Travmaları Tekrarlamayalım

Gerek insanlık tarihi gerekse bireysel geçmişimiz travmalarla doludur. Bunların bir kısmı unutulup giderken diğerleri hem toplumsal hem de kişisel hafızamızda yer işgal etmeye ve çözüm beklemeye devam ediyor. Çoğunluğu büyük olasılıkla çözümsüz kalmaya da mahkûm. Ya yeterince cesaretimiz ya da bilgimiz olmadığı için içimizde bize hem yabancı hem de tanıdık gelen bir travma rezervimiz var. Birçok toplum ve insanın neredeyse tüm yaşamının bu travmalar tarafından yönetildiği de bir gerçek. Böylelikle toplumların veya kişilerin elinde boşa harcandığı itiraf edilemeyen tükenmişliklerden başka bir şey kalmıyor. İnsanlardaki en sıra dışı eğilim ise travmaları tekrar etmeye yatkın olmaları. Günümüz insanına anlatıldığı takdirde akıl dışı gelebilecek bu davranış örüntüsü aslında hepimizin ortak özelliği olarak devam etmektedir. Yalnızca insan türünde görülen bu özelliğin keşfini Sigmund Freud’a borçluyuz.

Freud’un kurucusu olduğu psikolojiye yaptığı en önemli katkılardan biri insanın travmalarını tekrar eden tek canlı türü olduğunu bulgulamasıdır. Bu mantıksız tutum şöyle örneklenir Freudien psikolojide; diyelim ki orta Afrika’dayız ve küçük bir birikintiye su içmeye gelen bir ceylan görüyoruz. Ceylan tam su içerken bir aslanın saldırısına uğruyor fakat kaçmayı başarıyor. Bu ceylan için o su birikintisi artık sonsuza dek haritadan silinmiştir. Susuzluktan ölse bile tekrar oraya gelmeyecektir. Şimdi aynı durumda insanın ne yaptığına göz atalım. İnsanın ertesi gün ilk işi o birikintiye tekrar gelmektir. İnsan ve hayvan arasındaki en kesin ayrım da burada yatmaktadır. Asıl soru insanın bu tehlikeli olduğunu çok iyi bildiği eyleme niçin tekrar kalkıştığında yatmaktadır. Ceylan ve insan arasındaki temel ayrım, ceylanın içgüdüleri ile tehlikeleri belleğine kazıması ve bu bilgiler üzerinde oynamamasıdır. İnsan ise tehlikeyi algılamasına karşın bu bilgi üzerinde oynamaya ve çarpıtmaya başlamaktadır. Freud’un izleyicilerinden Karen Horney bu konuda hepimizin yaşadığı şu örneği veriyor: İlkokul sıralarındayken ağlaya sızlaya aşı olup eve gönderildiğimizde ilk oynadığımız oyun nedir? Elbette doktorculuk; bu kez birbirimize aşı yapmaya başlarız. İğne ve kontrol artık bizim elimizdedir çünkü. Hatta önce kim doktor olacak kavgası yaparız.

İnsanı travmaları tekrarlamaya iten nedenlerin başında, çoğu kez yersiz, özgüveni ve gerçekleri işine geldiğince çarpıtması yer almaktadır. Her travmanın tekrarı insanın “Bu kez kontrol bende olacak” yanılgısı ile başlamaktadır. Gerçekleri çarpıtmanın ana teması ise ilk travmadaki kendi payını olabildiğince saklamaya çalışmasıdır. Bu pay yeterince saklandığı sürece ilk hata doğal olarak her travmada tekrarlanacaktır. Kişi kendisiyle yüzleşemediği sürece de bu hata giderek görünmez hale gelecek ve travma rezervuarının karanlık bir köşesinde unutulmaya terk edilecektir. Yine Freudien kuramdan biliyoruz ki bu tür bilgiler asla unutulmamakta ve bilinç altımızın bir yerlerinden bizleri ve yaşantımızı rahatsız etmeye devam etmektedir. Çözüm elbette kişinin kendine karşı dürüst davranmasından, hatalarını itiraf edebilmesinden geçmektedir. Psikiyatristlerin terapi seanslarında yaptıkları şey de tam olarak budur aslında: Bizi kendimizle yüzleştirmek. Bu bilginin ışığında Afrika’daki insan ve ceylanımızın temel davranış örüntülerinin onları iki farklı yönde ancak aynı döngüde gelişmeye yönlendirdiğini söyleyebiliriz. Hayvanlar büyük sürüler halinde hareket etme becerisi kazanarak, özellikle göç sırasında, içlerinden bazılarını feda etmek suretiyle yola devam etmeyi öğrendiler. İnsanlar ise aynı su birikintisine daha kalabalık ve silahlı giderek çağdaş toplumun ve dayanışmanın belki de ilk prototipini yaratmış olmalılar.

