Kavramlarla Politik Dünya Toplumsal ve Siyasi Olarak Ulusal Güvenlik

Temmuz ayında Kavramlarla Politik Dünya köşesinde ulusal güvenliğin uluslararası ilişkiler açısından sınırların içine ve dışına yönelik olarak ne ifade ettiği üzerinde durulmaya çalışılmış, bu çerçevede ulusal güvenliğin özellikle merkez devletler açısından bir stratejinin güvenliği olduğu değerlendirmesi yapılmıştı. Bu ay ise ulusal güvenlik kavramının bir devletin toplumsal ve siyasi ilişkileri açısından ne ifade ettiği ve bunun uluslararası ilişkilere ne şekilde yansıdığı üzerinde durulmaya çalışılacaktır.

Ulusal güvenliğin sağlanmasının devletin bekasıyla yani varlığını sürdürmesiyle yakından ilişkili olduğu daha önce belirtilmişti. Öte yandan, bu duruma tersten bakılırsa, devletin ulusal güvenliğine gelebilecek bir tehdidin, doğrudan devletin bekasına yönelik bir tehdit olduğu değerlendirmesini yapmak da mümkündür. Modern devletlerin, yurttaşlarından bağımsız «yapan, eden” özneler olmaması, ulusal güvenliğin, toplumsal olarak ne ifade ettiğinin açıklanmasını gerektirmektedir. Aynı sınırlar içinde, aynı toprak parçasını «yurt” olarak tanımlayan birbirinden farklı toplumsal unsurların, yurtlarının başka bir deyişle geçmişlerinin, bugünlerinin ve geleceklerinin bir dış odak tarafından tehdit edilmesi, toplumsal unsurlar arasındaki farklılıklara odaklanılmasındansa, ortak ülkünün yaşatılması çabası çerçevesinde birleştirici olmaktadır. Devletlerarası sistemin temel aktörü olan devletin (bütün tartışmalara rağmen hala) «ulus devlet” olarak isimlendirildiği göz önünde bulundurulduğunda, ulusal güvenliğin siyasi bir kavram olarak «ulus inşası”nın temel unsurlarından olduğu değerlendirmesini yapmak gerekmektedir.

Tarih boyunca yurda yönelik dış tehditlerin siyasi olarak ulusların oluşmasında etkin bir unsur olduğu görülmektedir. Konunun örneklenmesi açısından, ulusçuluğun siyasi bir akım haline gelmesinde öncü olan Fransız Devrimi sürecine bakmak yerinde olacaktır. Fransa’daki devrimci durumun sınıfsal dinamiklerine ek olarak devrimin seyrini belirleyen ve ardından bütün dünyaya ulusçu akımların yayılmasına neden olan gelişmelerin başında, devrimin kendi topraklarına sıçramasından korkan Avrupa imparatorluklarının oluşturduğu koalisyonların Fransa’ya saldırması gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında Fransız ulusçuluğunun gelişiminde güvenlik kavramının önemi yadsınamaz. Ancak burada güvenlik elbette yalnızca sınır güvenliği olarak görülmemeli, Fransız Devrimi ilkelerinin güvenliği şeklinde genişletilmelidir.

Benzer şekilde Türk ulusunun oluşumu açısından da güvenliğin önemli bir etken olduğu ileri sürülebilir. İçinde birbirinden farklı birçok etnik, dinsel, mezhepsel, unsuru barındıran Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist devletlerce işgal edilmesi ve işgallere karşı mücadelenin başarı kazanması, Türk Devrimi’nin başarıları açısından ve devrim ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir «ulus devlet” niteliği kazanmasında çok önemli bir belirleyen olmuştur. Bunun yanı sıra, Mustafa Kemal’in dış politika anlayışını simgeleyen «Yurtta barış dünyada barış!” söylemi çerçevesinde şekillenen Türk dış politikası ve politikadaki güvenlik vurgusu, dış politikanın senelerce partiler üstü, siyaset dışı bir alan olarak görülmesi, başka bir deyişle iç politikadaki ayrıştırıcı unsurların yadsındığı, birlik olunulması gereken bir alan olarak değerlendirilmesi sonucunu doğurmuştur.

