Kavramlarla Politik Dünya 2

Televizyonlardaki tartışma ya da haber programlarını izlerken, gazete okurken, derslerde hocalarımızı dinlerken ya da dost meclislerinde «dünyayı kurtarırken” sıklıkla yinelenen ifadelerin başında gelmektedir «küreselleşen dünyada…” diye başlayan cümleler. Bir çokları dünyamızın «artık küresel bir köy” olduğunu söylerken bazıları da «garip” şeyleri normalleştirirken «küreselleşminin sonucu” diye bitirir cümlesini. «Küreselleşme” yeni bir kavram olmasa da özellikle Soğuk Savaş sonrasında dünya sisteminin merkez aktörleri tarafından «evrensel mutluluğa doğru geçiş” olarak dünyanın bütününe sunulmaktadır. (1) Ancak günümüzde «küreselleşme” nin arkasına sığınılarak ya da küreselleşmenin gereği olarak uygulandığı iddia edilen politikalar hem kavramların kitleleri nasıl manipule edebildiklerini kanıtlamakta hem de sözü geçen «mutluluğun” gerçekten evrensel olup olmadığının sorgulanmasını gerektirmektedir. Dünya Bankası´nın 2009 kalkınma raporunda yer alan bazı veriler dünyadaki sosyo-ekonomik eşitsizliğin ne denli derin olduğunu kanıtlamak açısından yeterlidir. Buna göre, dünya üretiminin yarısı, dünyanın yüz ölçümünün%5´inden az bir alanda yapılmaktadır. Kuzey Amerika, AB ve Japonya bir milyardan az nüfuslarıyla dünya üretiminin üçte ikisini gerçekleştirmektedir. En yoksul bir milyar insanın yaşadığı ülkeler -genelde Sahra Altı Afrika, Güney ve Doğu Asya- dünya nüfusunun %12’sine sahipken dünya GSYH´sinde %1´lik bir paya sahiptir.

En geniş anlamıyla insanların küresel bir sistem altına alınması olarak tanımlanabilecek (2) olan küreselleşmenin Soğuk Savaş sonrası dönemde ne şekilde kullanıldığının anlaşılabilmesi açısından kavramı, «tarihi bir süreç olarak küreselleşme” ve «emperyalizmin meşrulaştırımlası bağlamında küreselleşme” şeklinde iki farklı ama birbiri ile ilintili şekilde incelemek yerinde olacaktır. Ancak, her iki yaklaşımın da dönemin hakim ekonomik, siyasi, kültürel yapı ve kurumlarının dünyaya yayılması ile ilgili olduğu belirtilmelidir.


Küreselleşmenin Dünü

Girişte de belirttiğimiz gibi yeni bir olgu olmayan küreselleşmenin temelleri 15. yüzyıla dayandırılabilir. 1. Küreselleşme olarak isimlendirilen bu süreçte, coğrafi keşiflerin yardımıyla «yeni dünya” keşfedilmiş, yeni dünyadaki medeniyetlerin zenginlikleri Avrupa’ya taşınmış ancak ekonomik, siyasi ve kültürel olarak bütünleşme yaşanmamıştır. Küreselleşme açısından dönüm noktası olarak değerlendirilebilecek olan olgu ise kuşkusuz Sanayi Devrimi süreci olmuştur. Sanayi Devrimi ile üretimde ve tüketimde yaşanan gelişmeler, kaynak birikimi, kitle toplumunun ortaya çıkması, bunlara dayalı olarak Avrupa´dan başlayarak dünyanın tümüne yayılan siyasi değişim ortamı küreselleşmenin lokomotifi olmuştur. Burada üzerinde önemle durulması gereken nokta, küreselleşme ile ekonomik etkinlik ve teknoloji arasındaki ilişkidir. Önceleri coğrafi keşiflerin etkisiyle bir başka deyişle teknolojik gelişmenin dünya üzerinde bilinmeyen bölgelerin keşfedilmesine imkan sağlamasıyla başlayan süreç, deniz aşırı ticari etkinliklerle devam etmiştir. Bu durum, hem sermaye birikimini olası kılarken dünyanın tanınmasını sağlamış hem de dünyada mevcut yapılar üzerinde farklı bir ilişki şeklinin yani sömürgeciliğin çıkmasında önemli bir etken olmuştur. Sonrasında Sanayi Devrimi´nin gelişmesi ise teknolojik gelişmenin bir ürünü olmakla beraber aynı zamanda teknolojik gelişmelerin de önünü açmıştır. Bununla kalmayıp, kapitalist üretim şeklinin dünyaya yerleşmesine sebep olmuş ve bunun sonuçları yalnız ekonomi alanında sınırlı kalmamış toplumsal ve siyasi olarak da dünya bir değişim sürecine girmiştir. 19.yy’ın ikinci yarısından itibaren Lenin’in ifadesi ile tekelci kapitalizmin yerleşmesi ile kapitalizm emperyalist aşamaya gelmiş, (3) dünya emperyalist ilişkiler çerçevesinde şekillenmeye devam etmiştir.

