Aksine geliştiği noktadan geriye gidiyor.
Sanat ürünü buna ışık yakamaz, uyaramaz hale geliyor. İnsanın sanat talebine yeterince ilaç olamıyor. Çünkü siyasal ve dini yaklaşımlar buna izin vermiyor. Gelişmiş insan yerine, adeta gelişmemiş insanı tercih ediyor. Hristiyanlık, Ortaçağ skolastik anlayışında Engizisyon ile bunu yaşarken, sanat algısı yeniden doğuş ile (Rönesans) bu vahşet çağını bitirdi. Hristiyanlık dini kendi Reform unu gerçekleştirdi. Bu reformun kaynağı, toplumun sanat düzeyinde, bir yaşam sürdürme hakkını talep etmesiydi. Hristiyanlık, vizyonunu çağdaşlaşma kararı ile yeniledi. İşte bu yaşama sanatı ve sanat ürünü buluşması onlara çok düzeyli bir sosyal yaşam ve ortak akıl getirdi.

Sanat Kavramı Sadece Sanat Ürünlerinin İsimleri ile mi anılır?

Özellikle Türkiye’de  böyle bir anlaşılma var. Sanat eşittir, tiyatro, müzik, mimarlık, edebiyat, dans, resim ve sinema, fotoğrafın kod adı gibi anlaşılıyor. Bu durumda, SANAT kelimesi ile anlaşılması söz konusu olan  bir felsefe yokmuş gibi bir algı oluşuyor. Sanat sadece bu ürünlerin genel ismi imiş gibi yorumlanıyor. Bu yanlış algı, insanı yaşamında aranması gereken özen kavramından uzaklaştırıyor.

Bir işi özenle yapmak yerine, kolayına kaçarak yapmak kurnaz bir zekâ zannediliyor. Bu şartlarda sanat kavramının bir yaşama felsefesi olarak kültürleşmesi de engellenmiş oluyor.

Hristiyanlık, 12. Yy’dan itibaren güzel ve iyi kavramlarını tartışarak Rönesans’a ulaştı. Rönesans’tan sonra iyi, güzel ve doğru kavramlarından oluşan üçlü formül, etik, estetik ve adalet olarak lojik kültür kazanma yoluna girdi.

Sanat kavramı felsefi bir değer olarak yaşama sanatına hizmet eder hale gelerek kültürleşti, kültürleşiyor.

Farkındalık ve bilgi aktarımı ile gelişerek yeni arayışlara yönelmeye neden olan bir duyu. Sonradan kazanılmış değil, bünyenin kendi organik yapısında var olan!

O halde, din kavramı nasıl bilimin gelişmesini benimsiyor ve onu çağın gereklerine uygun olarak kabullenip kullanıyorsa, sanat kavramını da din kavramının rakibi olarak değil, tıpkı bilim gibi kabullenmesi gerekiyor.

Bu benimsenmediği zaman, din kültürünün farklı yorumları ile kitleleri kendi çıkar siyasetlerine alet etme kurnazlığı gösterenlere, olanak sağlamış oluyor. Hristiyanlık, engizisyon ile dini kendi siyasetlerine alet eden din adamları nedeni ile bu deneyimi çok acı bir yıkım olarak yaşamıştı.

Bu yazıyla oldukça hızlı bir şekilde yaklaşmak istediğim SANATAEVET düşüncesi ile, bir zamanlar yapılan “sanat sanat için mi, sanat toplum için mi’ ya da pratik bir söylemle her ikisi için!” gibi yaklaşımlar da ömrünü yitirmiş oluyor.

SANAT, tabii ki insan için! Kendini geliştirmesi, problemlerine çözüm bulması, yaşamı güzelleştirerek kendi kendini yönetebilir hale gelmesi için. Farkındalık için!

Bireyin, kendi kendini yönetebilir hale gelmesi, dinler aracılığı ve Tanrı olgusu ile köklü bir kültür olarak zaten var olmuştu.

Yani hiç bir din, insana kendini geliştirmemesi gerektiğini öğütlemediğine göre sanat kavramını dinin rakibi olarak görmek de söz konusu olamaz.

O halde, sanat kavramının değerlerini, tıpkı bilim gibi benimseyen toplumların, sosyal bilimlerde de, teknolojide de gelişme göstermesinin, dinler açısından da engel teşkil etmediği tarihsel olarak da kanıtlanmış bir gerçek olarak  önümüzde duruyor.

O zaman, SANATAEVET ile sanat kavramının felsefi  yönleri ile insanın yaşamını etik, estetik ve adalet doğrultusunda geliştirmek, ancak engizisyon anlayışına ters düşebilir.

SANATAEVET ile insan yaşamının mutluluğu doğrultusunda çözümler üretilebilir.

Olması gereken, kent yaşamının yeniden düzenlenmesi, ortak alanların kullanımı, insanların birbirlerini daha iyi anlayarak birbirine saygı duyması, bilişim teknolojisinin aktif kullanımı.

Bilginin, teori düzeyinde kalmayıp uygulanması, insanlığın farklı kültürel değerlerinin, insan olmanın ortak paradigmaları yanında yaşamın çeşitliliği olarak anlaşılması, din, dil, ırk ve cins farklılıkları yüzünden savaşmak, birbirini öldürmek, cinayet işlemek ya da dünyanın nüfus kontrolünü de  bu şekilde kontrol altına alacağını zannetmek yerine, farklı etkileşimler sağlayan iletişimler ile özgürlüklerin gelişmesine hizmet eden ortak kurallar geliştirilebilir.

İnsanlık, bilimi ve teknolojiyi geliştirmeye harcadığı servete karşı, savaş teknolojisine harcadığı servet ve insan katline yönelik vahşet felsefesinden uzaklaşma yolunda, sosyal keşiflerde bulunmak için de servetini ve enerjisini kullanmak konusunda gayret içerisinde olmalıdır.

İçinde bulunduğumuz dönem, yaşanan felaketler ile bütünsel bir engizisyon haline gelirken, SANATAEVET  bu engizisyon dünyasından çıkma isteğini bir ÜTOPYA gibi gösteriyor olabilir. İnsanlığın yaratmış  olduğu olumlu örneklerin göz ardı edilmesi, bu düşünceyi daha da körükleyebilir.

Oysa insanın doğaya rağmen ve doğa ile birlikte yarattıkları ile oluşan felsefesini, yaptığı yaşam gerçekliği açısından bakıldığında, bu düşüncenin ÜTOPİK olmadığı ortadadır. Adaletli, demokrat bir dünya için SANATAEVET.



Bunları da sevebilirsiniz