Tarih, neredeyse herkesin hemfikir olduğu üzere, insanlardaki travmalar gibi kendini tekrarlayan bir olgu. Tarihin tekerrür etmesinin nedenleri henüz tatmin edici bir şekilde açıklanmamış olsa da bazı döngülerin varlığı bilinmektedir. Örneğin, büyük güçlerin veya imparatorlukların yükseliş ve çöküş döngüleri benzerlik göstermektedir. Daha yakından örneklemek gerekirse genel seçimlerle varlıkları belirginleşen bazı siyasi partilerin veya hareketlerin ortaya çıkış ve sonraki çöküşlerinde de benzer döngüler bulmak mümkün görünmektedir. Neredeyse tüm çağdaş totaliter rejimlerin aslında seçimle iktidara gelen siyasi partilerin diktaya dönüşümüyle ortaya çıktığı bilinmektedir. Seçimle işbaşına gelen yöneticilerin demokrasinin garantisi olmadığı Sezar ve III. Napolyon’dan bu yana bilinmesine karşın halk kitlelerinin bu tür insanlara veya partilere oylarıyla hükümet izni vermesinin anlamı ne olabilir? Seçmenin daha önceki travmalarını hatırlayıp “Bu kez yanılmıyorum” yanılgısına düşmesi mi yoksa müstakbel diktatörlerin seçmenleri “Bu kez yanılmıyorsunuz” bilgi çarpıtmasına uğratabilmeleri mi? Büyük olasılıkla her ikisi birden.

Büyük toplumsal değişimleri yalnız travmaların tekrarı ile açıklamak elbette çok mümkün değil. Öncelikle bu konu psikolojinin değil ekonomi politiğin alanı olan çok karmaşık analizleri gerektiriyor. Ekonomi politik analizlerin ise tek disiplin değil çok disiplinli olması zorunluluğu bulunmaktadır. Toplumsal değişimler konusundaki önemli bir kavramı bizlere, modern sosyolojinin kurucusu kabul edilen, Emile Durkheim sunuyor: “anomik toplum” Anomik toplumu ekonomik, siyasi veya askeri felaket ya da krizlerden sonra toplumun hedef, amaç ve kendisine yol gösterecek liderlerden mahrum kalması durumu olarak tanımlıyor Durkheim. Anomik toplumları bekleyen en büyük tehlike ise siyasi hayatta dikta heveslilerinin, popülist liderlerin hatta şarlatanların, kurtarıcı kisvesi altında, önünün açılıyor olmasıdır. Çoğu kez eğitimsiz ve art niyetli kişilerden oluşan bu liderler elbette toplumun karşısına gerçek değil had safhada cilalanmış yüz ve sloganları ile çıkmaktadır. Çok ağır savaş tazminatları altında ezilen Weimar Cumhuriyetinin 1933 yılındaki seçimle Nazi Almanya’sına yol vermesi, Arjantin diktatörü Juan Peron’un 1946 yılında yüzde 56 oyla iktidara gelmesi veya Venezuela lideri-sözüm ona sosyalist-Hugo Chavez’in 1998 yılında, yine aynı yüzde 56 oyla iktidara gelerek dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip ülkesini şu andaki açlık ve sefalet bataklığına dönüştürmesi ilk akla gelen örnekler.