«Yoktan Varolan” Küreselleşme

Ancak, 600 yıllık bir geçmişi olan küreselleşme emperyalist ilişkiler ile şekillenmeye devam eden dünya sisteminin iki dünya savaşı ve Soğuk Savaş dönemlerinden sonra yeni ortaya çıkmış bir gelişme olarak yansıtılmaya, başka bir deyiş ile yukarıda da belirttiğimiz gibi emperyalizmin meşrulaştırılma amacı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda küreselleşme, mekansal ve zamansal sınırlamaların aşılması, sınırların açılması, coğrafi ve sosyo-ekonomik etkinliklerde engellerin kaldırılması sonucunda dünyanın küçülmesi ve entegrasyonun artması olarak kavranmaktadır. (4) Bu küreselleşme tanımı ise, Soğuk Savaş Dönemi’nde ABD önderliğindeki liberal bloğun Sovyetler Birliği dağıldıktan sonrasına ilişkin sundukları dünya algısı ile örtüşmektedir. Dönemin ABD Başkanı Bush, Kongre´de yaptığı konuşmada Soğuk Savaş´ın bitmesi ile yeni bir çağın başladığını, artık diktatörlerin Doğu-Batı ayrımı yapamayacağını, bu «Yeni Dünya Düzeni”nde doğudaki, batıdaki, kuzeydeki, güneydeki bütün ülkelerin uyum içinde yaşayacağını, uluslararası iş birliğinin ve barışın güçleneceğini, bütün devletlerin özgürlük ve adaleti paylaşacağını ve güçlülerin zayıfın haklarına saygı duyacağını söylemiştir. (5) Görüldüğü gibi, ABD Başkanı, Soğuk Savaş sonrası küreselleşme tanımının da ileri sürdüğü gibi, devletler ve insanlar arasında «artık” ayrılık, fark, mesafe ve sınır olmayacağını, dünyanın «bütünleşeceğini” dünyada işbirliği, barış ve uyumun hakim olacağını belirtmiştir.

«Küreselleşen Dünya”da Olanlar

Emperyalizmin küreselleşme söylemi ile meşrulaştırılmasının kökenleri ise, ABD’nin Avrupa ve Japonya karşısındaki göreli üstünlüğünün azaldığı ve üretim sermayesine değil mali sermayeye dayalı, merkezden çevreye büyük miktarda sermaye ihracı yapılan neoliberal politikaların yoğunlaştığı 1970’lerde aranmalıdır. Merkez devletler, 1970’lerde yaşanan ekonomik küçülmeden en fazla zarar gören çevre devletlere IMF, Dünya Bankası gibi kurumlarla ya da Washington Konsensusu gibi düzenlemeler aracılığı ile özelleştirme, «serbest” ticaretin geliştirilmesi, liberal sermaye hareketleri önündeki engellerin kaldırılması, mali reform ve vergi reformu gibi ekonomik politikalar dayatmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ise, liberalleşmeye «tehdit” oluşturan bir Doğu Bloğu kalmadığından emperyalist politikalar önünde bir engel kalmamış, Sovyetler Birliği’nden ayrılan ve ekonomisi liberalleştirilmeyi bekleyen yeni devletler ile ise dünya «küreselleştirilmeye” tamamen hazır hale gelmiştir.