Ulusal güvenliğin doğrudan dış odaklar tarafından değil ancak bir ülkenin içindeki unsurlar tarafından tehdit edilmesi ise yalnızca iç politikanın alanı çerçevesinde değerlendirilemeyecek olan kapsamlı bir konudur. Ulusal güvenliğe tehdit oluşturan iç odaklar açısından değinilmesi gereken öncelikli konu, bir ülke içindeki ayrılıkçı hareketlerdir. Uluslaşmanın siyasi bir kavram olduğu dikkate alındığında, (etnik, dinsel, mezhepsel, rejim karşıtı vb.) hangi temada olursa olsun devlet içindeki otoriteyi tanımayan ve bağımsızlık ya da siyasi özerklik isteyen bir grubun varlığı her şeyden önce o devletin uluslaşma (birlik olma) sürecini tamamlamadığı şeklinde değerlendirilebilir ve bir «egemenlik” zaafına işaret eder. Ancak, bu buz dağının görünen tarafıdır. Ayrılıkçı siyasi fikirlerin oluşması (ya da oluşturulması), ayrılıkçı hareketlere dönüşmesi süreci, bir devletin iç siyasetini aşan ve dış odaklar tarafından yönlendirilen hatta çoğunlukla dış odaklar tarafından yönetilen bir süreçtir.

Özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde hız kazanan çoğunlukla mikro milliyetçi bağımsızlık hareketleri, birçok devletin iç savaşa sürüklenmesine ve / veya bölünmesine sebebiyet vermiştir. Balkanlar’da Yugoslavya’nın dağılması süreci buna verilebilecek en çarpıcı örneklerin başında gelmektedir. Bu tarz hareketlerin görüldüğü devletlerin -genellikle- devletlerarası sistemde çevre ya da yarı-çevre devlet olarak değerlendirilebilecek olan, merkez devletlerden görece güçsüz siyasi yapılar olması dikkat çekicidir. Bu durum, emperyalist devletlerin ulusal güvenliklerini oluşturan stratejilerinin güvenliklerinin, diğer devletlerin ulusal güvensizliği olmasını açıklamaktadır. O halde, bir devletin ulusal güvenliğine « iç odaklardan” yönelen bir tehdidin yalnızca bir iç güvenlik meselesi olup olmadığı dikkatle analiz edilmelidir.

Örneğin, son bir yıldır Suriye’de yaşanalar Suriye’nin iç politika sorunu olmanın ötesindedir. Devletlerarası sistemin temel aktörlerinin Suriye konusunda takındığı tutumun iki temel eksen çerçevesinde şekillendiği üzerinde durulmaktadır: «Suriye’nin iç işlerine karışan devletler ve Suriye’nin iç işlerine karışmayan devletler.” Karşıt siyasi yaklaşımlar tarafından ABD, AB, Türkiye gibi aktörler Suriye’nin iç işlerine karışmak ile Rusya, Çin, İran gibi devletler ise Suriye’nin iç işlerine karışmayarak «kıyım”a seyirci kalmak ile itham edilmektedir. Ancak devletlerin tutumları derinlemesine incelendiğinde, karşıt tarafların herbirinin Suriye’deki olaylara müdahil olduğu görülecektir. Bu noktada önemli olan, müdahalenin niteliği haline gelmektedir. Müdahalenin niteliğini ise tarafların yani ABD, AB, Türkiye ve Rusya, Çin, İran gibi aktörlerin ulusal güvenlik stratejileri belirlemektedir. O halde, Suriye meselesinin geleceği, aynı zamanda hangi stratejinin kazanacağını da belirleyecektir. Suriye özelinde ise mücadele emperyalizm ve anti-emperyalizm arasındadır.