Anomik toplumlar 1970’li yıllardan beri çağımızın en önemli sorunlarından biri olmaya devam ediyor. Özellikle sık karşılaşılan ve etkileri çok büyük olan ekonomik veya parasal krizler sonrasında toplumların amaç yitimine ve gelecek korkusuna uğramaları önemli siyasi tehlikeleri davet etmektedir. Diğer yandan, artık güvenle biliyoruz ki büyük devletler (iyi saatte olsunlar!) toplumsal mühendislik veya doğrudan kaba kuvvetle normal toplumları anomik toplumlara çevirip ardından da istedikleri yönetimi işbaşına getirebilmektedir. Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı tanklarının Prag’a girdiği 1968 “Prag Baharı” kaba kuvvet uygulamasının en ünlü örneği sayılabilir. Bu bağlamda Kıta Avrupası’nda 1968 Paris olaylarıyla başlayıp yayılan ve sosyolojik veya siyasi açıdan izah edilemeyen öğrenci olayları ise hâlâ açıklama beklemektedir. Kuşkusuz her toplumsal karmaşada büyük devletlerin parmağını aramak doğru bir yaklaşım olmayabilir ve bu konuda ihtiyatla düşünmek gerekir. Öncelikle her ülkenin iç dinamiklerinin incelenmesi gerekmektedir. Ardından bu iç dinamiklerin dış dinamiklerle karşılaştırılması, bir senteze gidilmesi veya model oluşturulması aşaması gelmektedir. Oluşturulan bu model kuram ve pratikle desteklendiği sürece işe yarar halde kalmaktadır. Ancak, yine de 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren görülmüştür ki içinde kuralları canı istediği zaman ve şekilde değiştirebilen bir “büyük oyuncunun” olduğu oyunlarda olayların kendiliğinden gelişmesi olasılığı oldukça düşüktür.

Çağımızda Anomik toplumların yaygınlaşması önemli bir sorundur. Bu tip toplumlara yalnız gelişmekte olan ve her türlü çalkantıya açık ülkelerde değil Batı ülkelerinde de rastlanmaktadır artık. Toplumsal bağların giderek çözülmesi, azalan reel gelirlerin neden olduğu kayıpları telafi etmek için umutsuzca girişilen mücadeleler ve siyasi tercihlerin her seferinde hayal kırıklığıyla sonuçlanması Batı ülkelerinde de anomik toplum yapısının giderek belirgin hale gelmesine yol açmaktadır. Daha da önemlisi, bu tür açmazlardan kurtulmak amacıyla yapılan tüm siyasi tercihler de hatanın büyüklüğüne bağlı olarak, daha önemli travmalara yol açmaktadır. Öyle ki Batıda artık seçimler biter bitmez seçmen pişmanlığı ön plana çıkmaktadır. Batı ve Doğu toplumları bu açıdan bakıldığında farkında olmaksızın belirli travmaları tekrarlayan anomik toplumlar olma ortak paydasında buluşmaktadır. İşin dramatik yönü gelişmekte olan ülkeler için bu durumda getirilebilecek eğitimin artırılması ve yaygınlaştırılması gibi önerilerin, Batı göz önüne alındığında, işe yarayacaklarının kesin olmamasıdır. Modernitenin prematüre olarak çöküşünden bu yana hem Batı hem de Doğu toplumları yönsüz ve amaçsız topluluklara dönüşme yolundadır. İyimser insanlara hayretle bakılan çağımızda olumlu yönde büyük toplumsal değişimler beklemek için yeterince neden bulunmamaktadır. Öncelikle olumlu yöndeki toplumsal değişiklik kavramının içinin doldurulması gerekmektedir. Öte yandan, birey için hâlâ bir miktar hareket alanı var gibi görünmektedir. Sorun, sonsuza dek sürmesi mümkün olmayan bu hareket alanını bireylerin verimli kullanıp kullanamayacağında yatmaktadır. İşe travmalarımızı tekrarlamaktan vazgeçerek başlayabiliriz.

Bunları da sevebilirsiniz