Küreselleşme söylemi siyasi olarak ise, «demokratik” «özgürlükçü” «liberal” ve olabildiğince «küçülmüş” bir devlet tasarımı sunmaktadır. Başta ABD olmak üzere Emperyalist devletlerce küreselleşme söylemi ile dayatılan «Küreselleşen dünyada devletlerin demokratik ve özgürlükçü olması gerektiği” savı merkez devletlerin çevrenin iç işlerine müdahale etmesini kolaylaştırmakta böylelikle siyasi olarak çevreyi merkezin kuklası haline getirmek için kullanılmaktadır. Örneğin bu sava göre, eski Sovyet devletlerinde olan «renkli devrimler”in hepsi halklar daha demokratik ve özgürlükçü ülkelerde yaşamak istediklerini gösterdikleri için «dünyanın küreselleştiğinin” kanıtıdır. Bu ise, «evrensel değerlerin şart koştuğu normlara uymaya zorlayan” emperyalizmin «medenileştirme misyonu” ile meşrulaştırılmaktadır. (6)

Buna ek olarak emperyalistlerin «küreselleşen dünyada artık ulus devletlerin önemini yitirdiği savının şişirilmesi ise çevre devletlerin egemenliğini aşındırmak için kullanılmaktadır. Küreselleşme sürecinde, ulus devletin ekonomideki rolünün ekonomik büyüme, kamu yararı, özelleştirme, işsizliği giderme, dış ticaret politikaları gibi konularda aşındığı iddia edilmektedir. (7) Bu sav ile birlikte savunulan «ulus devletler yerine artık çok uluslu şirketlerin ekonomide belirleyici olduğu ve bunun kamu yararının anahtarı olduğu” görüşü ile özellikle çevre ve yarı-çevre devletlerin üretime yönelik ya da mali olan bütün öz kaynakları üzerindeki egemenliği aşındırılmaktadır. Ancak gerçekte, «çok uluslu şirketler” çok uluslu değildir. Uluslararası etkinlik gösteren bu şirketlerin, vergilendirme ve yatırım düzenlemeleri, dış ticaret rejimleri ve gümrük duvarları gibi düzenlemeler ile özellikle merkez devletler ile sıkı ilişki halinde oldukları ve merkez-çevre arasındaki sömürü ilişkilerinin tekrar tekrar yaratılmasını kolaylaştırdıkları görülmektedir. Öyle ki, gazete okuyan televizyon izleyen kime sorsanız, «çok uluslu” olduğu iddia edilen Microsoft’un Amerikan, Mercedes Benz’in Alman, Sony’nin Japon şirketi olduğunu, benzer şekilde Citibank’ın Amerikan; Deutsche Bank’ın Alman Bankası olduğunu söyleyecektir.

Küreselleşmenin, ekonomik ve siyasi açıdan ulus devletler üzerindeki etkileri bağlamında değerlendirilmesi gereken diğer bir unsur ise «yurttaşlık” kavramının siyasetteki yeri ile alakalıdır. Küreselleşme adı altında özellikle çevre ve yarı-çevre devletlere dayatılan politikalar sonucunda, devletin ekonomik ve sosyal olarak işlevsizleştirilmesi ulus devletin «yurttaşlık” kavramı ile perçinlediği kitleleri bir arada tutma özelliğinin sarsılmasına neden olmakta (8) başka bir deyişle «ulusal kimliğin” birleştiriciliğinin yerini, etnik ve dinsel referanslara dayalı kimlik tanımlamaları üzerinden ayrışımcı politikaların almasına neden olmaktadır. Bu durumun devletlerin iç istikrarları üzerindeki olumsuz etkileri, en iyi ihtimalle emperyalist devletlerin «insan hakları” savunuculuğuna sığınarak yapacakları iç müdahalelerin önünü açmakta, ya da devletlerin bölünmesi ile sonuçlandığından daha kolay kontrol edilebilen uydu devletçikler oluşmasına sebep olmaktadır.