Ulusal güvenliğin, iç siyaset açısından ne şekilde kullanıldığı ise ayrıca üzerinde durulması gereken diğer bir konudur. Bu noktada, uluslararası ilişkilerde iç politika-dış politika ilişkisinin serimlenmesi açısından önemli bir yaklaşım olan «Dışa Kaçış Kuramı” (Diversionary Theory of War/ Scapegoat Hypothesis) üzerinde durmak yerinde olacaktır. Dışa Kaçış Kuramı’na göre, iç politikadaki sorunlar bir ülke liderini, iç kamuoyunun dikkatini ülke içindeki huzursuzluğu bertaraf etmek için uluslararası askeri bir krize yöneltmeye iter. (1) Bu çabanın motivasyon kaynağını, ulusal güvenliğin az önce değinilen birleştirici özelliğinde aramak gerekmektedir. Özellikle, seçimle iş başına gelmiş liderler ülke içinde hükümetlerine yönelik memnuniyetsizliği aşmak için kamuoyunun dikkatini iç istikrarsızlıktan uzaklaştırarak ve bir dış tehdide karşı kenetlenmiş toplum oluşturarak iktidarlarını garanti altına alma yoluna gidebilmektedirler. Bu durum bir dış odağın ( bir devlet, rejim, ilke, hükümet, lider vb.) düşmanlaştırılması, «günah keçisi” olarak seçilmesi sonucunu doğurmakta ve hükümetin bekası bir düşmanın varlığı ile meşrulaştırılmaktadır. «Demokratik” olarak nitelenen devletlerin hükümet liderleri tarafından, kamuoyunun dikkatini dış odaklara kaydırmak için çoğunlukla, egemenliği, gücü halihazırda tartışılan ve kitleler açısından düşmanlaştırılması görece kolay olan odaklar seçilir. Bu durum bir hükümetin güvenliğinin bir başka devletin, rejimin, liderin güvensizliği haline getirmektedir.

Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin günah keçisi, «özgürlük düşmanı” «komünist” SSCB olmuştur. Günümüzde ise ABD günah keçisi olarak uluslararası terörizmi, «haydut devletleri” ulusal güvenliğine tehdit olarak sunarak politikalarını kendi kamuoyu açısından meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Afganistan ve Irak işgalinden önce ABD’nin bozuk ekonomik durumunu aşmak için özellikle yeni muhafazakarların dışa kaçmak konusundaki baskıları, Cumhuriyetçiler’in Afganistan ve Irak’a yayılmasınının kamuoyu açısından meşrulaştırılmasını zorunlu kılmıştır. Sonuç olarak, 11 Eylül sonrasındaki gelişmeler, abartılmış ulusal güvensizlik kavramı ile Cumhuriyetçiler’in bir dönem daha seçilmesine neden olmuştur. Ancak süreçte ABD’nin başarısızlıkları ve süreci yanlış yönlendirmesi, iç politikadaki sorunlara daha fazla eğilmeyi vaad eden Demokratlar’ın iktidarı ele geçirmesine neden olmuştur.

Görüldüğü gibi, ulusal güvenlik ve güvensizlik ilk etapta akıllara geldiğinden çok daha kapsamlı ve çoğu zaman ulusal sınırları aşan siyasi sonuçları olan kavramlardır. Ulusal güvenliğin siyasi sonuçları, devletlerin sistemin neresinde konumlandıkları, stratejileri ve elbette güçleri üzerinden tanımlanabilir. Devletlerarası ilişkilerin temel belirleyeni olmasının yanı sıra ulusal güvenlik, toplum-politikacı ilişkisinin de belirleyenlerinden biri olarak, iç siyasetin de bel kemiğini oluşturmaktadır.

Alıntı

(1) Jaroslav Tir ve Michael Jasinski, « Domestic-Level Divesrionary Theory of War Targeting Ethnic Minorities” Journal of Conflict Resolution, Cilt. 52, Sayı.5, Kasım 2008.

Bunları da sevebilirsiniz