Kültürel Zehirlenme

Küreselleşmenin emperyalist politikaları meşrulaştırmak amacıyla gündemde tutulması açısından önemli olan diğer unsur ise kültürel hegemonya kurmak amacıyla küreselleşmenin kullanılmasıdır. Kültürel hegemonyanın kurulması açısından teknolojinin önemi yadsınamaz. Teknoloji 20. yüzyıl sonlarında ve 21. yy başlarında daha önce hiç olmadığı kadar hızlı gelişmiş, internet, telefon gibi iletişim teknolojilerinin gelişmesine koşut olarak iletişim olanakları ve ulaşım teknolojilerinin gelişmesine koşut olarak da ulaşım olanakları arttığı için, zamansal ve mekansal sınırların aşılmasında büyük yol kat edilmiştir. Ancak, bu gerçekliğin dünyanın iddia edildiği gibi «bütünleştiği ya da «küresel bir köy” haline gelmiş olduğu savı ile tezat bir ilişkisi bulunmakta, bir bütünleşme sürecinden çok kültürel sömürü ilişkisini perçinleyen bir sürece işaret etmektedir. Kültürel hegemonya oluşturma süreci, kitlelerin zihinlerini dolaylı olarak ele geçirip, yapısal eşitsizliği arttıran ilişkilere duyulan tepkilerin köreltilmesi hatta eşitsizlik ve adaletsizliğin normalleştirilmesini sağladığı için sömürü düzeninin devamlılığı açısından kilit önemdedir.

«Küreselleşme” uluslararası yemek zincirlerinden, giyim mağazalarına, alkol sigara gibi birey sosyalleşmesi açısından önemli olan ticari ürün markalarına hatta Hollywood gibi film endrüstilerine kadar birçok araç ile geniş kitlelere kendi (emperyalist) değerlerinin en erdemli değerler olduğunu yaymaktadır. Tüm bu eğilimler toplumları ve devletleri sarmakta ve var olmak için bu sistemin bir parçası olma zorunda hissetmeye yöneltmektedir. Kültürel hegemonyanın en önemli aracı ise gelişen iletişim teknolojileri nedeniyle etkisi giderek artan medyadır. Medyada yer alan haberler, bu haberleri sunuş ve yorumlama şekli, kitlelerin dünyadaki ve ülkelerindeki gelişmelere yönelik algılarını belirlemede çok etkin olduğu için bu gelişmelere yönelik tutumlarını da şekillendirmektedir.

Sonuç olarak, küreselleşme diye sunulanlar, emperyalist politikaların uygulanması için uyutulması gerekenlere ninni niyetine anlatılan masaldan başka bir şey değildir. Küreselleşme masalı sayesinde kitleler sömürüldüklerinin farkına varmadan ne mutlu ki (!) rahat rahat uyuyabilmektedir.

Alıntılar

(1) Server Tanilli, Değişimin Diyalektiği ve Devrim, İstanbul: Alkım Yayınevi, 2006, s.109.

(2) Oral Sander, Siyasi Tarih İlk Çağlardan 1918´e, İstanbul: İmge Kitabevi, 2003, s.37.

(3) Vladimir İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Çev. Ferit Burak Aydar, İstanbul: Agora Kitaplığı, Ekim 2009.

(4) David Held ve Anthony McGrew (Ed), The Global Transformations Reader An Introduction to the Globalization Debate, Carnwall, 2004, s.3.

(5) http://www.newworldencyclopedia.org/entry/Cold_War (Erişim Tarihi: 21 Mayıs 2011)

(6) Immanuel Wallerstein, Amerikan Gücünün Gerileyişi Kaotik Bir Dünyada ABD, İstanbul: Metis Yayınları, 2004, s.119.

(7) Gülten Kazgan, Küreselleşme ve Ulus Devlet Yeni Ekonomik Düzen, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002, s. 221.

(8) Tanilli s. 122.

Bunları da sevebilirsiniz